“Vücut dimdik, eller dizler üzerinde kenetli, gözler, eski Petçek Bankası olan binanın bir odasının sararmakta olan duvarına mıhlanmış, hazırol durumda oturmak, elbet, düşünmeye elverişli bir durum olmasa gerek. Ama insanın düşüncelerini hazırolda durmaya kim zorlayabilir?” —Fuçik gözaltında.
“Soruyorum sevgilime
Darağacından Notlar’ ı okudun mu ?
Bu bizim hayatımız. ” —Ataol Behramoğlu..
Kurgu bir hikâyeden değil üstteki satırlar, bu an gerçekten yaşandı ve gerçekten hazırolda durmadı o devrimci. Fuçik’in Darağacından Notlar kitabına başlamayı defalarca kez düşünmüştüm, devrimci portrelerin insana verdiği ilhamı önemsiyorum, bu sebeple elim hep ona gidiyordu. Devrimci gelenek için devrimci portrelerden ilham almak bir tutamaç olur insana. Fuçik’ten öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum. Esasında sorumuz çok basit, hatta fikrimce soru sormayı bilenler nihayetinde tek bir soru sorar kendisine: ‘elimdeki yaşamı nasıl kullanacağım?’.
Kitaba başladıktan kısa süre sonra Fırat Kargıoğlu’nun ‘Kant İçin Fragmanlar’ kitabının basıldığını gördüm, konumuzla ne ilgisi var diyebilirsiniz. Kitap tanıtımında Fırat hoca kitabın hikâyesinden bahsederken çıkış yerini ona adeta bilinç tokadı atan bir Kant sorusu olarak gösterir, soru şudur: ‘İnsan kendi kendinden ne yapar?’ Fuçik’in soylu direniş hikâyesi bu soruya yanıttır: insan bazen kendisinden destan yazabilir.
Julius Fuçik, 1903 yılında Prag Smiçov’da doğdu, babası bir çelik işçisiydi. Fuçik, Prag üniversitesinde edebiyat, müzik ve sanat eğitimi gördü. Babası gibi kendisi de işçilik yaptı. Komünist Öğrenci Birliğinin önde gelen isimlerindendi. Gazetecilik ve edebiyat konusundaki yeteneği sayesinde Çekoslovakya Komünist Partisi’nin organı olan Rude Provo’nun editörü oldu. Nazi kuşatması esnasında yeraltına çekilen Komünist örgütlenmenin merkezindeydi. Çok dikkatli olmasına ve titizliğine rağmen sonunda baskın yemiş ve tutuklanmış, hücresi çökertilmişti. Ağır işkencelere maruz kalmış, aşağılanmış, elindeki yaşam 400’ü aşkın gün sınanmış ve sonunda Berlin’de idam edilmiştir.
Peki elimizde tuttuğumuz kitap nasıl meydana geldi? Hikâyenin bir destansı yanı da bu. Fuçik, Prag’da Pankrats hapisanesindeyken cellatların arasından bir kahraman, belki bir sempatizan olan A. Kolinski isimli Çek gardiyan, Fuçik’in hücresine kağıt ve kalem getirir. Hayır, Fuçik istememiştir… Bu Kolinski’nin kendi isteğidir. Bu sayede Fuçik’in notları dışarıya çıkarılmış ve partinin sadık üyeleri tarafından korunmuştur. Fuçik’in devrimci eşi Augustina Fuçik notları kitap haline getirmiştir. Fuçik hücresinde düzeni yargılayan, teşhir eden, insanlığı arayan ve yarını arayan biri olarak kalmıştır. Nefesinin son anına kadar yaptığı şeyin farkındadır, tek bir saniye dahi pişmanlık duymaz. Hücresinde devrimci görevine devam eder: “Yaşamımın filmini yüz kez, binlerce ayrıntılarıyla gördüm. Şimdi onu yazmaya çalışacağım. Celladın ipi, ben bitiremeden boğazımı sıkarsa, geride filmin mutlu sonunu yazacak milyonlarca insan var.”
Fuçik’in Darağacı’nda Öğrettikleri ve Devrimcilik
Fuçik hücresinde 400’ü aşkın gün dayanmıştır. O ölmek için yola çıkmamıştı fakat fikirleri onu ölüme ve işkenceye götürdüğünde pişmanlık yaşamadı. Ne yaptığını ve neden öldürüleceğini biliyordu çünkü ideolojik yoğunlaşması üst düzeydeydi. Ağır işkence sonrası, öldü denilerek bırakıldıktan kısa süre sonra sorguya götürülürken-pelte halinde sedyesinde yatarken-insanlarla dolu bir salondan geçirilmektedir ve kendi durumuna uzaktan bakanları mutsuz etmemek için, ona acımamaları için “Elimi başımın hizasında kaldırıp yumruğumu sıkıyorum. Belki bunun bir selam olduğunu anlayacaklar, belki de budalaca bir hareket bu. Ama daha fazlasına gücüm yetmiyor, bir tek sözcüğe bile…” diyordu Fuçik, o anda dahi hazır ve nazır olduğunu göstermeliydi. Nazi rejimi Çek Cumhuriyeti’yle birlikte işgal ettiği her yerde yönetmek için en şedit yöntemleri tercih ediyordu çünkü kurduğu düzen aşırı kırılgan bir yapıdaydı. Rıza üretme mekânizması tamamen zor yöntemleriydi. Düzen kendini kaba kuvvetle göstermek zorundaysa devrimci için bedeni de en az aklı kadar direnme aracı olabilir, Fuçik’in başına gelen de buydu.
“Hücrelerin Elleri”
Direnişin mekânı hapishaneler ve hücrelerdi. Devrimciler birer birer yakalanıyor, o ana dek sınanmadıkları şekilde sınanıyorlardı. Fuçik bize bu sınanışların öğrettiklerini aktarmada oldukça mahirdi. Hapishanede soyutlanmanın kötü olduğunu söylüyordu Fuçik, bir devrimci düşüncelerinde bile örgütlü kalmalıydı. İspanya cephesinde savaşırken, Fransa’da toplama kampındayken yılmayan bir devrimcinin Gestapo subayının elindeki elektrik düğmesini görünce diğerlerini nasıl ele verdiğini şöyle anlatıyordu: “Bir topluluk içindeyken, çevresi aynı düşünceleri paylaşan yoldaşlarla sarılı olduğundan güçlüydü. Onları düşündüğünde güçlüydü. Ama soyutlandığında, her yandan saldıran düşmanın karşısında yapayalnız kaldığında, tüm gücünü yitirmişti. Kendisini düşünmeye başladığı için her şeyi yitirdi…” Devrimciler hapishanede yalnız değildir. İdeoloji ve bilincin o muhteşem gücü yine ortaya çıkar. Pis ve adi bir suçtan değil, başka türlü bir dünya arzuladığı için içeride olanlar için ‘yalnızlık’ yoktur der Fuçik: “Tutukluluk ile yalnızlık, çoğu zaman insanların kafasında birbiriyle karıştırılan iki kavramdır, ama aslında büyük bir yanılgıdır bu. Hapishane ufak bir toplumdur (…) Zincire vurulanların kardeşliği, karşılaştığı baskıyla güçlenir, yoğunlaşır ve bu baskı onu daha dayanıklı kılar (…) Hüclerin elleri vardır; zorlu bir sorgudan sonra işkence edilmiş olarak geri döndüğünüzde düşmemeniz için sizi nasıl tuttuklarını hissedersiniz. Başkaları siz aç bırakarak ölüme sürüklerken onlar sizi besler…”
“Ya evet, ya hayır!”
Hapisahane yazısı yazmak istemezdim fakat zorundayım. Diktatör olmaya heveslenen ve kendi halkını inatla yoksullaştıran bir grup insanın ülkesinde devrimci olacaksanız hapishane tecrübeleri sizin düşüncelerinizi netleştirmeli. Tamam mı, devam mı? Çünkü bu yolun içinde her şey var, hayatın kendisi de bu zaten. Oyuna her şey dahil, hiçbir şeyi ayıklayamayız. Fuçik oyunun sonuna gelmişti, hikâyesi bu açıdan kıymetli. Tükenmeyi biliyordu ve dayanmayı da. İşkenceyi şöyle tarif eder: “Burada sözcüklerini tartmazlar, senin içinde olanı tartarlar, neden yapıldığında bakarlar. Zaten bu zamana dek sende kalan yaşamda önemli olan tek şeydir.” ve şöyle devam eder işkencenin sıfır pozisyondaki insanı: “Yalnızca özne ile yüklem kalmıştır; sadık olan direnir, hain olan ihanet eder, kahraman mücadele eder, ödlek olan çözülür. Her birimizde güç ve güçsüzlük, yüreklilik ve korku, sağlamlık ve yalpalama, saflık pislik var. Burada ya biri kalır ya da öteki kalır. Ya evet, ya hayır.” Devrimci işkence anında çıplaktır, istenen benliğidir. Artık yaşamın tüm yanılsaması ortadan kalkmıştır, tüm ertelemeler orada bitmiştir… Ya evet, ya hayır! Sınanmanın doruğudur orası.
Umut ve Son Asker Olabilmek
Devrimci umut eder, yarını arzular. Başka bir yarın için her şeyini vermeye hazırdır çünkü o tarihi hafızasında tutar. Düşüşleri de yükselişleri de bilir bu sayede. Fuçik de hapishanede kendi kendine sorar. Yarın gelecek mi? “Buradaki yaşamımız böyle işte. Geçen yıl, geçen ay, bugün, yarın — gözlerimiz hep, umudumuzu taşıyan yarma dönük. Şansınız olmayabilir, yarın vurulabilirsiniz de— ama ah, o yarında ne çok şey olabilir! Hele bir yarın olsun, bak nasıl her şey değişecek… Değişebilir yani. Hiçbir şey durmuyor ki… Hiçbir şey durağan değil ki…” Hatta daha fazlasını söyler Fuçik. Eğer bu savaş bitecek, faşizm yenilecekse kendi kendine düşündüğü o trajik sahnede kendisine başrol verir: “Savaşın en son anında, en son kurşunla yüreğinden vurulan en son asker olmanın ne denli acıklı bir şey olacağını sık sık düşünmüşümdür. Ama birisinin düşecek o en son asker olması gerek. Eğer düşecek o en son adam olabileceğimi bilseydim, şu an durmaz giderdim.”
Hiçbir zaman devrimciliği hapishane, ölüm ya da işkence övgüsü olarak görmedim. Sadece bir devrimcinin riskleri de yaşamına dahil edip, sözleri ve eylemleriyle bütünlüklü bir yaşam yaşaması gerektiğine inanıyorum. Haliyle bu öylesine yaşamak değildir, hesaplı ve amaçlı bir yaşamaktır. Kant’ın “insan kendi kendinden ne yapar?” sorusunu hatırlarsak, ne diyebiliriz? İnsan bazen tüm insanlık için kendisini feda edebilir. Kendisinden bir destan yazabilir ve yapabilir. Fuçik’in hikâyesi esasında tamamen budur. Devrimcilik oyun değildir, hayatın ta kendisidir:
“Benim oyunum da sona yaklaşıyor. O sonu yazamayacağım, çünkü nasıl olacağını bilmiyorum henüz. Bu, artık oyun değil yaşamın ta kendisi.
Gerçek yaşamda izleyici yoktur; herkes katılır yaşama. Son sahnenin perdesi açıldı. Dostlarım, hepinizi sevdim. Nöbeti teslim ediyorum!”
-Emirhan Akman

Ben kitabı Payel’den okudum, Mayıs 1997, 7. Baskı.
0 Yorum