Enis Batur – Yalçın Küçük söyleşisi: “Türkçenin dünyanın en güzel dili olduğuna inanıyorum”

Okuyacağınız röportaj 2002 Aralık ayı 31 sayılı Cogito Dergisi’nde, “Entelektüeller Gerekli mi?” başlıklı yazının ikinci bölümüdür. İlgili metni internet ortamında yer alan ve henüz çok erken bir vakitte (2003) yılında Ekşi Sözlük’e yükleyerek inanması güç bir iş yapan “hemingway” isimli sözlük yazarının mesajından alıyoruz. Bu metni almanın başka yolları var mıydı? Elbette. İlgili sayı hem ‘pdf’ olarak, hem de matbu olarak elimizde. PDF formatından siteye yazı aktarırken oluşan hatalardan dolayı bu yolu tercih ettik ve bu derinlikli söyleşiyi ikiye böldük. Söyleşinin eşsizliği Türk edebiyatının en ‘velût’ kalemlerinden birisi olan, hisleri kuvvetli ve kavrayışı yüksek Enis Batur’un; Türk solunun en deli, sezgisel gücü yüksek, özgün ve şüphesiz en cesur kalemlerinden birisi olan Yalçın Küçük’ü sorguluyor oluşu. Söyleşi içinde Doğan Avcıoğlu, Yalçın Küçük’in bilime ve tarihe bakışı, Türk aydınıyla olan kavgalı ilişkisi ve aslında hayatının kendisi var… Okurken kafanızın açılacağına eminiz. İyi okumalar dileriz. e.b.: şimdi bir ara sorum var. siz galiba […]

Enis Batur – Yalçın Küçük söyleşisi: “Türkçenin dünyanın en güzel dili olduğuna inanıyorum”

Okuyacağınız röportaj 2002 Aralık ayı 31 sayılı Cogito Dergisi’nde, “Entelektüeller Gerekli mi?” başlıklı yazının ikinci bölümüdür. İlgili metni internet ortamında yer alan ve henüz çok erken bir vakitte (2003) yılında Ekşi Sözlük’e yükleyerek inanması güç bir iş yapan “” isimli sözlük yazarının mesajından alıyoruz. Bu metni almanın başka yolları var mıydı? Elbette. İlgili sayı hem ‘pdf’ olarak, hem de matbu olarak elimizde. PDF formatından siteye yazı aktarırken oluşan hatalardan dolayı bu yolu tercih ettik ve bu derinlikli söyleşiyi ikiye böldük.

Söyleşinin eşsizliği Türk edebiyatının en ‘velût’ kalemlerinden birisi olan, hisleri kuvvetli ve kavrayışı yüksek Enis Batur’un; Türk solunun en deli, sezgisel gücü yüksek, özgün ve şüphesiz en cesur kalemlerinden birisi olan Yalçın Küçük’ü sorguluyor oluşu. Söyleşi içinde Doğan Avcıoğlu, Yalçın Küçük’in bilime ve tarihe bakışı, Türk aydınıyla olan kavgalı ilişkisi ve aslında hayatının kendisi var… Okurken kafanızın açılacağına eminiz.

İyi okumalar dileriz.

e.b.: şimdi bir ara sorum var. siz galiba televizyonu kullanmaktan kaçıyorsunuz. şimdi, ‘kimin televizyonu’ meselesini anlarım. ama operasyonel strateji açısından doğru mu bu yaklaşım?

y.k.: görsel değilim, görselliğe karşıyım, çünkü görselliğin görmenin, anlamanın engeli olduğunu düşünüyorum. belki mistik dersiniz, gözümü kapattığım zaman daha çok gördüğümü düşünüyorum. ne anlama geliyor bu sözüm, hiç bilmiyorum, beni de ilgilendirmiyor ama zaman zaman gözümü kapattığımda çok şey görüyorum. bir, görsel değilim; iki, her şeyim tepkidir. bu türkiye aydınının televizyonlara çıkmak için yarışmalarını doğru bulmuyorum.

e.b.: ben de hiç doğru bulmuyorum. ve de allahtan böyle bir şey yapmıyorsunuz, o ayrı. onu kastetmedim ben.

y.k.: evet reddediyorum, ama buna rağmen ödün verdiğim oldu. çok ısrar etti, ilk defa rüstem batum’un programına çıktım. erhan akyıldız beni, programına çıkarmak istedi. erhan bey, dedim, “televizyona çıkmak istemiyorum, benim dünyamda yok ama toplumsal kurtuluş’ta çok üzmüştüm bir kez, bir gün televizyona çıkmaya karar verirsem, seni ararım,” dedim. ne oldu? rüstem batum çok teşvik etti, ona çıktım, ondan sonra erhan bey’i aradım. kıramadığım noktalar da oluyor. esas nokta, ben görsel değilim. o yüzden romanı çok seviyorum.

e.b.: kaşkolunuz bile görsel.

y.k.: o başka bir şey. yani görsel dediğim, görmeyi sevmiyorum. bunları ben görmüyorum ki, başkaları beni görüyor. şimdi babanızın berberi benim de berberim. e, on yıldır da görmemiş beni. onu bulduğumda, güney’e gitmiştim, güney’in de çok güzel ipeklileri var, oradan bir tane almıştım. ondan sonra da tesadüf ona gitmişim. bir daha gittiğimde kırmızı vardı. a, hocam dedi, yani ben de geçen defa gördüğümde, kırmızıyı bırakmış dedim, çok üzüldüm, dedi. bir gün ankara palas’ta bir resepsiyon var. sıcak bir gün, şöyle normal kaşkol gibi yaptım, resepsiyonda dolaşıyorum. semih günver ankara palas’ın sütunlarının yanına geldi, hiç öyle bir konuşmamız da yok, ayıp ayıp sana, sen de mi bu hale düşecektin, dedi. ne oldu semih bey, dedim. sen akay yokuşu’ndan o kırmızılarla yürürken çok hoşuma gidiyordu, dedi. şimdi bunu çıkarmak istiyorum ama toplumda böyle bir şey oldu, elimde değil.

e.b.: televizyona döneceğim. israrlıyım, şundan: türkiye’de, özellikle 90 sonrası televizyon hakikaten inanılmaz bir tablo çizdi. aklı başında insanların televizyonla çok dikkatle ilişki kurmaları gerektiği apaçık ortada. benim bu sorudan muradım sizi bir televizyon kuşu olarak görmek değil. uymaz, yakışmaz. ama, pierre bourdieu bu konuda çok önemli bir deneyim geçirdi, biz bu kitabı türkçe’ye çevirttik, çünkü türkiye ile ilgili bir saptamayla başlıyordu zaten, ayrıca kendi içinde de önemli bir kitaptı. bourdieu, fransa’da aydınların televizyona tutsak olmalarına yönelik oldukça ağır ve temellendirilmiş eleştiriler getirmişti. televizyonlar da, akılları sıra, ondan intikam almak için derslerini canlı yayın olarak vermeye karar verdiler. bourdieu de, “bu sizin bileceğiniz iş. siz ha varsınız, ha yoksunuz, ben aynı dersi vermeye devam edeceğim. dolayısıyla benim işime gelir. salonda yüzelli öğrencim varsa, televizyon sayesinde ikiye, üçe, beşe, ona katlanır ve benim hiçbir itirazım yok. ama siz bana kendi istediklerinizi yaptırtamazsınız, benim söylediğim bu” dedi. dolayısıyla, yalçın küçük-televizyon ikilisini yan yana getirdiğim zaman, benim muradım, yalçın küçük’ün televizyona kendi istediklerini yaptırtması. televizyonun kalıplaşmış programlarının konuğu olmak bence hiç uymaz ve bereket sizi orada görmüyoruz. ama bu savaşın içinde, bugün bu aracın önemli olduğunu ve sizin gibi birinin onu parmağında oynatabileceğine inanıyorum ben.

y.k.: biz medya ile ilgili 1987 yılından itibaren toplumsal kurtuluş’ta bir çok polemik ve teorik açılımlar yaptık şunu çok açık olarak söyleyeyim, benim çok çeşitli cephelerde onlarla da savaşım var. iki büyük kanal, paris’ten gelirken ipsala’dan beraber girmeyi önerdiler, reddettim. şimdi istemiyorum, ama ilkesel olarak televizyona karşı değilim, öyle bir noktaya da getirdiler ki, tam med tv kapandığı zaman, aynı güne getirdiler, bana on beş yıl ceza verdiler, bu televizyonlara görev bildiğimden çıktım. burada da trt’nin ilk zamanında çıktım, ancak şu anda gayet açık olarak, gücü ne olursa olsun, bir adam basına ambargo koyuyor. bu bir müddet böyle, ondan sonra tabii ki gerekirse çıkacak. iktidarı arayan, devamlı savaş halinde olan bir insanın televizyona küsmesi mümkün değil. savaş bir müddet devam edecektir, ondan sonra eğer mümkün olursa benim asıl söylediğim nokta bizim en büyük işimiz yazmaktır. yazmak da görselin rakibidir.

e.b.: son çeyrek yüzyıllık üretiminizde özellikle, edebiyat önemli odaklardan biri haline geldi. edebiyat üzerine enikonu yazıyorsunuz. benim kişisel görüşüm, sizin iyi bir edip olduğunuz yönünde. siz iyi bir yazarsınız. çünkü her şeyden önce kendi dilinizi ve üslûbunuzu getirdiniz. zaten yazar olmak, bir dünyayı kendi dili ve üslûbuyla kurması insanın. dolayısıyla bunu getirdiniz, onun için de iyi bir yazarsınız, bana göre. gençlik döneminizde, iyice gençlik, mesela lise yıllarına dönelim, üniversitenin en başına dönelim, doğrudan doğruya edebiyatçı olmak gibi bir eğiliminiz olmuş muydu?

y.k.: hayır.

e.b.: okur olarak durumunuz neydi?

y.k.: çok okurdum. bunu, yeni bir mülakatta da söyledim. bana niye edebiyat okuyorsun diye sordular, aksini yapmam mümkün değil, dedim.

e.b.: solun en curcunalı dönemlerinde, öğrenci birliğindeyken vakit bulabiliyor muydunuz?

y.k.: tabi hiç kimsenin kuşkusu olmasın. ben o yüzden şunu söylerim: eğer benim türkiye aydınında bir temsil gücüm varsa, gelişmiş örneği, az gelişmiş örneği, hiç gelişmemiş örneği, ama türkiye aydınını temsil ediyorsam, fransız romanının okuyucusu olarak, temsilci bir fransız aydınını; rus romanı okuyucusu olarak, temsilci bir rus aydınını utandırırız. o yüzden ben sizin sorularınızı biraz genişleterek cevap veriyorum. ismet paşa’nın başlattığı, “varlık” çevirileriyle türk aydınlanması başlamıştır, biz onlarla yetiştik. her tür edebiyat ve sanatla ilgili oldum. sinema dergisi kurdum. her şeyde vardım, ama hiç özenmedim, öyle bir kabiliyeti görmedim kendimde. ne şiir, ne de öykü yazdım, ancak hepsini takip ettim. fikir kulübü başkanı olduğum zaman, ne güzeldi, bugünkü kuşaklar bilseler, ben örgütlerdim onları, öykü okuma günleri nasıl kalabalık olurdu. rüçhan işık okurdu, insanlar merdivenlere otururdu. sait faik’i çok sevmem, ancak hepsini okudum. insanlara her şeye rağmen biraz yukarıdan bakar, bana öyle gelir, ama onları okuturduk, dolayısıyla benim böyle bir dönemim de vardır. cemal süreya benim için “gizli şair” diye yazdı. beni en çok hoşnut eden ise ceyhun atıf kansu oldu, “iktisadın ozanı” derdi bana, bunlar beni çok mutlu ederdi.

e.b.: ben sizin, türk edebiyatı, dünya edebiyatı üzerine yazdıklarınızı, ötekilere oranla biraz daha sıkı bir biçimde okuyorum. görüşlerinizi sıkı sıkıya takip ediyorum. ve bunların sonucunda hüzünleniyorum bir edebiyat adamı olarak, şundan: (bu benim gözlemim tabii; katılırlar, katılmazlar) siz çok zeki bir insansınız, sezgileriniz de çok güçlü. bana öyle geliyor ki, bunlara çok fazla güveniyorsunuz edebiyat konusunda. neredeyse ‘oryantal’ diyeceğim bir tavır görüyorum ben — meslekten bakan biri olarak. bizim edebiyatımızı, söylediğiniz ölçüde tanımadığınız kanaatindeyim, dünya edebiyatını da. buna rağmen son derece kesin yargılar da geliştirebiliyorsunuz. ne düşünüyorsunuz?

y.k.: birçoğunu kabul ederim. yani tanımadığım iddiasını kabul ederim, öyle görünüyorsa doğrudur. ikinci noktaya gelince, belki inanmazsınız, kendimi zeki bulmuyorum, aptal buluyorum ben, hatta dgm’de bir kere çok hoş oldu, iddianame yazmışlar, ben, “kürdistan sömürge değildir” demişim, bunu okudum sevindim, “değerli yargıç dedim, ismail beşikçi kürdistan sömürge diyor, onu dava etmişiniz. bakın burada, iddianamede, kürdistan sömürge değildir demişim. aptalım ama o kadar da aptal değilim, beni de mahkum edeceksiniz” dedim, mahkûm ettiler. dolayısıyla ben öyle bir şeyi düşünmüyorum, bunlara cevabım bu. edebiyatla ilgili söyledikleriniz doğru olabilir, bilemiyorum, ancak şunu bilin ki, edebiyat konusunda yazarken, çok ciddi olmasa bile yeterli ölçüde estetik teorisi okurum, bunlara bakarım. böyle bir yanım var; aziz nesin bana, edebiyattan çok edebiyat sosyolojisi yaptığımı söylerdi, benimle ilgili eleştiriler o yönde. ancak, evet, romanları böyle neredeyse gerçek gibi alıp bununla diğer gerçeklikler arasında bir takım ilişkiler kurmaya çalışıyorum; bunları yaptığım doğru. daha doğrusu okuduğum romanların kahramanlarını gerçek yapıp, gerçek dünyadaki hayallerle karşılaştırıyorum, böyle bir şey yapıyorum.

e.b.: benim, demin hüzünlenmekten neyi kastettiğimi biraz açmam lazım: dediğim gibi, çok meslekiçi bir bakışla bu soruları soruyorum. edebiyat benim hayatımı verdiğim bir iş. uykularım dahil, bu işle uğraşan bir insanım. türkiye’de birçok insanın birtakım şeyleri yapması beni hüzünlendirmiyor. belki zaman zaman sinirlendirdiği olabilir, hüzünlendirmiyor. ama sizin gibi birinden böyle bir yaklaşım geldiği zaman hüzünleniyorum, çünkü sizi önemsiyorum. sorun şu gibi geliyor bana: türkiye’de, ister istemez, bizim edebiyatımız, kaçınılmaz olarak, bütün edebiyatlar gibi belki, biraz ‘iceberg’dir. bir görünen kısmı vardır, bir de daha zor görünen bir kısmı vardır. şimdi, görünen kısmı, son 20 yılda, özellikle ’80 sonrasında, daha da görünür kılınmaya başladı. kendisi zaten görünmek için bir çaba gösteren bir kesitti bu, yetmiyormuş gibi, medya düzeni de bunları, inanılmaz ölçüde, artık kafamıza kakarcasına görünür kılmaya başladı. buna karşılık, pek çok has edebiyat ürünü, zaman zaman sahiplerinin bundan kaçınmaları nedeniyle, zaman zaman, konjonktür buna elvermediği için suyun altında kalmaya başladılar. şimdi bazı isimler sıralayacağım, bunları bildiğinizi biliyorum, isimlerini zaten türkiye’deki diğer insanlar da biliyordur amaé asaf halet çelebi, metin eloğlu, behçet necatigil gibi şairler; tahsin yücel, oğuz atay, bilge karasu ve benzeri bir takım yazarlar — ötekilerin, spekülatif, etrafında dönen şeyler sizi sanırım öfkelendiriyor. bizi de öfkelendiriyor.

y.k.: kimin?

e.b.: örneğin ahmet altan’ın, örneğin orhan pamuk’un. kimsenin hakkında olumsuz bir şey söylemek istemiyorum, edebiyatçı kimlikleri açısından ama, diyelim ki bu insanlar olsa olsa demin sıraladığım insanlarla eşdeğer olabilirler. oysa üzerlerinde çok duruluyor, ötekilerin üzerinde durulmadığı kadar duruluyor. siz de genellikle, eleştirel bir yaklaşım içerisinde olmak istediğiniz için belki, onların üzerine gidiyorsunuz daha fazla. ilginiz onlara yöneliyor. oysa sizin gibi bir insandan, genel olarak aydın duruşu çerçevesindeki seçimleri nedeniyle, bunları çok fazla kaale almayıp, suyun altında kalanların neden suyun altında bırakıldıkları ve neden toplumumuzun içinde daha geniş kitlelere ulaştırılmadığına ilişkin soruları kurcalamasını beklerdim. örneğin, ece ayhan’ı sevdiğinizi biliyorum, ilgilendiğinizi biliyorum, onun üzerine bir şey yazmadınız ama!

y.k.: ece’yle beraberdik, ece’yi yazıyorum, ama o kadar… ancak, behçet [necatigil] hoca’nın kızı [ayşe sarısayın] yazmıştı, bu yakınlarda okudum, siz yayımlamışsınız; ne güzel bir insan, sanatçı bir insan, notlarımı aldım, benim hocamdı. benim sınıfıma ders vermezdi, ama biz delikten bakardık behçet hoca’ya; çünkü biz fen grubundaydık. kan çıkacaksa, oğuz atay konusunda çıkabilir… oğuz atay’ın kişiliğini çok seviyorum, ama romanına hiç katılmıyorum, o ayrı. bunu da ısrarla yazdım. bana göre, eğer size, benim merakımı göstermesi bakımından bir ipucu sayılırsa, oğuz atay’ın yazdığı mustafa inan’ı da okudum, bana göre çok güzel bir iş mustafa inan. çok beğendim onu, severek okudum. edebiyat değeri olmayabilir, ama ben edebiyat gibi okudum, öbürlerinde endişem var. şimdi şuraya geliyor: bana haksızlık bir ölçüde. hem doğru, hem haksızlık. bir defa ben, bu alana tecavüz ediyorum. bu alan benim alanım değil. ben başka bir alanın adamıyım ve öbür alanda da, maalesef söylediğiniz gibi, ancak önünü kesmek istediklerime çıkıyorum. önünü kesmek isteyip de beğendiğim, yazdığım yok mu? mesela adalet, ama o da sonradan bana küstü; çünkü yazsonu’ndan itibaren adalet’in romancılığının bittiğini söyledim. nasıl dostumdu, ne kadar sevdiğim birisiydi, ama bir müddet sonra benim yazmam lazımdı. bana göre ölmeye yatmak, bazı yazı meseleleri olmakla beraber, bir bütün olarak ele alındığında türk romanının çok güzel örneklerinden biriydi. benim, hiçbir engelleme yapmak istemediğim zaman, okuyucunun dikkatini çekmek için, üç istanbul’u, eylül’ü övmelerim vardır. ama onun ötesinde yazdıklarımın çoğu ön kesmek içindir. eğer siz bende günah arıyorsanız, edebiyat tadı arıyorsanız, ideolojik günah arıyorsanız, marcel proust severim mesela.

e.b.: hayır, bunu, birincisi, günah saymam; ikincisi, zaten günah.

y.k.: hayır ama zaten siz saymazsınız, ben saymadığınızı biliyorum. çok açık olarak söylemeliyim, fethi naci, öbürlerinden daha bilgiyle yazdığı için, fethi’yi iyi bir eleştirmen saymam ben. çünkü, sanat eserinde en önemli şey estetiktir, estetik kaygılarım, iyi ifade ediyor muyum etmiyor muyum…

e.b.: işte belki de edebiyatın, benim gibi marazi bir biçimde çok fazla içinden bakan üyeleri için tedirgin edici sonuç şu: yalçın küçük gibi bir insan edebiyata eğildiğinde getirdiği yaklaşımlarla acaba türkiye’de okurların doğru ya da has, nasıl bir kelime seçeriz bilmiyorum ama, edebiyata yönelmesine katkıda bulunamaz mıydı? örneğin vüsat bener yapıtında türk insanının, taşrasının, dantela gibi işlenişinin önemi üzerinde dursa bilmem kimin romanını bertaraf ettiğinde sağladığı yararının bir o kadarını sağlamaz mıydı?

y.k.: bu doğrudur. ama ben de yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışıyorum. bir de çok pratik bir adamım.

e.b.: evet, doğru. fazla şey bekliyoruz.

y.k.: bu taraf çok açıktır, keşke olsa. üzerime hiç iş sayılmayacak işler yaptım, mesela benim ütopyadaki yaptıklarım. burada söylediğiniz doğrudur, ancak bir çokları bana, “sen her şeyi bırak, edebiyatla uğraş” dediler.

e.b.: yok o kadar da değil tabii.

y.k.: bir de çok ciddi olarak mizah yazmamı önerdiler. bakın eski kitaplarımda komik şeyleri daha çok yazıyordum. şimdi daha üstünü örtüyorum. bu doğrudur ama öyle bir yol seçtik. ben vüsat bener hakkında ne yazayım yani. adamın hiç bir zararı yok ki. (kahkahalar)

e.b.: çok güzel!

y.k.: ben bunu gülesiniz diye söylemedim. çok samimi. üstelik bir kısmıyla ahbaplık da ettim, tanıdığım insanlar. edebiyat çevresinde büyüdüm, her yerde de söylerim, arkadaşlarım da olsa, beni onlar yetiştirdiler. her zaman söylüyorum, en büyük öğretmenim benim yoldaş öğrenci arkadaşlarımdır, hâlâ da buna inanıyorum. ha, hüzünlenmekten söz ediyorsunuz da; geçen gün bir arkadaşım bütün edebiyat dergilerini getirdi, çok da iyi yaptı. siz hüzünlendiniz benim bu halimden, ben de bu ayın bütün edebiyat dergilerini aldım okudum, ne kadar hüzünlendim, ne kadar içim karardı bilemezsiniz. edebiyat adamları niye dilimizi bu kadar kötü kullanıyorlar, niye bu kadar özensizler?

e.b.: biz de bunu devamlı kendimize soruyoruz.

y.k.: bakın mesela ben, siz katılır mısınız katılmaz mısınız bilmiyorum, her şeyi bırakıp dilimizdeki devrik cümle eğilimini törpülemek, ortadan kaldırmak isterim. yani bir kez iki kez kullanılır, siz hele frankofonsunuz, bu kadar kullanım olur mu? ataç’ın, bana göre çok iyi bir şekilde yaptığı bu iş, sonradan fakirler tarafından ana dil haline getirildi. dilimiz gitti ortadan, özensizlik biraz oradan geldi. bunlarla da ilgileniyorum, ancak gücüm yetmiyor. ne olursa olsun, yine de bir akademik hayatımız olduğu için, ki bu çok önemli, çok önem veriyorum ben buna, bol miktarda araştırma ihtiyacını duyuyorum. ben de daha çok araştırarak yazmalısınız diyeceksiniz zannettim, çünkü bunu kendime söylediğim olur. ancak ne yapacaksın, bir yerde öyle oluyor. şimdi de öyle bir hız geldi ki yazmak için, bilemezsiniz, topluma daha büyük bir bilimsellik aşılamak istiyorum. çünkü bir toplumun bilimselliği, sıradan insan bilimsel olursa bilimselliktir. bunu yapmak istiyorum, 1980’li yıllarda yayımlanan on tane tez kitabım çok güzel bir tartışma başlattı. o günleri biliyorum, her ev tıpkı, sizin çok iyi bildiğiniz, o fransızların ‘salon’larına benzemişti. kitaplarımın arkasında aydını, politikasını tartışıyordu. şimdi de inanılmaz bir şey var, her ev isimbilim, onomastik oynuyor. kahvelerde de onomastik oynanıyor; ancak bu kadar tarihçisi olan bu topluma isimbilimi benim gibi bir plancının getirmemiş olması gerekirdi. her cephede savaşıyorum, tarih vakfı diye bir vakıf var, başkanı inşaat mühendisi. genel sekreteri, benim öğrencim, iktisatçı. bir tanesi daha var, yiğit, mimar; bunların çoğu benim arkadaşım. kimse yanlış anlamasın ama böyle şey olur mu? bu memlekette samuelson ingilizcesiyle tarihçilik olur mu? odtü’de samuelson okutulurdu, ufacık bir ingilizcedir o; “i go, i come” yeter. hiçbiri ingilizce de bilmiyor. 1980’li yıllardaydı, yök kurulmuştu, doçentlik sınavını yök yapıyordu. ingilizceden, odtü’de doçentlik sınavına girenlerin çok büyük bir kısmı başarılı olmuştu. namuslu bir adamım, o zaman “hayır yök biçmedi, hayır bunlar ingilizce bilmezler” dedim. dil bilmek başka bir şeydir. eğer bir roman okuyamıyorsa, bir tiyatroyu izleyemiyorsa, o insana istediği kadar mühendis olsun, dil biliyor diyemeyiz. odtü’de ingilizce dersi vermekle, ingilizce bilinmez. ha, şimdi ben bunları yazıyorum, herkes bana böyle şey olur mu diyor. şu tarih mesleğine bakın, burada bir tarih vakfı, tarihle ilgisi olmayan insanlarla yönetiliyor. öbür taraftan tarih kurumu, bunların hepsi ilahiyat mezunu veyahut o kafada ve aynı amprisizm. adam, türkçe profesörüymüş, ‘nar’ kelimesinin ‘ateş’ olduğunu bilmiyor. onun için böyle sorunlarımız var.

e.b.: bu durumda da tabii edebiyatçıların daha iyi yazmalarını beklememiz de zor. ikisi birbirine bağlı şeylerdir.

y.k.: edebiyatçı dili sevmelidir. bana bir soru yönelttiler yakın zamanda edebiyat ve eleştiri’de…

e.b.: gördüm, okudum ve çok sevindim. cevabınıza da yürekten, yüzde yüz katılıyorum.

y.k.: ben dilimi seviyorum. dil sevgisi… bu kitabın önsözüne ‘dil tadı’ diye bir laf uydurdum. insan dilini sevmezse nasıl insan olur? atina’da hakkımda romanımsı bir kitap yazan sofia çok hırslı bir kızdı. on yıl amerika’da, italya’da yaşamış, atina’da çok başarılı bir genç hanımdı. beni çok etkiledi, iki açıdan çok etkiledi. sofia, memleketini seviyor musun, dedim. “işte ege, yunanistan, ama yalçın, dünyanın en güzel dili benim dilim” dedi. çok kıskandım. bir insanın ‘dünyanın en güzel dili benim dilim’ demesi ne güzel bir şey…

e.b.: ben de türkçe’nin dünyanın en güzel dili olduğuna inanıyorum. her şeyi söyleyebilen bir dil olduğuna inanıyorum. çok mutluyum.

y.k.: benim türkçe konusunda iddialarım çok. hiçbir dilin öbür dillerden daha güzel olduğunu düşünmüyorum, ancak benim dilim de güzel. bana göre bu benim annemin dili olduğu için güzel. annem bana her şeyi bu dille öğretti. insan sevgilisiyle konuştuğu için güzel. öbür taraftan bakarsak, dilimizin inanılmaz güzel bir yapısı var. bana göre kaşgarlı çok çok büyük bir adam. bir milletten böyle bir adam nasıl çıkıyor, 1070’lerde böylesine düzgün, böylesine bilimsel bir kafa, inanılmaz. sevdiğim yazarları okurdum ve onlardan güzel cümleler kopya ederdim. benim dile sevgim öyledir. mesela sevgi’yi (soysal) çok severdim ben. yaşasaydı, çok büyük bir sıçrama yapacaktı, yazık oldu.

ömer kükner: ben bir soru sorabilir miyim? ben hocayı çok eskiden beri tanırım. ama annesinden bu kadar bahsettiğine son dönemlerde şahit oluyorum. özel bir nedeni var mı?

y.k.: benimle, kavgacı yanımla ilgili çok soru soruldu, o annemden geliyor. annem hep senaryo kurmuştur hayatta. bir de çok kötü, zor günlerde hiç moralini bozmadı. paris ve gebze’den döndükten sonra beni tanıyan bütün yakınlarımı çok şaşırttım, halbuki ben şaşırmadım, kendimi şaşırtmadım. hem annem, hem de babam ben sürgündeyken göçtüler. biri ankara’da diğeri de iskenderun’da yatıyor. yakınlarım çok şaşırdılar, mezarlarına gitmedim, ama “ben onları, toroslar’a çıkartacağım” dedim. çok yakında yapacağım bunu…

o en yüksek toroslar’a, beni bir kez babaannem götürmüştü. sonra köyün yaşlılarıyla da çıktım. küçük efendi dedemin mezarına, iki yaşındayken götürmüştü babaannem, bu yakınlarda oralara gittim… babaannem bir gün bana, “çalışkan oğlum, şahbaz oğlum, gel gidelim dedenin mezarını temizleyelim,” demişti. ben de gitmiştim, mezar çamların arasından akdeniz’i görüyordu. sonradan, annemle babamı da oraya götüreceğim, dedim. iç asya’dan geldiler, akdeniz’i görsünler istedim. şimdi herkes, ölü adam nasıl görür diye çok şaşırdı. ben göreceklerine inandım. sonradan büyüklere gittim, “yok, küçük efendi dedenin mezarının yerini biliyoruz ama o denizi görmez.” dediler. israr ettim, şimdi oraları buldum, onları oraya götüreceğim. o da benim iç asya’ya bağlılığım.

Benzer Yazılar

Platonik Kemalizm*-Saltuk Buğra Yurteri

Yazılar 19 dakika önce

Konuşmak veya yazmak insanın kafasındaki dağınık toz bulutu halindeki düşünceleri sistematikleştirmesini sağlayabiliyor. Uzun zamandır dert edindiğim ve üzerine düşündüğüm bir konuyu dünkü Anlık dergisi yayını sayesinde kavramlaştırabildim ve orada dile getirdiğim kavramı yazıya döküp kalıcılaştırmak istedim. Başlıktan da anlaşılabileceği üzere bu kavram: “Platonik Kemalizm”. Nedir bu Platonik Kemalizm? Bu kavramın oluşmasında kabaca iki temel var. Uzun zamandır çeşitli Kemalist kişi ve oluşumlarla iç içeyim. Bu kavramın veri boyutunu bu ortamlarda duyup gördüğüm şeyler oluşturuyor. Kuramın temelini ise Niyazi Berkes’ten alıyorum. Nihayetinde Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabı gelenekselcilik, muhafazakarlık, “Nizam-ı Alem”, dünyanın dengesi vesaire gibi kavram ve dünya görüşleri ile yenilikçilik, ilerleme, bitmeksizin devam eden bir çağdaşlaşma süreci gibi kavram ve dünya görüşleri arasındaki çatışmayı ele alıyor. Nedir benim dert edindiğim şey? Başta buna “Kemalist Asr-ı Saadetçilik” diyorduk. Bir mükemmel dönem anlatısı, 1923-1938. Sonrasında Atatürk’ün (Mesih’in) ölümünün ardından sürekli bir ihanet ve karşı devrim süreci. Çözüm önerisi ise o dönemin ruhuna, kurumlarına, düzenine […]

Kemalist miyiz, sosyalist mi? ‘Bir şerden hayır arama yazısı’ ―Emirhan Akman yazdı.*

Forum 2 hafta önce

Şerden hayır çıkaran bir kültürün çocuklarıyız, yani bir şeye kötü, işe yaramaz deyip geçmeyiz. Bir daha bakarız, bir kez daha yeni bir gözle bakarız kötüye ya da kötüye neden olan şeye. A. İlhan Diyalektik Gazel’inde “karşıtıyla yüklüdür her şey mutlak çözümlerden vazgeç tartışılmaz mükemmellikler ne gizli kusurlarla gelir…” diyor, çizgim budur. Dün Hararet’in genel yayın yönetmeni olarak uzun süredir beklettiğimiz bir işi tamamlamak istiyordum. Bir kitap listesi sözü vermiştik fakat uzun süreli bir uyuşukluk hali listeyi erteletmişti, dün o işi bitirmeliyim dedim ve daha önce grup içinde herkesten aldığımız kitap listesini birleştirerek bir liste çıkardım. Listedeki kitaplar hepimizin bir dönem faydalandığı kitaplar, kitaplara dair bir itiraz olmadı. Liste yayınlandıktan sonra asıl problem duyuruş metnimizdi. Şöyle bir giriş yapmıştım: “Kemalizm meselesini önemsiyoruz, Kemalist değiliz ancak Türk modernleşmesinin en radikal dönemini anlamadan Türk Solunu anlamaya girişmenin beyhude olduğunu düşünüyoruz.” Şimdi tekrar bakınca herkes adına çok keskin bir tespitle başlamışım, “Kemalizm meselesini önemsiyoruz, Kemalist değiliz…”. […]

“Faşizm, sürecimizi bir kez daha raydan çıkarmaya çalışacak.” – Carlos Ron ile mülakat (İkinci Bölüm)

Forum 1 ay önce

Çok kutupluluk, enternasyonalizm ve Venezuela seçimleri: Carlos Ron ile mülakat (İkinci Bölüm) Carlos Ron, Kuzey Amerika’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı ve dünya halkları arasında barış ve dayanışmayı teşvik eden Venezuela Simón Bolívar Enstitüsünü yönetiyor. Bu mülakatın birinci bölümünde Ron, ABD’nin Monroe Doktrininin Venezuela’ya karşı hükümeti devirmek amacıyla uygulandığını savunmuştu. Ayrıca, son on yıllarda ortaya çıkan emperyalist saldırganlığın özellikle agresif bir fazı olan “hiper-emperyalizmden” söz etmişti. Mülakatın ikinci bölümünde Ron, çok taraflılığın ve yaklaşan devlet başkanlığı seçimine yönelik beklentilerini ele alıyor. Ayrıca Bolivarcı Süreç açısından ülkenin önündeki zorlukları da ele alıyor. yüzyılın ilk on yılında, Latin Amerika entegrasyonuna doğru geniş çaplı bir hareketin ortaya çıktığına şahit olduk. Bu hareket şu anda daha az güçlü. Fakat, ABD emperyalizminin çöküşüyle karakterize olan yeni bağlamda, BRICS gibi çok kutupluluk teşebbüslerinin ortaya çıktığına da şahit olduk. Emperyalist çöküş —ve bu çöküşün teşvik ettiği şiddet— dünya çapında hissediliyor. Son on yılda tanık olduğumuz şey, bir yanda […]

0 Yorum

Rastgele