Kanafani olağanüstü bir adamdı*-Tarık Ali’nin röportajı

 RASHID KHALIDI THE NECK AND THE SWORD   Tariq Ali’nin Röportajı   Günümüzle, sadece şu anda Filistin’e karşı uygulanmakta olan dehşet anlamında değil, Filistin’in hala aktif durumda olan geçmişinin bir parçası olan günümüzle başlayalım. 1936-39’daki büyük Arap Ayaklanması’nın Anglo-Siyonistlerce acımasızca bastırılmasını 1948 Nakba’sı, 1967’deki Altı Gün Savaşı, 1982’de Ariel Sharon liderliğindeki Beyrut kuşatması, Sabra ve Şatilla katliamları, iki İntifada ve o zamandan beri İsrail’in aralıksız terör yağdırması izlemiştir. Ancak görünen o ki 7 Ekim sonrası soykırımı, bunların herhangi birinden daha büyük bir küresel etkiye sahip olmuştur.   Evet küresel çapta bir şeyler değişti. Bu tarihi olayların neden anlatıyı, bilhassa da toplumsal anlatıyı tamamen değiştirecek bir etkiye sahip olmadığından emin değilim. Sosyal medya gibi bu konularda spekülasyon yapmak istemiyorum. Ancak bu, bir neslin kendi cihazları üzerinden eş zamanlı olarak tanık olduğu ilk soykırım oldu. Sudan ya da Myanmar’da olduğu gibi; ABD, İngiltere ve Batılı güçlerin doğrudan katılımcı olduğu son zamanlardaki ilk […]

Kanafani olağanüstü bir adamdı*-Tarık Ali’nin röportajı

 RASHID KHALIDI

THE NECK AND THE SWORD

 

Tariq Ali’nin Röportajı

 

Günümüzle, sadece şu anda Filistin’e karşı uygulanmakta olan dehşet anlamında değil, Filistin’in hala aktif durumda olan geçmişinin bir parçası olan günümüzle başlayalım. 1936-39’daki büyük Arap Ayaklanması’nın Anglo-Siyonistlerce acımasızca bastırılmasını 1948 Nakba’sı, 1967’deki Altı Gün Savaşı, 1982’de Ariel Sharon liderliğindeki Beyrut kuşatması, Sabra ve Şatilla katliamları, iki İntifada ve o zamandan beri İsrail’in aralıksız terör yağdırması izlemiştir. Ancak görünen o ki 7 Ekim sonrası soykırımı, bunların herhangi birinden daha büyük bir küresel etkiye sahip olmuştur.

 

Evet küresel çapta bir şeyler değişti. Bu tarihi olayların neden anlatıyı, bilhassa da toplumsal anlatıyı tamamen değiştirecek bir etkiye sahip olmadığından emin değilim. Sosyal medya gibi bu konularda spekülasyon yapmak istemiyorum. Ancak bu, bir neslin kendi cihazları üzerinden eş zamanlı olarak tanık olduğu ilk soykırım oldu. Sudan ya da Myanmar’da olduğu gibi; ABD, İngiltere ve Batılı güçlerin doğrudan katılımcı olduğu son zamanlardaki ilk olay mıydı? Filistin destekçilerinin bir nesil veya daha uzun süredir yürüttüğü çalışmalar mı insanları buna hazırladı. Bilmiyorum.        Ancak Gazze’ye sekiz ay boyunca aralıksız olarak uygulanan ve halen uygulanmakta olan dehşet sonucunda yeni bir şey olduğu konusunda haklısınız. 750.000 insanın yurdundan edilmesi aynı etkiyi yaratmamıştı. 1936-39’daki Arap Ayaklanmaları neredeyse tamamen unutuldu. Daha önceki olayların hiçbirinin böyle bir etkisi olmamıştı.

 

Arap Ayaklanması, hak ettiğinden çok daha az dikkat çekmesine rağmen, sömürgecilik karşıtı mücadelenin en büyük olaylarından biri olarak beni daima büyülemiştir. Bir eylem olarak başladı, bir dizi eylem halini aldı, sonrasında İngiliz güçlerini üç yıldan fazla bir süre boyunca meşgul edecek devasa bir ulusal başkaldırışa dönüştü.

 

Arap Ayaklanması esasen büyük ölçekli bir halk ayaklanmasıydı. Geleneksel Filistin yönetimi gafil avlanmıştı, tıpkı 1987’de Birinci İntifada’nın Arafat ve FKÖ yönetimini şaşırtması gibiydi. Her iki ayaklanma da küçük olaylardan alevlenmişti. Arap Ayaklanması özelinde ise bu küçük olay, Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın Kasım 1935’te İngiliz güçleri tarafından öldürülmesiydi. 1882’de Suriye kıyısındaki Cebele’de doğan El Kassam, El Ezher’de eğitim görmüş bir din alimi ve antiemperyalist bir militandı. 1911’de Libya’da İtalyanlarla başlayarak, 1919-20’de Suriye’deki Fransız manda birliklerine kadar bölgedeki tüm Batılı güçlere karşı savaştı. Sonunda çoğunlukla köylüler ve kent yoksulları arasında çalışıp yaşadığı yer olan İngiliz mandasındaki Filistin’e gitti. El Kassam’ın cinayetleri öylesine büyük boyutlara ulaşmıştı ki, birkaç ay içinde iki dünya savaşı arası kolonyal tarihin en uzun genel grevinin patlamasına yol açtı. En iyi anlatım, 1972’de İsrailliler tarafından suikasta kurban giden büyük Filistinli yazar Ghassan Kanafani’ye aittir; bu, onun ölümünde tamamlanmamış olan Filistin direnişi tarihinin ilk bölümü olacaktı.

 

Kaffani’nin analizi bugüne kadar geçerliliğini koruyor. Diğer hususların yanı sıra, Hitler’in iktidara gelmesinden sonra 1930’larda Filistin’e artan Yahudi göçünün toplumsal sınıflar üzerindeki ekonomik etkisinin; Ben-Gurion’un ‘Sadece Yahudi İşgücü’ (Jewish Labour Only) politikası doğrultusunda Arap işçilerin fabrikalardan ve şantiyelerden kovulmasının; 20.000 köylü ailenin tarlalarından ve meyve bahçelerinden atılmasının, gaip arazi sahipleri tarafından Siyonist yerleşimcilere satılmasının ve artan yoksulluğun altını çizdi. Bu halk isyanları, insanlar eskisi gibi yaşayamayacakları bir noktaya ulaştıklarında patlak verir ve bu durumda toplumsal öfke güçlü milli ve dini duygularla birleşir. Filistinliler, bir buçuk asır boyunca, 1921’de İrlanda hariç, tek bir sömürgesine bile bağımsızlık vermek zorunda kalmamış olan Britanya İmparatorluğu’nun tüm gücüne karşı ayaklandılar. Arap Ayaklanması dünyanın hala en güçlü olan imparatorluğu tarafından bastırıldı ama Filistinliler üç yıldan fazla bir süre boyunca savaştı ve yetişkin erkek nüfusunun belki de altıda biri öldürüldü, yaralandı, hapse atıldı ya da sürgüne gönderildi. İki dünya savaşı arası dönemde bu, kolonyal rejimi devirmeye yönelik eşi benzeri görülmemiş bir girişimdi. Bu ayaklanma ancak 100,00 kadar askerin konuşlandırılması ve Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) sayesinde bastırılabildi. Bu olay Filistin tarihinde unutulmuş bir sayfadır.

 

Bu yenilgi aynı zamanda Filistinli kitlelerde bir moral bozukluğuna yol açmamış mıydı, ki 1947’de Nakba başladığında Filistinliler hala 1936-39 terörünün etkisinden çıkamamışlardı?

 

Arap Ayaklanmasının yenilgisi Filistinli halkını on yıllar boyunca etkileyen ağır bir miras yarattı. Kanafani’nin yazdığı gibi; Nakba yani ‘Filistin yenilgisinin ikinci bölümü’-1947’nin sonundan 1948’in ortasına- şaşırtıcı derecede kısaydı. Çünkü 1936 Nisan’ından 1939 Eylül’üne kadar süren uzun ve kanlı bir bölümün sonucuydu. İngilizlerin yaptıkları daha sonra Ben-Gurion’dan itibaren Siyonist liderler tarafından neredeyse tüm ayrıntılarına kadar kopyalanmıştır. Sadece bu sebeple bile Filistin toplumuna neye mal olduğunu hatırlatmak gerekiyor. En az 2.000 ev havaya uçuruldu, ekinler telef oldu, yüzden fazla direnişçi ateşli silah bulundurmaktan idam edildi. Tüm bunlara sokağa çıkma yasakları, yargısız tutuklama, ülke içi sürgün, işkence, özgürlük savaşçılarının saldırılarına karşı kalkan olarak köylüleri buharlı trenlerin önüne bağlamak gibi uygulamalar eşlik etti. Yaklaşık bir milyonluk bir Arap nüfusunun 5.000’i öldürüldü, 10.000’den fazlası yaralandı ve 5.000’den fazla siyasi mahkûm sömürgecilerin hapishanelerinde çürümeye terk edildi.

 

Arap Ayaklanmasının bastırılma sürecinde İngilizler kendileriyle birlikte çalışan Siyonist güçlere kontrgerilla alanında kayda değer eğitimler verdi.

 

Evet. Siyonistlere her türlü el altındaki sömürgecilik yöntemleri, Orde Wingate gibi kontrgerilla uzmanları ve diğer işkence-cinayet uzmanları tarafından öğretildi. İngilizler Hindistan’dan, Hintli milliyetçiler tarafından altı suikast girişimine maruz kalan Kalküta’nın kötü şöhretli Polis Şefi Charles Tegart gibi eski askerleri getirtti. Tegart tarafından inşa edilen aynı kaleler ve tutsak kampları bugün hala İsrail tarafından kullanılmaktadır. İrlanda’dan ve Wingate’in başladığı ve babasının kuzeni Reginald Wingate’in daha önce koloni temsilcisi ve istihbarat subayı olduğu Sudan gibi İmparatorluğun diğer yerlerinden insanlar getirdiler.

 

Orde Wingate, çoktan unutulmuş bir isim. Montgomery’nin “Yaptığı en iyi şey 1944 yılında Burma’da kaza yapan ve ölümüne neden olan uçakta bulunmasıydı” dediği bu kaçık figürü pek çok okurun duymuş olduğundan bile şüpheliyim. Kimdi ve Siyonist güçlerle herhangi özel bir bağlantısı var mıydı? 1976’da BBC’de yayınlanan ve bir kahraman olarak tasvir edildiği bir diziyi hayal meyal hatırlıyorum.

 

Montgomery’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere, daha sonra tümgeneral olan, kendi tarafındaki pek çok kişi tarafından bile nefret edilen soğukkanlı bir sömürgeci katildi; Montgomery ayrıca Wingate’i ‘akli dengesi bozuk’ olarak tanımlıyordu. Konu halklara acı çektirmek olduğunda hiç de yabana atılmayacak biri olan Churchill, Wingate’i ‘komuta edilemeyecek kadar manyak’ olarak nitelendirmiştir. İngiliz Hindistan’ında dindar bir Plymouth Brethren ailede doğdu. Bir köktendinci Hristiyan ve bir İncil yorumcusu olarak, Yahudilerin kurtuluşunun Eski Ahit versiyonunu savunmuştur. Filistin’e askeri istihbarat yüzbaşısı olarak, tam da 1936 ayaklanması başlarken geldi. Arapça biliyordu, İbranice öğrendi ve Haganah savaşçılarının, bugün İsrail ordusu ve yerleşimcilerin yaptığı gibi dağlardaki Filistinli köylüleri hedef alıp öldürmeleri için ‘Special Night Squads’, yani başka bir deyişle ölüm mangaları olarak eğitilmesinde kilit bir figür haline geldi. Ünü o kadar yayılmıştı ki, 1939’da Avrupa savaşı patlak verdiğinde Arap ileri gelenleri Wingate’in bölgeden uzaklaştırılmasını talep ettiler. Edildi de. Pasaportuna geri dönmesini engelleyecek bir damga vuruldu. Görevi sona ermişti. Moşe Dayan ve Yigal Allon gibi Palmach’ın ve daha sonra İsrail ordusunun komutanları olacak birçok kişiyi eğitmişti. İsrail’deki birçok yer onun adını taşımaktadır ve haklı olarak İsrail askeri doktrininin kurucusu olarak kabul edilmektedir.

 

Onları iyi eğitti.

 

Evet, öyle. Bir zamanlar İngiliz sömürge uzmanlığı olan şey, İsrail sömürge uzmanlığı haline geldi. İsrailliler ne yaptılarsa İngilizlerden öğrendiler- örneğin İngilizlerin Irgun’a karşı kullandıkları 1945 Savunma Acil Durum Yönetmeliği (Defence Emergency Regulations) gibi yasalar da dahil. Aynı yasalar günümüzde hala yürürlükte ve Filistinlilere karşı kullanılıyor. Bunların hepsi İngiliz sömürge sisteminden geliyor.

 

Arap Ayaklanmasında kazanılacak bir zafer -hatta beraberlik bile- Filistin ulus kimliğinin temellerini atacak ve önlerindeki savaşlar için güçlerini arttıracaktı. Kanafani gibi siz de geleneksel Filistin liderliğinin bocalamalarının, örneğin St James Konferansı’nda İngilizler tarafından tahtlarına oturtulan işbirlikçi Arap krallarına boyun eğmelerinin yenilgide kilit bir rol oynadığını mı savunuyorsunuz?

 

 

O zaman da tıpkı bugünkü gibi Filistin liderliği bölünmüş durumdaydı. Halkı harekete geçirmek ve bu konuların tartışılabileceği temsili bir ulusal oluşum, bir halk meclisi yaratmak gibi uygun bir strateji üzerinde anlaşamamaları onları zor durumda bırakıyordu. İngilizler, Hindistan, Irak ve Afrika’ dakinin aksine, Filistinlilerin sömürge devletine siyasi erişimini reddetti. Dolayısıyla, sömürgeci kontrol yapılarından kararlı bir şekilde kurtulmak için bir halk meclisi oluşturulması yönündeki görüş çok önemliydi.

 

Ayaklanma’nın arka planındaki bir diğer faktör ise Avrupa’da faşizmin yükselişiydi.

 

Naziler iktidara geldiği andan itibaren, Yahudiler için dünyayla ve Siyonizm’le ilişkilerinde tüm durum değişti. Bu tamamen anlaşılabilir bir durum. Bu durum Filistin için de değişiklikler yarattı: 1932 ve 1939 yılları arasında Yahudilerin nüfusa oranı yüzde 16 ya da 17’den yüzde 31’e yükseldi. Siyonistler aniden Filistin’i ele geçirmek için 1932’de sahip olmadıkları uygun bir demografik tabana sahip oldular.

 

Filistinliler, Avrupa’nın Yahudi soykırımının dolaylı kurbanları oldular.

 

Kesinlikle. Filistinliler, orta çağa kadar uzanan Avrupa Yahudi nefreti tarihinin bedelini ödüyorlar. I. Edward’ın 1290’da Yahudileri İngiltere’den sürmesi, bir sonraki yüzyıldaki Fransız tehcirleri, 1490’lardaki İspanyol ve Portekiz kararları, 1880’lerdeki Rus pogromları ve son olarak Nazi soykırımı. Tarihsel olarak, esasen Avrupalı bir Hıristiyan olgusu.

 

Ya Avrupa’da Holokost olmasaydı ve Alman faşistler Yahudileri yok etme saplantısı olmayan sıradan faşistler olsalardı?

 

İlginç bir varsayımsal soru. Ama 1939’daki duruma bir bakın. Yahudiler ya da Siyonizm ile hiçbir ilgisi olmayan nedenlerden ötürü, güçlü İngiliz emperyal desteğine sahip bir Siyonist proje zaten vardı. Bunun stratejik çıkarlarla ilgisi vardı. Balfour Deklarasyonu, İngiliz parlamento tarihinin en anti-semitik yasası olan 1905 tarihli Aliens Act’ı (Yabancılar Yasası) geçirmekten sorumlu kişi tarafından yapılmıştı. İngiliz yönetici sınıfı Yahudileri kişisel olarak önemsemiyordu. İncil’i okumalarını önemsiyor olabilirlerdi ama en çok önemsedikleri şey, 1917’den çok önce Filistin ve Orta Doğu’nun Hindistan’a açılan bir kapı olarak stratejik önemiydi. Başından sonuna kadar onları asıl ilgilendiren buydu. 1948’de ayrılmak zorunda kaldıklarında bunu yapabildiler çünkü 1947’de Hindistan’ı zaten terk etmişlerdi ve Filistin’e eskisi gibi ihtiyaçları yoktu. Hitler öldürülmüş olsaydı, İngiliz emperyal desteğiyle bir Siyonist proje yine var olacaktı. Siyonizm her zaman hedefi olan ülkenin tamamını ele geçirmeye çalışacak ve etnik temizlik ve göç yoluyla bir Yahudi çoğunluğu yaratmaya çalışacaktı. Bunun ötesinde bir tahminde bulunamam.

 

Ama Yahudi toplulukları içinde de Siyonizm karşıtı akımlar yok muydu?

 

 

Elbette Yahudi komünistler, Yahudi asimilasyoncular vardı. Doğu Avrupa’nın zulüm gören Yahudi nüfusunun ezici çoğunluğu beyaz yerleşimcilerin kolonilerine göç etmeyi tercih etti: Güney Afrika, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda ve hepsinden önemlisi Amerika Birleşik Devletleri; bazıları da Arjantin ve diğer Latin Amerika ülkelerine gitti. Bunlar çoğunluktu ve Avrupa’da kalanlar dışında dünyadaki Yahudi nüfusunun büyük kısmı bu ülkelere gitti. Anti-Siyonizm, Hitler’e kadar bir Yahudi projesiydi. O tarihten önce Siyonistler azınlıktaydı ve programları Yahudi cemaatleri arasında derin tartışmalara neden oluyordu. Ancak Holokost, Siyonizm’e verilen destekte bir tür anlaşılabilir tekdüzelik yarattı.

 

Yenilgiler genellikle her şeyi bir süreliğine durdurma etkisine sahiptir; daha sonra ise direniş farklı biçimlerde yeniden yükselir. Ancak 1936-39 sürecinde yenilginin akabinde hemen İkinci Dünya Savaşı patlak verdi – ki bu savaş Çin’de başladı, ancak pek çok kişi buna Avrupa savaşı diyor. O dönemde Filistin yönetimindekilerinin tutumu nasıldı? Endonezya, Malezya, Hindistan ve Orta Doğu’nun bazı bölgelerinde milliyetçi hareketin bazı kesimleri şöyle diyordu: Düşmanımızın düşmanı geçici olarak da olsa dostumuzdur. Düşmanımız Britanya İmparatorluğu olduğuna göre, bu Almanlar ya da Japonlar demektir. Anouar Abdel-Malek, Mısır hakkındaki kitabında, Rommel’in Mısır’ı ele geçirme ihtimali belirince İskenderiye’de toplanan büyük kalabalıkların nasıl “İleri, Rommel, ileri!” diye slogan attığını anlatıyor. İngiltere harici herkesi istiyorlardı. Filistin’deki tutum neydi?

 

Filistin’deki yaklaşım derinden bölünmüştü. Azınlıktaki bir grup lider, Başmüftü’yü takiben Almanların yanında yer aldı. Sıra dışı bir savaş kariyeri vardı: Fransızlar onu Beyrut’tan kovdu, İngilizler 1941’de Irak’ı yeniden işgal ettiklerinde onu Irak’tan kovdu, sonra da İran’dan kovdular. Türkiye’ye gitmeye çalıştı ama Türkler kalmasına müsaade etmedi, o da soluğu Roma’da, sonra da Berlin’de aldı. Ancak Filistinlilerin çoğu bu çizgiyi benimsemedi. Birçoğu İngiliz Ordusuna katıldı ve Müttefik kuvvetlerle birlikte savaştı. Elbette pek çok lider İngilizler tarafından ya savaş alanında öldürüldü ya da idam edildi. Diğerleri sürgüne gönderildi. İngilizler milliyetçi muhaliflerini ada topraklarına sürgün etmeyi severdi: Malta, Seyşeller, Sri Lanka, Andamanlar. Amcam, diğer Filistinli liderlerle birlikte birkaç yıllığına Seyşeller’e gönderildi, ardından birkaç yıl daha Beyrut’a sürgün edildi. Böylece liderlerin çoğu İngiltere’nin asla dostları olamayacağını anladı. Amcamın anılarını okuyabilirsiniz; şiddetli ve zehir gibi bir biçimde İngiliz karşıtı oldu. Her zaman milliyetçi ve İngiliz karşıtı biriydi ama Ayaklanma’nın Filistinlilerin görüşlerini ne derece değiştirdiği kayda değer. Daha önce, liderler her zaman İngilizlerle uzlaşmaya çalışmış, sömürgeci elitlerin birçoğuyla aynı çizgide hareket etmişlerdi. Ayaklanma’nın bastırılması ile birlikte bu durum değişti.

Nihayetinde, Ayaklanma’nın ve ardından İkinci Dünya Savaşı’nın yenilgisi Filistinlileri, iki yeni süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği’nin Siyonizm’i desteklediği, İngilizlerin ise bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek için Siyonistler ve Ürdünlülerle işbirliği yaptığı bir sonraki savaşa hazırlıksız bıraktı. Filistinliler, Kasım 1947’de başlayan Siyonist ordunun saldırılarına karşı koyacak kadar iyi organize olamamışlardı; bu saldırılar, Mandanın 15 Mayıs 1948’de sona ermesinden aylar önce, Birleşmiş Milletler Filistin Paylaşım Planı’nın yürürlüğe gireceği ve Arap ordularının savaşa katılacağı zaman başlamıştı. O zamana kadar Siyonist güçler Yafa, Hayfa, Tiberya, Safad ve düzinelerce köyü ele geçirmiş, yaklaşık 350.000 Filistinliyi sürgün etmiş ve BM Filistin Paylaşım Planı uyarınca Arap devleti olacak toprakların çoğunu ele geçirmişti. Yani Filistinliler, İsrail Devleti daha resmen ilan edilmeden ve sözde Arap-İsrail Savaşı başlamadan önce yenilmişti.

 

Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm bu olaylardaki rolüne geleceğiz. Peki Sovyetler Birliği’nin Siyonistleri desteklemesini, savaşmaya devam etmeleri için onlara Çek menşeli silahlar sağlamasını nasıl açıklıyorsunuz?

 

Bildiğiniz gibi Stalin bir anda karar değiştirdi. Sadık bir anti-milliyetçi ve anti-Siyonist güç olan Sovyetler Birliği aniden bir Yahudi devletinin savunucusu haline geldi. Bu Arap dünyasındaki Komünist partiler için büyük bir şok oldu. Sanırım birkaç motivasyon vardı. Bu kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri’ni geride bırakma çabasıydı ve bu ülkenin Sovyetler Birliği’yle ittifak kuracak sosyalist bir ülke olabileceğine dair bir his vardı. Stalin ayrıca Orta Doğu’da İngilizlerin kuyusunu kazmak istiyordu. Hatırlayın, gençliğini Rus İç Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin güneyinde savaşarak geçirmişti, İngilizler Beyazların başlıca destekçileriydi; onları finanse ediyor, silahlandırıyor ve eğitiyorlardı. Onları Baltık’tan Hazar’a ve Karadeniz’e kadar birlikler ve filolarla desteklediler. Stalin erken dönemde İngiltere’ye karşı büyük bir düşmanlık ve İngiliz gücünün SSCB’nin güneyinde yarattığı tehdit konusunda bir saplantı geliştirdi. Ve şimdi bunu, Sovyetler Birliği’nin İngiltere’nin bölgedeki Arap kukla rejimlerinin zayıflatılabileceği bir an olarak görüyordu.

 

Berbat bir siyasi girişimdi ama çok uzun sürmedi.

 

Birkaç yıl. Ama evet, kesinlikle. BM Genel Kurulu’ndaki oylamaya bakarsanız, Sovyetler Birliği, Belarus ve Ukrayna’daki bağları ve etkiledikleri ülkeler olmasaydı, Amerikalılar Paylaşım Planı’nı kabul ettirmekte zorlanırlardı. Bunu başarabilirlerdi ama bu farklı bir sonuca yol açabilirdi. Ve Çek silah ticareti İsrail’in savaş alanında Arap ordularına karşı kazandığı zaferler için çok önemliydi.

 

Bu da bizi Arap elitlerine -Osmanlı’nın çöküşünden sonra İngiltere tarafından kurulan monarşi ve şeyhliklere-, İngilizlerle yaptıkları iş birliğine ve İngiliz İmparatorluğu’nun yarattığı bu oluşumu yenmeye yardım etmedeki başarısızlıklarına getiriyor.

 

Burada en önemli rolü Mısır, Ürdün ve Irak monarşileri oynadı. Yukarıdan ve aşağıdan birbiriyle yarışan baskılara maruz kaldılar. Diğer bir taraftan, İngilizlerin Filistin devletini görmek gibi bir arzuları kesinlikle yoktu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Irgun, Stern Çetesi ve Haganah tarafından Siyonistlere karşı yürütülen kanlı kampanya nedeniyle Siyonistlere düşmanlık besleseler de Filistinlilere karşı hala büyük bir düşmanlık besliyorlardı. İngiltere, BM Paylaşım Planı kararında çekimser kaldı. Bir Yahudi devleti kurulacaktı, bunu engelleyebilecek hiçbir şey yoktu. Ancak, ordusuna İngiliz subayların komuta ettiği Mavera-i Ürdün Emiri Abdullah sayesinde, müşteri rejimleri aracılığıyla gücünü dengelemeyi ve Filistin’in bir bölümünde nüfuzunu sürdürmeyi umuyordu.

 

 

Öte yandan, bir kamuoyu baskısı da mevcuttu. Arap dünyası çoktandır Siyonizm konusunda endişeliydi. Bu konuyu araştırırken İstanbul, Şam, Kahire ve Beyrut’tan Filistin’le ilgili yüzlerce eski gazete makalesi buldum. Arap Ayaklanması sırasında Suriye ve Mısır’dan Filistin’de savaşan gönüllüler vardı. Böylece bu komşu rejimler, Siyonistlerin hızla üstünlüğü ele geçirdiği ve yoksul mültecilerin Arap başkentlerine gelmeye başladığı 1947-48 yıllarında Filistin’de ortaya çıkan felaketle ilgili bir şeyler yapmaları için halkın baskısı ile karşılaştılar. İngilizler, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kendilerine katabilmek için elbette Ürdünlülerin bölgeye girmesini istiyordu. Mısır ve diğer Arap ülkeleri kendi halkları tarafından müdahale etmeye zorlandı. Ancak bunu gönülsüz bir şekilde ve ancak İngilizler geri çekildikten sonra yaptılar.

 

Bu durum, aralarında Abdül Nasır’ın da bulunduğu Arap genç subaylar üzerinde büyük ölçüde radikalleştirici bir etki yarattı. Nasır anılarında şöyle yazmıştır: Savaşmak için bize bir amaç, gaye verilmemişti ve İsraillilerle savaşırken bir yandan da evimizdeki yozlaşmış İngiliz kontrolündeki saltanatı düşünüyorduk. Nasser, milliyetçi Hür Subaylar (Free Officers) grubundaki iki yakın meslektaşı Abdel Hakim Amer ve Zakaria Mohyedin ile birlikte Gazze ve Refah’a gönderildi ve alt kademedeki askerlerin Kahire’deki Yüksek Komuta’ya karşı öfkesini ilk elden gözlemledi. Her yeni anlamsız emirde tekrarlayıp duran bir askerden alıntı yapıyor: Mısır kırsalının alaycı tonlamasıyla ‘Yazıklar olsun, yazıklar olsun bize’. Savaş, Hür Subayların popülaritesini artırdı ve nihayetinde 1952’de monarşinin devrilmesine yol açtı. Bu durum Iraklılar ve Suriyeliler için de aynıydı. Savaş biter bitmez Suriye’de bir dizi darbe oldu, bunu Mısır’daki 1952 devrimi ve ardından 1958’de Irak takip etti. Olaya karışan subayların hepsi Filistin’de savaşmıştı.

 

Yani Filistin paylaşıldı, ancak Birleşmiş Milletler tarafından onaylanan plana göre gerçekleşmedi.

 

Ben-Gurion ve Siyonist yöneticiler hepsini almak istiyorlardı ama o sırada buna güçleri yetmiyordu. Bu yüzden yüzde 78’e razı geldiler.

 

O zamandan beri de yarı-sürekli bir savaş var. Gazze’ye ilk mülteci dalgası 1948’deki Nakba’dan sonra geldi ve aralarında pek çok arkadaşımız da vardı. Daha önce Gazze’de hiç yaşamamışlardı.

 

Bugünkü Gazze Şeridi’nin nüfusunun yüzde sekseni, çoğu 1948’de gelen mültecilerin soyundan gelmektedir. Negev ve diğer bölgelerden daha sonra sürülen nüfus da var. Ancak Gazze’nin nüfusunun yüzde 80’i aslen başka yerlerden gelmiştir.

 

Benim kuşağımın çoğu gibi ben de Filistin Nakba’sının (felaket) boyutlarını ilk kez 1967’de, Altı Gün Savaşı’ndan sonra öğrendim. Bertrand Russell Barış Vakfı tarafından mültecileri ziyaret etmek üzere gönderilmiştim; vakıf bizden bir araştırma raporu hazırlamamızı istiyordu tıpkı Russell ve Sartre’ın kurduğu Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi için Vietnam’da yaptığımız gibi. O seyahatte kuzeniniz Walid Khalidi ile Beyrut’taki evinde tanıştım ve bunu asla unutmayacağım. Beni oturttu ve şöyle dedi: “Ne yaşandığını biliyor musun?” Bana Nisan 1948’deki Deir Yassin katliamını anlattı. Gözlerim yuvalarından fırlayacaktı. Bunu bilmiyor olduğuma inanamadım.

 

Ne zaman olduğunu hatırlıyor musunuz?

 

Sanırım Temmuz ayıydı, 1967 savaşından bir ay sonraydı. Ürdün’deki kamplarda, Şam’ın dışında ve Mısır’da mültecilerin yanı sıra politikacılar ve entelektüellerle de tanıştık. Ne gariptir ki çevirmenimiz, babası General Sir John Glubb’ın Mavera-i Ürdün Ordusu’nun başkomutanı olduğu Müslüman bir İngiliz olan Faris Glubb’du. Faris Filistin davasının sıkı bir destekçisiydi. Walid bu durumdan çok etkilenmişti. Filistin tarihi konusunda bana gerçek bir ders veren ilk kişi oydu.

 

Bu konuda çok iyidir. Temmuz ayında 99. yaş gününe girecek inşallah.

 

Beyrut’taki o öğleden sonrayı asla unutmayacağım. Benim gibi solcu, Arap destekçisi, Nasır taraftarı bir ailede büyüyen insanlar o dönemde Nakba’yı bilmiyorsa, çok sayıda insanın da hiçbir fikri olamazdı.

 

Kesinlikle. Filistinlilerin 1917’den başlayarak 1967’ye kadar davalarını kamuoyuna duyurma konusunda ne kadar kötü bir iş çıkardıkları beni sürekli şaşırtıyor. Sadece şimdiki nesille birlikte gerçekten bir atılım oldu. Bu da siyasi liderlikten değil, Boykot, Tecrit, Yaptırım çağrısı yapan PACBI gibi sivil toplum örgütlerinden ya da Walid’in kurduğu ve onlarca yıldır çalışan Institute for Palestine Studies’den geldi. Nihayet sonuçlarını görmeye başlıyoruz. Ancak bu, yetkin bir resmi çabanın yokluğuna rağmen gerçekleşiyor. FKÖ 1970’lerde ve 80’lerin başında bilgilendirici ve diplomatik çalışmalara başlamış olsa da bunlar yetersiz kaldı. Bunun dışındaki kayıtlar ise içler acısıdır.

 

Modern Filistin liderlerinin ısrarlı zayıflığını nasıl açıklıyorsunuz? En iyi insanların öldürüldüğünü biliyorum.

 

Bu ilk önemli husus. Filistinli liderlere suikast düzenlemek İsrail’in uzmanlık alanı haline geldi. İsrailli bir yazar olan Ronen Bergman’ın bu konuda tüyler ürpertici bir kitabı var: Rise and Kill First. Başlık her şeyi anlatıyor. Ortadan kaldırmak istedikleri kişileri seçerken çok dikkatli davrandılar. Birkaç Arap rejimi ile birlikte şunu söylemek gerekir: İsraillilere bu çabalarında Libya, Irak ve Suriye’deki suikastçılar yardım etti. Ayrıca İsrailliler hedeflerini de biliyorlardı. Tunus’ta Ebu Cihad’a suikast düzenlemeye gittiklerinde Mahmud Abbas’ın evinin önünden geçtiler. Onu bir tehlike olarak görmediler, tam tersine onu hayatta tuttular ve o zamandan beri de onu kullanıyorlar. Bu aynı zamanda bir İngiliz uzmanlık alanıydı.

 

Ancak Filistin liderliğinin problemleri daha derindir. 1930’larda, kısmen Filistin sınıf yapısının bir ürünüydü; İngilizlerle nasıl başa çıkılacağı konusunda gözlerini yummuş ya da safça görüşlere sahip, temas halinde olmayan toprak sahibi bir elit. 1960’lardan bu yana, Filistinli liderlerin birbirini izleyen kuşaklarının küresel bir bakış açısına sahip olmaması önemli bir sorun olmuştur. Diğer sömürge karşıtı hareketlere bakarsanız – İrlandalılar, Cezayirliler, Vietnamlılar ya da Hintliler – küresel güç dengesini, emperyal güçlerin işleyiş biçimini ve metropoldeki kamuoyuna nasıl ulaşılacağını çok iyi kavramış insanlar tarafından yönetildiklerini görürsünüz. Nehru, Michael Collins, de Valera bunu anlamıştı. Cezayir liderliği Fransa’yı anlamıştı. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin yedinci vilayeti ya da eyaleti dedikleri yer Fransa’daydı. İrlandalılar 1921’de kazandılar çünkü İngiliz ve Amerikan siyasetini anlıyorlardı ve orada kapsamlı bir siyaset ve istihbarat operasyonları vardı. Filistin liderliği hiçbir zaman aynı bilgi ya da beceriye sahip olmadı. Bunu söylemekten nefret ediyorum, kulağa kendini aşağılamak gibi geliyor ama bu doğru.

 

O erken dönem Filistinli elitini nasıl tanımlarsınız? Filistin’de Yüzyıl Savaşları’nda Halidiler ve Hüseyiniler gibi Filistinli aşiretler hakkında harika bir anlatım sergiliyorsunuz. Sizinkiler daha entelektüel, daha akademik, Hüseyiniler ise pratik anlamda liderlik rollerini üstlenme eğilimindeydi. Bu tür bir sınıf yapısı Filistin’e özgü müydü, yoksa Arap dünyasının diğer köşelerinde de bir şekilde var mıydı?

 

Öğretmenim Albert Hourani’nin kullandığı terim “eşraf” idi – eşrafın siyaseti. Aşiretlerden ziyade ailelerden bahsediyordu; bunlar kabilesel nüfuslar değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerinde aynı sosyal yapı hüküm sürüyordu; bunlar din, hukuk ve hükümetle ilgilenen şehirli elitlerdi; ayrıca çoğu durumda toprak sahibiydiler ve ticaretle uğraşıyorlardı. Bu tabaka halk kesimlerinden oldukça kopuktu, el emeğini ve çoğu durumda ticaretin kendisini küçümsüyordu. Yüzyıllar boyunca Osmanlı siyasetine ve ondan önce de Memlük İmparatorluğu’na karışmışlardı. Ailemin üyeleri 14. ve 15. yüzyıllarda Memlük yargısında görev almışlardı. Bu elit kesim Moğollar, Safeviler ve Osmanlılar dönemindeki yönetim biçimine çok uyumluydu. Bazıları modern çağa uyum sağladı. Dini eğitim yerine Malta’ya, İstanbul’a ya da Amerikan misyonerlik merkezlerine gittiler. Modern bir eğitim aldılar; sarık ya da fes giymek yerine silindir şapka taktılar. Ancak İngilizlerle başa çıkmak için son derece elverişsizlerdi.

 

Bu toplumsal yapı 1948’de tamamen yok edildi. Yüzyıllardır Filistin toplumuna hakim olan sınıfın maddi dayanağı ortadan kalktı. Toprak ağaları topraklarını, tüccarlar işlerini vb. kaybetti. Ve tek bir istisna dışında, bu elitlerin hiçbiri 1948’den sonra yeniden yükselemedi. Filistin toplumu, 1950’lerde eski elitlerin ve toprak ağaları sınıfının devrildiği Irak, Suriye ve Mısır’da olduğu gibi, diğer pek çok Arap toplumunun sosyal devrimle geçirdiği şekilde devrim geçirdi. Şam’daki Azm’lar gibi hanedanlar siyasetten silindi. Aynı şey Nakba nedeniyle Filistin’de de oldu. Bir anlamda eğitimli orta sınıftan gelenlere kapı açıldı. FKÖ’nün lider kadrosu eski eşraf ailelerinden gelen insanlardan oluşmuyordu. Aklıma gelen tek istisna Faysal Hüseyni; 1948’den sonra eski elit sınıftan gelen tek önemli Filistinli liderdi ve 1948’de savaşta öldürülen olağanüstü bir askeri liderin oğluydu.

 

Bu noktada kendi ailenize ne oldu.

Tüm aile dağılmıştı. Bazıları bu deneyimden dolayı travma geçirirken bazıları da harekete geçti. Büyükannem ve büyükbabam Yafa yakınlarındaki Tal al-Rish’teki aile evlerini kaybedip mülteci oldular. Amcalarım, teyzelerim ve kuzenlerim Kudüs, Nablus, Beyrut, Amman, Şam ve İskenderiye arasında gidip geldiler. Sonuç olarak, Arap dünyasının dört bir yanında ve Avrupa ve ABD’de kuzenlerim var. Her şeye rağmen, ailemin üyeleri şanslı ve ayrıcalıklı olanlar arasındaydı, çünkü büyükbabam sayesinde iyi eğitim aldılar ve bazıları kuzenlerim Velid, Usame ve Tarif gibi profesör olarak ya da teyzem Anbara veya kuzenim Randa gibi yazar ve çevirmen olarak kariyer yaptılar. Babam Columbia’daki doktorasını bitirdikten sonra Filistin’e dönmeyi planlayan ailem sonunda ABD’de kalmak zorunda kaldı, bu yüzden ben de 1948’de burada, New York’ta doğdum. Babam daha sonra Birleşmiş Milletler için çalıştı.

 

Okula nerede gittiniz.

 

New York’taki UN International School’a gittim ve Kore’de bir okula da gittim. Yale’de tarih okudum ve doktoramı Oxford’da Hourani ile yaptım. Yani üç farklı yerde eğitim aldım.

 

Ve bu yerler arasında Filistin yok.

 

Evet. Filistin’de sadece kısa bir süre, toplamda birkaç yıl yaşadım. Çok gençken birkaç yıl Libya’da yaşadım ve 1970’ler ve 80’lerde Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde ders vermek üzere on beş yıldan fazla Lübnan’da yaşadım. Başka yerlerde de yaşadım ama gençliğimin çoğu ve hayatımın yarısından fazlası Amerika Birleşik Devletleri’nde geçti.

 

1940’lardaki radikal ayaklanmalara geri dönecek olursak: sizin de söylediğiniz gibi, sınıf düzeni tüm Arap dünyasında değişti.

 

Yalnızca kategorik bir istisna ile: geriye kalan monarşiler. Fas’taki eski sosyal düzen değişmedi, Ürdün ya da Suudi Arabistan’da da değişmedi. En azından aynı şekilde değişmedi.

 

İngilizler yapabildikleri her yerde monarşileri sürdürdüler. Özellikle Churchill onları seviyordu ve öyle ki, Hindistan’ın Pencap eyaleti için bir tane kurma olasılığını bile tartıştı.

 

İngiliz sömürgeciler kendi aristokrasilerini ve kendi sistemlerini kopyalamaya bayılırlardı. Daha önce hiç böyle bir şey bilinmeyen yerlerde toprak sahibi bir soylu bulurlardı. Fransızlar sömürge cumhuriyetlerini tercih ettiler.

 

 

Bu radikalleşen orta sınıf karışıklıklarının bir diğer sonucu da, özellikle Mısır, Suriye ve Irak’ta, kentli küçük burjuvazinin orduya erişim kazanmasıydı. Devrimci milliyetçi hareketlerin temeli buydu; Hindistan’da ise yerel subay kadrosu toprak sahibi soyluların ikinci oğullarıyla sınırlıydı. Bu dönüşümler Filistinli topluluklar arasında, diasporada ve Filistin’de nasıl bir etki yarattı? Nasır, Nakba sonrası kuşak için büyük bir kahramandı. Adil olmak gerekirse denedi de – denemediğinden değil. Bunu Mısır’da bir Filistinliye söylediğimi hatırlıyorum, o da bana şakayla karışık cevap vermişti: ‘Evet Tarık, denedi ama bilirsin, kötü bir saat gibi. Bir saat tik tak der ve ilerler. Nasır tik tak der ve geri gider. Bana göre, yeni nesil Filistinli liderler Altı Gün Savaşı’ndan sonra, hiçbir Arap devletinin kendilerini savunmayacağını ve kendileri için savaşmaları gerektiğini anladıklarında gerçekten kendilerini buldular. Siz buna ne diyorsunuz?

 

Benim Abdül Nasır’a bakışım da kısmen benzer; eski öğrencilerimden biri geçen gün onu eleştirdiğim için beni topa tuttu. Benim Abdül Nasır’a bakışım da biraz benzer olurdu; eski öğrencilerimden biri geçen gün onu eleştirdiğim için beni azarladı. Ancak vurgulanması gereken nokta şu ki, 1948’de bile Nasır’ın önceliğinin Filistin olduğunu düşünmüyorum. Elbette gizli olarak yazılmış olan anılarını okursanız, takıntısının Mısır olduğunu görürsünüz. Anlaşılır bir şekilde Mısır milliyetçisiydi. Filistin önemliydi ama asla önceliği değildi. Sorduğunuz diğer soruya gelirsek: Bu yeni nesil Filistinli direniş liderleri nasıl ortaya çıktı? 1967’den önce bir araya gelmeye başlamışlardı ama Altı Gün Savaşı’nın yarattığı travmanın çok büyük bir etkisi oldu. Dediğiniz gibi, Arap devletlerinin yardım etmeyeceği anlayışını pekiştirdi. Bence pek çok kişi Nasır’ın yardım edeceğine inanıyordu ve bu bardağı taşıran son damla oldu. Birbirini izleyen 1948, 1956 ve 1967 yenilgileri, Arap devletlerinin İsrail’i yenmek için gerekli araçlara sahip olmadıklarını gösterdi, bunu yapma istekleri olup olmadığına bakılmaksızın. Filistin toplumunda bir süredir baş gösteren hareketler, Nasır’ın yükselen ulusal coşkuyu kontrol altına almak için 1964 yılında kurduğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ele geçirilmesine yol açtı. 1968’de FKÖ, Mısır’ın kontrolünden memnun olmayan bağımsız Filistinli gruplar tarafından ele geçirildi. El Fetih bunların en büyüğüydü ve Arafat kısa süre sonra FKÖ’nün başkanı oldu. Bu bir kez daha, başlangıçta FKÖ’yü yöneten Ahmet Şükayri ve diğer elitlere karşı aşağıdan gelen bir hareketti. Bu arada Şukayri de eski yönetici sınıfın bir başka üyesiydi. Ancak bu noktadan sonra, farklı bir sınıfı, farklı bir dizi kimliği temsil eden yeni nesil Filistinli liderler – Arafat, Hawatmeh, Habash, Abu Jihad ve diğerleri – ortaya çıktı.

 

Arafat’ın en önemli sloganlarından biri “al-qarar al-Filistini al-mustaqil“, bağımsız Filistin karar alma gücü idi. Filistinlilerin özerkliği ve kendi kaderini tayin hakkı konusundaki ısrarı bu ilk dönemdeki popülaritesinin anahtarıydı: ‘Arap rejimleri bizi kontrol etmiyor’. Bu onun nispeten az sayıdaki başarılarından biriydi, ancak önemli bir başarıydı: FKÖ’yü, tıpkı 1930’lardan beri yapmaya çalıştıkları gibi Filistin hareketini kontrol etmek isteyen Arap güçlerinden büyük ölçüde bağımsız tutmak. Büyük Ayaklanma sırasında, 1939 St James Konferansı’nda, BM’nin Paylaşım Planı kararına ilişkin tartışmalarda ya da FKÖ’nün kuruluşunda Arap rejimleri sürekli olarak kendi çıkarları için Filistin sorununa hakim olmaya çalıştılar; tabii ki birbirleriyle rekabet halinde. Gazze şehit edilirken kayıtsızca bakıp hiçbir şey yapmamalarına rağmen hala bunu yapmaya çalışıyorlar.

 

Bu kuşağın önde gelen bir diğer figürüne, Ghassan Kanafani’ye zaten değinmiştiniz. Filistin’de Yüz Yıl Savaşı’nda ondan çok dokunaklı bir şekilde bahsediyorsunuz. Onunla bir keresinde 1966’da Kuveyt’te bir konferansta tanışmıştım ve çok etkilenmiştim.

 

Son derece karizmatik biriydi. Onu şimdi okuyorsunuz ve karizması neredeyse sayfadan fışkırıyor. Ama eğer onunla tanıştıysanız … Onunla sadece birkaç kez karşılaştım. Olağanüstü bir adamdı.

 

O zamandan beri meşhur olan sözlerini tam olarak hatırlayamıyorum ama sordum, bu alçaklarla müzakere yoluyla bir anlaşma olasılığı var mı? O da bana -sesini ve gülümsemesini asla unutmayacağım- ” Tariq, bana boynun kılıçla nasıl pazarlık edebileceğini açıkla” dedi. Çok güldüm. Dedim ki, bu çok zekice bir benzetme. Büyük bir entelektüel, bir yazar ve aynı zamanda siyasi bir liderdi. Bütün bir kültürü temsil ediyor gibiydi. Ve sonra onu öldürdüler. Yeğeniyle seyahat ederken Mossad onu havaya uçurdu.

 

Aynen öyle. Edebi eserleri bugün bile yankı uyandırıyor. Oğlum İsmail onun Hayfa’ya Dönüş adlı romanını Naomi Wallace ile birlikte sahneye uyarladı. Londra’da Finborough Tiyatrosu’nda prömiyeri yapılmasına rağmen, ABD’de büyük bir tiyatronun bunu göstermesi imkansız. Uyarlama New York’taki Public Theatre tarafından sipariş edildi, ancak yönetim kurulu Kanafani’nin bir ‘terörist’ olduğunu söyleyerek yapımına izin vermeyi reddetti. Yine de kurumun sansürüne rağmen, eserleri her yerde. Bugüne kadar romanları, oyunları, şiirleri ve diğer yazıları hem Arapça hem de çeviri olarak basıldı. Mahmud Derviş ve Edward Said ile birlikte 20. yüzyılın en önemli Filistinli entelektüeli olduğunu düşünüyorum.

 

Daha önce de söylediğimiz şey işte buydu: kimi öldüreceklerini biliyorlar.

 

Ve kimi öldürmeyeceklerini

 

Arafat ve etrafındaki ekibin 1993’te Oslo’da sonunda pes etmeye karar vermesine yol açan neydi? Dostumuz Edward Said bunu ‘Filistin Versay’ı’ olarak adlandırdı, cezalandırıcı bir barış.

 

Edward haklıydı ama ne kadar haklı olduğunu bilmiyordu. Aslında Versailles’dan çok daha beterdi. Dönüm noktası 1988’de Arafat’ın Palestinian National Council’deki ekibinin Amerikalıların çift taraflı diyaloğa girme koşullarına teslim olmasıydı: Filistinliler şiddetten vazgeçmeliydi, ki İsraillilerden bunu yapmaları hiç istenmemişti ve bölünmeyi kabul ederek, sorunları 1967 savaşının sonuçlarıyla bağlayan 242 sayılı BM kararını imzaladılar. Bu BM kararı Arthur Goldberg, Abba Eban ve Lord Caradon tarafından hazırlanmıştır: BM Güvenlik Konseyi’nde SSCB tarafından onaylanmasına rağmen kararın yazarları büyük emperyal güçler ve onların İsrailli müşterisidir. Aslında İsrailliler o noktada FKÖ’nün teslim olmasını istemiyordu. FKÖ neyi kabul ederse etsin, müzakere etmekle ilgilenmiyorlardı. BMGK 242’yi kabul etseler de ‘iki devletli çözümü’ kabul etseler de, şiddetten vazgeçseler de İsrailliler onlarla görüşmeyecekti; ta ki Rabin 1992’de bu tabuyu yıkana kadar.

 

FKÖ değişiminin arkasında, Mısır ve Suriye rejimlerinin çıkarlarının 1967’de işgal ettikleri kendi toprakları, Sina ve Golan Tepeleri ile sınırlı olduğunu açıkça ortaya koydukları 1973 Ekim Savaşı’nın sonucu yatmaktadır. Bunun ötesi umurlarında değildi. Ve bu Filistin yönetimine de açıkça ifade edildi. Bazılarını Kahire’den dönerken gördüm. O sırada Beyrut’ta yaşıyordum ve Filistinli-Amerikalı bir heyete tercümanlık yapıyordum. Kahire’de Sadat’la yaşadıkları deneyimlerden ve Sadat’ın bunu nasıl açıkça ifade ettiğinden bahsettiler. İçinde bulunduğumuz durum bu ve tek amacımız da buydu. Siz başınızın çaresine bakın. Bunu çok fazla kelimeyle söylemedi.

 

Ama kastettiği buydu ve bunu da yaptılar.

 

FKÖ liderliği de bunu anlamıştı. Ve o noktadan itibaren silahlı mücadeleden ve Filistin’in kurtuluşundan uzaklaşarak sözde iki devletli bir çözüm için müzakerelere yönelmeye başladılar. 1974 yılında Filistin Ulusal Konseyi’nde ilk ifade değişikliğini kabul ettirdiler. FHKC ve El Fetih üyelerinin büyük bir kısmı ne yapmaya çalıştıklarını gayet iyi anladı ve buna karşı çıktı. Liderliğin bu program için Palestinian National Council’in açık onayını alabilecek noktaya gelmesi yıllar aldı – FKÖ’yü Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler için herkesin eşit olduğu laik-demokratik bir devletle tüm Filistin’in özgürleştirilmesi pozisyonundan, ABD’nin aracılık ettiği iki devletli çözümün pratikte her zaman ifade ettiği gibi tek devlet artı çoklu-Bantustanlı bir çözüme taşımak. İsraillilerin bize verdiği de buydu, devasa yasadışı İsrail yerleşimleriyle birbirinden ayrılmış küçük parçalar. Arafat liderliği 1974’te bunu prensipte kabul etti ve ardından yavaş ama emin adımlarla Filistin kamuoyunu ve hareketini kazanmaya doğru ilerledi.

 

Geçtiğimiz gün Hillary Clinton, ‘barış süreci’ etrafında inşa edilen yalan dağına kendi çakıl taşını ekleyerek mücadeleye dahil oldu. Kısaca şöyle dedi: ‘1979’da Camp David Sözleşmesi’nde Filistinlilere her şeyi teklif ettik ama onlar bizi geri çevirdi. Şimdiye kadar kendi devletlerine sahip olabilirlerdi. Bu süreci yakından biliyorsunuz.

 

Öğrencilerimden biri, Seth Anziska adında bir akademisyen, Camp David’in uzun vadeli etkileri üzerine yazılmış en iyi kitabı yazdı. Brokers of Deceit’te Madrid ve Washington müzakerelerine odaklandım. Temel nokta, Filistin devletinin ve egemenliğinin, işgalin ve yerleşimlerin sona erdirilmesinin hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir aşamada, hiçbir tarafın, ABD’nin, İsrail’in ya da bir başkasının masasında olmadığıdır. 1979’da Camp David’de ‘özerklik’ teklif edildi; 1991’de Madrid ve Washington’da sadece ‘özerklik’ ya da İsrail egemenliği altında özyönetim için müzakere etmemize izin verildi; bize söylenen tek şey ‘ nihai durumda ‘ bu diğer konuların görüşüleceğiydi. Ama biz işin aslının ne olduğunu biliyorduk. Rabin bize söyledi. Çok ileri gittiği için suikasta kurban gitmeden hemen önce, 1995 yılında yaptığı son konuşmada, aslında ne kadar ileri gideceğini açıkladı. Dedi ki: Filistinlilere önerdiğimiz şey bir devletten daha azı ve Ürdün Vadisi üzerinde güvenlik kontrolünü sürdüreceğiz. Başka bir deyişle, kendi kaderini tayin hakkı yok, egemenlik yok, devlet yok. Tek devletli, çoklu-Bantustanlı bir çözüm.

İsrail’in teklifi buydu. Ve hiç değişmedi. Rabin bir suikaste kurban gitti, eğer öldürülmeseydi değişebilirdi, bu konuda varsayımlarda bulunabilirsiniz. Ama Knesset’te yaptığı son konuşmada söylediği buydu. Ve 2000 yılında diğer İsrailli liderlerin aksine FKÖ ile müzakere eden Ehud Barak için de sonuç buydu. Rabin, Barak ve daha sonra Olmert aslında müzakere etmeye istekliydiler – Kanafani’nin eşsiz ifadesiyle kılıcı boyunlarına dayamaya istekliydiler. Ama ne teklif ediyorlardı? Ne devlet, ne egemenlik, ne kendi kaderini tayin, ne işgalin sona ermesi, ne de yerleşimlerin kaldırılması, hiçbir şey. Clinton’a gelince: Amerikan siyasetinin en büyük yalancılarından biri ve birçok savaş suçuna karışmıştır. Öğrencilerin tarihi anlamadıklarını söyledi. Onun yaydığı şey kesinlikle tarih değil. Neredeyse her açıdan yanlış olan, tamamen çarpıtılmış bir anlatı.

 

Hamas’a dönelim. FKÖ’deki pek çok muhalifinin ısrarla belirttiği gibi, Hamas’ın İsrail tarafından yaratıldığını söylemek doğru mu?

 

Hayır. Açık konuşmak gerekirse. Hamas 1987-88 yıllarında, az önce bahsettiğimiz durumda ortaya çıktı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in ayrı bir Filistin uzantısı olarak Gazze’deki İslamcı hareketten doğdu. Bu durum tam da El Fetih ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün laik-demokratik bir devlet olarak Filistin’in tamamını özgürleştirme hedefinden uzaklaşarak 242 sayılı BMGK’da belirtilen Amerikan-İsrail koşullarını kabul etmeye, silah bırakmaya ve İsrail ile yan yana bölünmüş bir Filistin devletçiğini kabul etmeye başladıkları anda meydana geldi. FKÖ bunu 1987-88 yıllarında resmen kabul etti ki bu tam da Hamas’ın İslamcı hareketten bir kopuş olarak ortaya çıktığı zamana denk geliyor.

 

Peki, İsrailliler tarafından cesaretlendirildiler mi? Evet, elbette teşvik edildiler. İsrail, FKÖ’yü ana milliyetçi rakibi, birincil tehlike olarak görüyordu. Filistinlilerin FKÖ’ye olan desteğini baltalayan her muhalif hareket İsrail istihbaratı için memnuniyet vericiydi. Elbette öyleydi. İki İsrailli uzman, Shaul Mishal ve Avraham Sela, Hamas üzerine bu konudan bahsettikleri güzel bir kitap yazdılar. Ayrıca Reuters’te İsrail istihbarat servislerinin Gazze’deki İslamcı hareketi nasıl manipüle ettiği ve desteklediğine dair ayrıntılara giren mükemmel bir makale vardı. Diğer her şey -Filistinli kimliğinin her ifadesi, hatta Filistin Kızılayı bile- kapatıldı ama İslamcılar kapatılmadı. Onlar özgürce faaliyet gösterdiler. İsrailliler, Batı Şeria’daki Birzeit kampüsünde FKÖ yanlısı göstericileri dövecek birine ihtiyaç duyduklarında, Gazze’den otobüslerle, lastik demirleri ve coplarla donatılmış İslamcıları İsrail’e getirip FKÖ yanlısı göstericilerin canına okuyorlardı. Arkadaşlarım bana bu adamlar tarafından kolları kırılan çocuklardan bahsetti. İslamcıların tutuklanmadan ve diğer Filistinli sivil toplum örgütlerine müdahale edilmeden faaliyet göstermelerine izin veriliyordu.

 

Hamas ilk ortaya çıktığında İsrail işgal makamları ikiye bölündü, çünkü Hamas meşhur antisemitik tüzüğünü yayınladı ve Aralık 1987’de İntifada’nın başlamasından sonra Gazze’de İsrail askerlerine ve yerleşimcilere karşı operasyonlar başlattı. İsrail istihbaratı ve ordusu içinde bir tartışma vardı: bu insanları gerçekten desteklemeye devam etmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Ancak farklı zamanlarda, Gazze Şeridi’ni kontrol eden İsrail istihbarat servisleri tarafından desteklenmeseler de, en azından böl ve yönet gerekçeleriyle faaliyet göstermelerine izin verildi. Joan Mandell’in 1984 yılında çektiği ve Gazze Şeridi’nin o zamana kadar İsrail işgali altında nasıl bir yer olduğunu anlatan Gaza Ghetto adlı harika bir film izledim. Kendisi o zamanlar Filistin’de yaşıyordu. İsrail işgal kuvvetleri her şeyi kontrol ediyordu, tıpkı bugün Batı Şeria’da olduğu gibi. Tabii ki direniş girişimleri oldu, bazıları başarılı oldu, bazıları olamadı. Ancak zamanla Hamas bir direniş hareketine dönüştü ve İsrailliler bundan pek memnun olmadı. Ancak son birkaç yıldır Netanyahu döneminde Hamas’ı desteklemeye geri döndüler çünkü başta Katar olmak üzere Körfez ülkelerinden gelen parayla Gazze Şeridi’ni pasifize etmek için Hamas’ı kullanabileceklerini düşündüler.

Ama öyle olmadı.

Çok da istedikleri gibi gitmedi.

Şimdi de elimizde sözde seküler-demokrat FKÖ’nün İsraillilerle yüzde 100 ya da yüzde 99,9 işbirliği içinde olması, bir Filistin “Yönetimi” olmaması ve emirlerin aslında İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından verilip El Fetih’in idare ettiği Filistin Yönetimi tarafından uygulanması gibi bir ironi var. Bu esnada da bugün Filistin direnişinin liderliğini ise Müslüman Kardeşler ekolünden İslamcı bir organizasyon olan Hamas teşkil ediyor.

Arafat ve yol arkadaşlarının Oslo Anlaşmaları’nı kabul etmek ve milli hareketin neredeyse tamamını işgal altındaki, İsrail kontrolünde bir hapishaneye taşımakla yaptıkları şeyin en acı verici şekilde ironik olan kısmı FKÖ’nün içini boşaltmak oldu. Bugün FKÖ’nün ismi dışında bir varlığı yok. Liderliği işgalin taşeronluğunu yapan işbirlikçi Filistin Yönetimi üzerinden iş yapıyor. Bağımsız bir varlığı yok. Hiçbir yetkisi, hükmü ya da egemenliği yok. İşgalin pek çok kolundan biri haline gelmiş durumda. Arafat-Abbas liderliği böylece eskiden milli hareketin kalbini oluşturan FKÖ’nün içini boşalttı. Bugün hakkında konuşabileceğimiz bir FKÖ yok. Batı Şeria’nın ufak da olsa bir kısmında yaşayan Filistinliler üzerinde idare gücü olan, Filistin Yönetimi denen bir bürokrasi var. C Bölgesi denen Batı Şeria’nın çoğunluğu ise doğrudan İsrail ordusu tarafından yönetiliyor. Filistin Yönetimi’nin eğitim ve sağlık gibi şeylerden sorumlu olduğu en fazla yüzde 20-30’luk bir kısım var. Ancak İsrail işgal altındaki Batı Şeria ve Araplara ait Doğu Kudüs üzerindeki tek egemen güç. Bir işgal gücü. Bir kolluk kuvveti. Nüfus idaresi, giriş çıkışlar ve maddi kaynaklara dair her şeyi yönetiyor. Filistin Yönetimi’nin kolluk kuvvetlerini kontrol ediyor. Onlar İsraillilerin istediklerini yapıyor. Filistin halkı işgalden ve yerleşimcilerden korunmak istiyor, ancak Filistin Yönetimi’nin mensupları işgalin taşeronluğu vazifesini görüyor. Düşmana hizmet ediyorlar. Yani, evet: bu Filistin bağımsızlık hareketinin seküler-demokrat, Müslüman Kardeşler mensubu olmayan öğeleri için bir trajedidir.

Oslo Anlaşmaları’nın ardından NLR El Fetih’in istikametini her şeyi elde edebileceğini düşünen bir hayalcilikten, arada bir orta nokta bulmak için hiç çaba ya da gayret göstermeden yüz kızartıcı bir tamahkârlığa geçiş yapmak olarak tarif etmişti. FKÖ içinde hala direnç gösterenler var. Hanan Ashrawi diğerlerine kıyasla daha güçlü, ve bir alternatif bekleyen başkalarının da olduğuna eminim.

FKÖ/El Fetih bağlantılı, ve hatta sayıları çok olmasa da Filistin Yönetimi’yle ilişkileri olduğu halde Filistin Yönetimi’nin işbirlikçi yapısına karşı gelen ve bağımsız bir pozisyon alan pek çok insan var. Bir dizi kamuoyu yoklama anketinde Ebu Mazen (Mahmud Abbas) ve Filistin Yönetimi’nin geniş kitleler tarafından nasıl nefret edildiğini görebilirsiniz. Bu durum işgal altındaki topraklarda yaşayan nüfusun çok büyük bir kısmının maaşlarını vermesine rağmen gerçekleşiyor. Filistin Yönetimi’nin maaş verdiği ve hayatlarını bununla idame ettiren on binlerce güvenlik görevlisi, on binlerce memur, öğretmen, sağlık çalışanı var. Buna rağmen, nüfusun ezici bir çoğunluğu Filistin Yönetimi’nden nefret ediyor. Bu apaçık.

İlginç olan şey ise Hamas’ın popülerliğinin ne 7 Ekim’den önce hızla desteğini yitirmekte olduğu Gazze’de, ne de sırf onların idaresinde olmadığı için daha çok destek buldukları Batı Şeria’da o kadar da büyük olmamasıdır. Ancak Gazze Şeridi’nde onların idaresi altında yaşayan insanların pek çoğu Hamas’a iyi gözle bakmıyordu. Bu anketten ankete, soruyu soran ve sorunun sorulduğu kişiye göre değişiyor. Kamuoyunun kanaati sabit değildir; zamanla iniş-çıkışlar yaşar. Ancak Hamas’ın sahip olduğu halk desteğinin ölçüsüyle ilgili sorular şu anda olduğundan daha büyük bir titizlikle sorulmalıdır. İnsanlar, pek çok genç 7 Ekim’den sonra bir heyecan dalgasına kapıldığı için sekiz ay sonra bunun hala böyle olduğunu düşünüyor. Ben öyle olduğunu zannetmiyorum. Hamas, İsrail’e benzerini hiç görmediği bir mağlubiyet yaşattığı için hakkının verilmesi gerektiği şekilde görülüyor. İsrail 1948’de bazı muharebelerde yenilgiler yaşamış ve 1973 harbinde Amerikalılar yardımına koşmadan önce ciddi bir askeri güçlük çekmişti. Ancak 1948’den beri İsrail hiç günlerce kendi topraklarında savaşmak zorunda kalmadı. Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim’de ele geçirdiği askeri üs ve yerleşimleri geri almaları dört gün sürdü. Bu daha önce olmamıştı. 1948’den beri İsrail’in yaşadığı en ağır sivil kayıplar 7 Ekim’de oldu. (İsrail propagandası bunun ‘Holokost’tan beri en yüksek sayı’ olduğunu söylese de bu doğru değil; 1948’de 2000 İsrailli sivil ve 4000 asker ölmüştü.) Ancak İsrail böyle bir istihbarat zafiyetini 1973’te bile asla yaşamamıştı. Bu yüzden pek çok insan, başka konularda çekinceleri olsa da Hamas’a bu konuda hakkını veriyor.

İsrailliler 1973’te olan bitenden haberdardı. Onlara Amerikalılar söylüyordu.

Biliyorlardı, ya da geç de olsa öğrendiler, ama kibir ya da gururları yüzünden yeterince hızlı karşılık vermediler. Mısır’da casusları vardı. Her yerde ajanları vardı. Onlara ‘Durun, bekleyin, yalnızca tatbikat yapıyorlar’ diyenler vardı. Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ele geçirdiği 1973 de bu kadar büyük bir şok yaratmış olsa da, İsrailli siviller arasında can kaybı yaşanmamıştı. 7 Ekim hakkında bunun tekrar tekrar söylenmesi gerekiyor: gerçekliği kesin olan vahşet eylemlerinin yanı sıra, İsrail’in 1948’den beri en büyük sivil kayıpları saldırının başındaki bu dört günde yaşandı. Bu Filistinlilerin İsrail’in Gazze’ye topluca ceza keserken neden bu kadar gaddarca davrandığını anlayabilmeleri için akıllarında tutmaları gereken bir şey. Bu yalnızca askeri bir yenilgi ya da istihbarat zafiyetiyle alakalı değil. Ordunun lekelenen şerefini ve paramparça olmuş “caydırıcılığını” toparlamakla ilgili değil. Bu, çok sayıda İsrailli sivilin çektiği travmatik acıların öcünü, intikamını almak isteyen ilkel bir dürtüyle ilgili. Yalnızca ölen ya da rehin alınanlardan bahsetmiyorum: tahliye edildikten sekiz ay sonra hala içinde insanların yaşamadığı koskoca yerleşim yerleri var. Bu, İsraillilerin vahşi davranışlarının kaynağının ne olduğunu anlamak için çok önemli. Bunun arkasında Siyonist projenin başlangıcına kadar uzanan bir fikir yatıyor. Sömürgeci-yerleşimci tüm girişimler, yerel halkın canı pahasına kendilerini tesis edebilmeleri için vahşice davranmak zorundadırlar. Ancak geçtiğimiz sekiz ay içerisinde gördüklerimiz 1948’de bile hiç görmediğimiz bir ölçekte gerçekleşiyor.

7 Ekim’den beri hayatını kaybeden, çoğunluğunu sivillerin, kadınların, çocukların, yaşlıların, sağlık ve yardım görevlilerinin, gazeteciler ve akademisyenlerin oluşturduğu Filistinlilerin sayısının İsraillilerin en azından 25 katı olduğunu gayet iyi biliyoruz. Dünya bunun doğurduğu travmanın oldukça farkında. Ancak bazıları henüz İsrail toplumunun İsrail ordusunun Gazze Bölüğü’nün kuşatılan karargahını kurtarmaya çalıştığı, Erez Kapısı’nı geri aldığı, Gazze sınırındaki ele geçirilmiş askeri üs ve yerleşim yerlerini geri almaya uğraştığı ilk dört gününde nasıl etkilendiğini anlamış değil. Bunları yapabilmeleri 10 Ekim’e kadar sürdü. İsrail’in yaşadığı şokun etkisi uzun süre üzerlerinde kalacak, tıpkı bugün Gazze’ye yapılanların travmasının nerede olurlarsa olsunlar tüm Filistinlileri etkileyeceği gibi. Yalnızca Gazzelileri, Gazze’de ailesi olan ben, dostlarım ve öğrencilerim, ya da orada tanıdıkları olanlar değil. Başka pek çok insan gibi her bir Filistinli de bu travmayı yaşıyor.

Önceden de dile getirdiğimiz gibi, Filistin tarihinde önceden yaşanan trajedilerin hiçbiri dünya kamuoyu ve özellikle ABD üzerinde böyle bir etkiye sahip olmamıştı. Ve yine de, sayısı yüzü aşan Amerikan kampüsünde çadırların kurulduğunu görmek beni çok şaşırttı. Geçtiğimiz günlerde Columbia Üniversitesi’nde protestoya katılan öğrencilere yaptığınız güzel konuşmayı dinledim. 7 Ekim adeta İsrail ve Filistin meselesinde bir kuşak kayması yaratmış gibi. New York’ta Grand Central Station’ı işgal edenler gibi genç Yahudiler de dahil olmak üzere, gençliğin ciddi bir tabakası rastgele insan öldüren bu canavar devletle hiçbir işlerinin olmasını istemiyor. İnsanlar İsrail’in yaptıklarını görüyor ve aşırı olduğunu, kabul edilemez olduğunu, bunun bir soykırım olduğunu söylüyorlar. Ve bu da ana akım medyayı ve siyasetçileri gerçekten çok rahatsız ediyor. Sizce bu kalıcı olur mu? Ve bununla ilişkili olarak, Washington’ın böylece korkak bir hale bürünmesini nasıl açıklıyorsunuz? “Yalan Tacirleri” adlı kitabınızda ABD’nin özellikle Clinton ve Obama iktidarlarında Ortadoğu’da oynadığı rolün; tarafsız bir arabulucu gibi gözüküp dengeli bir ‘barış sürecini’ yürütmek istiyor gibi görünse de aslında oldukça taraflı bir şekilde ‘İsrail’in Avukatlığını’ yaptığı ve esas destekçisi olduğu gibi çarpıcı bir analizini yaptınız. Yine de, mesele Amerika’nın çıkarları olduğunda önceki iktidarlar kamçıyı vurmaya hazırdı. Truman 1948’de savaşın tüm taraflarına silah ambargosu uygulamıştı; Süveyş Krizi’nin ardından Eisenhower Ben-Gurion’a iki hafta içerisinde Gazze ve Sina Yarımadası’nı terk etmezse yaptırımlarla karşılaşacağını söylemişti; Ağustos 1982’de Reagan Begin’e Beyrut’u bombalamayı bırakmasını haykırmıştı; Baba Bush İsrail’i pazarlık masasına oturtmak için 50 Milyar Dolar’ı çekmekle tehdit etmişti. Demokrat, Cumhuriyetçi fark etmeksizin mevcut tabaka ise hiç baskı kurma isteği göstermiyor. Biden, ya da öğrencilerin tabiriyle ‘Soykırımcı Joe’, aralarındaki en kötüsü. Trump da ondan iyi olmayacak. Dışişleri Bakanı Blinken Netanyahu çalınca evcil bir maymun gibi oynuyor. O maymun şimdi de kıyma makinesi mi oldu? Bu neden ve nasıl bu kadar ileriye gidebildi?

Bu soruyu cevaplaması zor. Suç ortaklığından da beter bu iştiraklerini anlayabilmek için kafamızı patlattık. Leş gibi Siyonist propagandanın her türlüsünün borazanlığını yaptılar. Başkan ve utanç verici sözcüleri olan Amiral Kirby ve o rezil Matthew Miller, Netanyahu’nun basın ataşesi gibi davranıyor – İsrail propagandacılarının en kötüleri gibi her meselede açıkça İsrail’in söylemlerini benimsiyorlar. Bugün ABD’nin İsrail’e Hamas yönetimini bulup öldürmekte yardımcı olduklarını ve neredeyse 300 Filistinlinin canına mâl olan rehine kurtarma operasyonuna istihbarat sağladıkları itirafında bulundular. İngiliz Hava Kuvvetleri Gazze üzerinde neredeyse gün aşırı keşif uçuşları yaptı. ABD ve gözünü kan bürümüş yaveri Britanya yalnızca silah, para ve Birleşmiş Milletler vetolarını sağlamakla kalmıyor, bu soykırımın istihbarat ve propaganda işlerini yürüterek katliama doğrudan ortak oluyorlar. Bu iktidarın ne kadar İsrail yanlısı bir bakış açısı belirlediği Biden’dan Blinken’a, Blinken’dan Sullivan’a görülebiliyor.

Bazı üst düzey liderlik makamlarında bulunanların bu söylemleri yinelemeyeceği ve yinelemediği doğru. Savunma Bakanı Austin ve CIA’in başı olan Burns bunu yapmadı; tıpkı feraset sahibi başkaları gibi. Ama iktidar içerisinde bu meselede söz sahibi değiller. Dışişleri Bakanlığı, askeriye ve istihbarat topluluğundaki -bu istihbarat ‘topluluğu’ tabirine de bayılıyorum- profesyonellerin İsrail’in bu yaptıklarının hem nafile, hem de Amerika’nın çıkarlarına zarar verdiğini gayet iyi bildiklerini zannediyorum. Ancak Biden iktidarında onların sesleri duyulmuyor.

Bunun bir kısmı bahsettiğiniz kuşak kaymasıyla alakalı. Bugün ABD’yi yönetenler yaşlı bir kliğe, 1960’lar ve 70’lerde Holokost ve İsrail’in kurulması arasındaki bir bağlantı kuran mitle yoğurulmuş bir ihtiyar heyeti yönetiyor. Schumer, Pelosi, Biden, Trump; bunlar yaşlı insanlar. Fikirlerini 1967 harbi zamanında oluşturmuşlar. Ve o zamandan beri hiç fikirlerini açmamış, İsrail’in ve öncüsü olan Siyonist hareketin Batı’da başarıyla tohumlarını ektiği, İsrail’in söylemlerini cafcaflı renklere bulayıp Filistin’inkileri karartan – İsrail’in her zaman varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduğu, yağmacıların dayandıkları kapıdan hiç ayrılmadıkları, Holokost’un tekrar yaşanabileceği, İsrail’in Arap barbarlığının kuruttuğu çölde filizlenen Batı medeniyetine ait bir çiçek olduğu gibi ırkçı klişelere takılıp kalmışlar. Biden Amerikan bombalarıyla hayatını kaybeden 14,000 Filistinli çocuk için en ufak pişmanlık emaresi göstermedi. Utanç duygusundan ve kendisinin ve iktidarının değirmenine su taşıdığı bu korkunç soykırımın ölçütlerinden tamamen yoksun. Ve etrafındaki insanlar da bunu yansıtıyor. Dünyadan izole bir haldeler.

Bu daha ne kadar devam edebilir? Bunu bilmiyorum. Duracağına dair bir işaret görmüyorum. İsrail’in kendilerine ve çıkarlarına zarar verdiğini yeni yeni anlamaya başlayabildiler ve onları yavaşlatmaya çalışıyorlar. Ancak İsraillilere henüz söz geçiremiyorlar. Ben eğer Netanyahu olsam ve siyasi varlığım savaşın devamına bağlı olsaydı, Amerikalıların zayıf bir sesle bir-iki silah teslimatını durdurmakla tehdit etmesi durdurmaya yetmezdi. Amerikalıların havlasa da ısırmayacak bir köpek olduğunu iyi anladığı, ve ısırsalar bile diş geçirmeyeceklerini bildiği için canı ne kadar isterse o kadar zaman devam edecek. ABD eğer CIA Şefi Burns’ün yazdığı bir ateşkes planını kabul etmezlerse tüm silah sevkiyatını durduracaklarını söyleyebilir. Güvenlik Konseyi’nde Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin alakalı maddeleriyle birlikte İsrail’i hemen yarın durdurabilecek bir teklifte bulunabilir. Ancak bunu yapmayacaklar. Söylediğinize dönecek olursak: bu Reagan’ın 1982 Ağustosu’nda yapmayı göze aldığı bir şeydi. İsrailliler Beyrut’u bombalamayı yalnızca Reagan Begin’e bağırdığı için bıraktılar, yarım saat içerisinde kestiler. Beyrut’ta İsrail bombardımanı altında oturuyorduk, ve ABD Başkanı’nın İsrail Başbakanı’na açtığı bir telefonla bir anda kesiliverdi. Biden bunu yapmadı.

Mearsheimer ve Walt İsrail lobisi hakkındaki kitapları yüzünden kötülenip, haklarında Yahudi düşmanı ve benzerleri dendi. Ancak Amerikan dış politikasının o düzeyde nasıl işlediği hakkında bulundukları iddialar bugün oldukça güçlü gözüküyor.

Komik olan şey tüm bu kötüleme ve iftiralara rağmen İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası’nın hızla en çok satan kitaplardan biri olması ve hala da çok satmaya devam etmesi. Yazarları tanıyorum, ikisi de arkadaşım; bu son savaşın ardından kitabın yayınlanması üzerinden on beş sene geçmiş olmasına rağmen satışlarda bir sıçrama olduğunu sanıyorum. Sağlam bir analiz olduğunu düşünüyorum. Bu ekosistem Amerika’nın İsrail’deki denkleriyle iç içe geçmiş askeri, teknolojik ve biyomedikal sahalarının önemli öğelerine uzanmışken yalnızca Capitol Hill’deki lobi gruplarından, Hıristiyan Siyonistlerden ve neoconlardan ve lobinin medya ve akademideki fedailerinden bahsettiği için yeteri kadar kapsamlı olduğunu düşünmüyorum. Amerikan ekonomisinin devasa boyutlardaki kısımları İsrail’deki bu sektörler ve Amerikan toplumundaki büyük güçlerle ilişkileri var. Yaptıkları bağışlarla siyasetçilerin koltuklarını korumalarını sağladıkları için Kongre’nin sahibi gibiler, bu özellikle biyoteknolojik, finansal ve askeri sahalarda böyle. ABD’nin güvenlikçi-askeri-endüstriyel kompleksinin İsrail’inkiyle olan örtüşmesi tıpkı Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve başka birkaç yerde olduğu gibi kusursuz bir halde. Ben İsrail Lobisi’nin bunu tam olarak ele aldığını düşünmüyorum, bunun kısmi bir sebebi de bu olan bitenin bir kısmının kitaplarının yayınlanmasının ardından gelişmesidir.

Nakba’nın ardından yaptıklarından daha bile pervasız bir şekilde davranmaya devam eden mevcut Arap elitlerini ele alalım. 7 Ekim öncesinde Suudiler İsrail’i tanımanın eşiğine gelmişlerdi.

Hala öyleler.

Hala öyleler. Körfez ülkeleri de devasa miktarda paralara sahip emperyalist benzin istasyonları olmaya devam ediyor. Ürdün uzun zamandır ABD-İsrail mandası altında. Mısırlı kitleler ordu tarafından korkunç bir mağlubiyete uğratıldı. Arap dünyasında daha fazla protesto düzenleneceğini düşünüyordum – oradaki hissiyatı değiştirebilecek tek şey de kitlesel ayaklanmalar olurdu. Ama Yemen haricinde bu çok da olmadı. Gazze yanlısı gösteriler düzenlendi, ama henüz Britanya ve ABD’de sergilenen öfkenin ölçeğinde bir şey olmadı.

Burada değinilebilecek en azından iki şey olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Körfez’den Atlantik’e kadar Arap dünyasındaki tüm Arap halkları içinde Filistin halkına büyük bir yakınlık beslenir, ve her zaman da beslenmiştir. Bu değişmedi. İniş-çıkışlar yaşamış olabilir, ama asla kaybolmadı. Ancak bu insanlar başka kritik meselelerle de karşı karşıyalar. Eğer iç savaş ya da emperyal güçlerin ve onların taşeronlarının müdahaleleriyle yok edilmiş Libya, Suriye, Irak, Yemen, Sudan, Lübnan gibi devletlerde yaşıyorsanız, başka dertleriniz vardır. Amerikan işgalinden 21 yıl sonra Irak’ta -dünyanın en büyük petrol üreticilerinden birinde- hala 24 saat boyunca kesintisiz elektrik yok. Filistin önemli, ama elektrik ve rejim tarafından – ya da ordunun şu ya da bu kanadı tarafından öldürülmemek de önemli. Yarım düzine kadar Arap ülkesindeki durum bu: bütün büyük güçlerin dahil olduğu, vekalet savaşlarına evrilmiş iç savaşların farklı aşamalarındalar.

İkincisi ise, Körfez’den Atlantik’e kadar neredeyse istisnasız olarak halkın fikirlerini ifade etmesine izin vermeyen rejimlerin olması. Postallı diktatörlüklerin yanında Cezayir’de Louis XIV’den beri görülmüş en mutlak monarşi mevcut, eğer onu aşacak olursanız elektrik şoku yiyip işkence görürsünüz, tutuklanırsınız, aileniz acı çeker. O yüzden haklısın, Arap dünyasındaki hiçbir protesto Londra ve New York’ta, ya da Endonezya, Pakistan ve Küresel Güney’in bazı yerlerinde karşılaştıklarımızın seviyesine çıkmadı. Bunun sebebini kısmen Arap kitlelerinin sözde Arap Baharı’ndan beri çektikleri işkence ve onlara sallanan üvendireler sebebiyle sindirilmiş olması oluşturuyor. Özellikle Suudi ve Arap Emirlikleri’nin başını çektiği Amerikan taşeronları tarafından, devasa nakit yardımları ve olabilecek en sıkı güvenlikçi politikalara sundukları destekle düzenin içine geri çekildiler. İnsan halkı bu mesele yüzünden baş kaldırmadığı için suçlayamıyor.

Ancak bazı yerlerde, örneğin Ürdün ve birkaç başka ülkede, durum gözle görülmese de kritik. Fakat bu durumun bu ülkelerin aktif, pozitif bir rol oynamaları sağlayacak demokratik geçiş dönemlerine doğru gideceğini düşünmüyorum. Yöneticileri halklarından ziyade Washington ve Tel Aviv’in söyleyeceklerini önemsiyor. Halklarının görüşlerini hiçbir şekilde temsil etmiyorlar. İsrail’e pek çok gözle görülür ve görünmez bağla bağlanmış durumdalar. Birleşik Arap Emirlikleri’nin füze savunma sistemleri Raytheon’un İsrail şubesi tarafından temin edildi, bu da İsrail’in İran’a karşı kurduğu füze savunma sisteminin işgal altındaki Golan Tepeleri’nde ya da Şeyh Dağı’nda (Hermon Dağı) değil, Jebel Ali’de, Abu Dhabi’de olduğu anlamına geliyor. Birleşik Arap Emirlikleri füze saldırılarına karşı koruma konusunda tamamen İsrail’e bel bağlamış durumda. Bu anlaşmanın Ürdün, Mısır ve başka Arap ülkelerinde farklı varyasyonları mevcut. Fas’taki kraliyet muhafızları Kral 2. Hasan’ın zamanından beri, son elli altmış yıldır Mossad tarafından eğitiliyor. İsrail ile olan askeri bağlantılar Ürdün, Fas ve Mısır özelinde nesillerdir devam ediyor, ve Körfez ülkeleriyle birlikte birkaç ülkede daha oldukça sağlam durumda.

Başlarda Hizbullah’ın, İran rejiminin açık ya da örtülü desteğiyle birlikte ikinci bir cephe açıp Hamas’ın üzerindeki baskıyı azaltabileceği ümit ediliyordu. Ancak bu gerçekleşmedi.

Hamas’ın bunu beklemekle hata yaptığını düşünüyorum. Muhtemelen işgal altındaki bölgelerde yaşayan Filistinlilerin çok daha sürekli eylemler yapmalarını bekliyor ve Hizbullah’la birlikte diğer İran müttefiki olan milis güçlerin, hatta İran’ın kendisinin İsrail’in 7 Ekim’e gösterdiği karşılığa çok daha sert bir tepki göstermelerini ümit ediyorlardı. Bu, dünyayı ne kadar az anlayabildiklerinin mükemmel bir örneği. Diğer alanlarda ne kadar becerikli olurlarsa olsunlar, bu saldırıyı tertipleyen liderlerin at gözlüğü taktığını düşünüyorum. Bence Arap dünyası boyunca toplu bir ayaklanma olacağına gerçekten inanıyorlardı. Bu varsayımı destekleyecek çok fazla kanıtım yok, ama aldıkları reaksiyon karşısında kesinlikle hayal kırıklığına uğradılar. Hizbullah’ın tepkisine ise ‘eylemsel’ diyebiliriz. İsrail üzerinde ciddi bir etkisi oldu: İsrailli kaynaklara göre en az on beş İsrail askeri ve on bir İsrailli sivil öldü ve tüm sınır bölgesinin tahliye edilmesine sebep oldu – on binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı.

Ancak her ne kadar hala tam teşekküllü bir savaşa dönüşme ihtimali barındırsa da şimdilik karşılıklı yanıtlardan ibaret, oldukça ölçülü ve kontrollü bir durumda. Bu gözleri gören herkesin tünellerdeki çocuklara söyleyebileceği bir şeyle alakalı, bu da İran’ın Hizbullah’ın kabiliyetlerine Hamas’ın hatırına yatırım yapmamış olduğudur. Bunun tek sebebi İran’ı İsrail’e karşı koruyacak caydırıcı bir güç oluşturmak istemesidir. Hizbullah ve İran’ın, Hamas’ın müttefiklerini uyarmadan başlattığı bir savaşta onu desteklemek için ellerindeki her şeyi kullanmalarını beklemek – bu olmayacak duaya âmin demektir. İran, milli çıkarları rejimi korumak, kendini müdafaa etmek ve devletin varlığını korumaktan ibaret olan bir ulus devlet. Diliniz damağınız kuruyana kadar İslam’dan, ideolojiden ve ‘direniş hattı’ndan bahsedebilirsiniz. Ben size söyleyeyim: devletin çıkarları, rejimi korumak – önemsedikleri şeyler ve Hizbullah’ı donatıp destekleme sebepleri bunlar. Ve bu oku da öylesine atmayacaklar. Bunu Hamas’ı desteklemek adına yapmaları ihtimali asla söz konusu değildi. Umarım olmaz ama, eğer olur da topyekûn bir savaş çıkacak olursa bu Hizbullah’ın verdiği bir karar sebebiyle değil, bir hesap hatası, bir kaza ya da Netanyahu’nun verdiği mantık dışı bir karar yüzünden olur.

Hizbullah Lübnan’ın bir partisi. Destekçileri İran’da, ama eğer faaliyetleri İsrail’in Lübnan’a karşı devasa bir karşılık vermesine -tıpkı 2006’daki savaşta yalnızca Hizbullah’ı değil, Lübnan’ın altyapısını hedef aldığı gibi- sebep olursa Lübnan’daki kamuoyunun onun aleyhine döneceğinin de son derece farkında. İsrailliler direnişi her ne yapıyorsa vaz geçirmeye zorlamak için onu barındıran ülkeyi cezalandırırlar. Bu ülkeleri Filistinlileri durdurmaya zorlamak için Ürdün’ü, Suriye’yi bombaladılar. Filistinlilerin kendilerini değil, onları barındırıp destekleyen hangi Arap ülkesi varsa onu durdurmaya çalışıyorlardı. Hizbullah’a olan desteğini kesmeye zorlamak için bunu Lübnan’a da yaparlar. Bunun Hizbullah da, Lübnanlılar da farkında. Hamas liderlerinin bunu nasıl anlayamadığını anlamıyorum. Bu, gerçeklikten kopukluklarını ve stratejik anlayışlarının ne kadar hatalı olduğuna işaret ediyor ve bu açıkçası oldukça rahatsız edici. 7 Ekim’den beri Filistin’deki durgun statükoyu dramatik bir şekilde alt üst ettiler, ve gerilla savaşı vermekte oldukça becerikli olduklarını gösterdiler – ancak bunun korkunç bir bedeli olduğunun söylenmesi gerekiyor. Ancak netice olarak savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır, ve onlar da dünyaya açık, stratejik ve birleşik bir Filistin vizyonu sunmadı. İnsanların böyle şeylerden, söylemesi kolay olmadıkları için, bahsettiğini zannetmiyorum. Ancak söylenmeleri gerekiyor. Söylenmeleri gerekiyor.

Size tamamen katılıyorum. Geleceğe bakacak olursak, İsrail’in Gazze için planı nedir? Şeridi yok edip kendi halklarına satarak, daha fazla Filistinliyi mülteciye dönüştürerek yeni bir Nakba yaratmaya mı çalışıyorlar? Böyle olacak gibi görünüyor. Ya da birisi bunu engellemek için müdahalede bulunacak mı? Amerikalılar bunu kesinlikle yapmayacak, bu gayet net belli oldu.

Tarihindeki diğer kritik anların aksine İsrail bugün birlik halinde bir elite ve bu meseleler hakkında kesin bir kanaate sahip değil. 1948’de Ben-Gurion İsrail siyasetinin hakimiydi; 1956’da bile Sharett’ın üstesinden gelip Süveyş Savaşı’nı başlatarak istediğini elde edebildi. İyi ya da kötü bir durumda olmalarından bağımsız olarak her konuda en azından ne yapmak istediklerini bilirlerdi. 1967 harbinden sonra ‘Acaba hepsi bizde mi kalsa?’ diye ne yapacaklarına karar veremedikleri zamanda bile tutarlı bir liderlikleri vardı. İsrail tarihinin çoğu boyunca askeri ve siyasi liderler uyumlu çalışmıştır. Bugün durum böyle değil. İsrail’in ne yapmak istediğine dair net bir görüşü olduğunu düşünmüyorum. Netanyahu stratejik olarak ne elde etmek istediğini çok bilmiyor. Şahsen, savaşı bitirmeye dair açık bir strateji olmadan ebediyen devam etmesini istiyor. Bu onun dar siyasi çıkarlarına hizmet ediyor: iktidarda kalmak, seçim yapılmaması ve yargılanmamak.

Hükümetinin diğer kanatları farklı görüşlere sahip. Askeri ve istihbarat kurumları birlik içinde değil. Daha yakın zamanda eski bir Genelkurmay Başkanı çıkıp savaşın bitmesi gerektiğine söyledi. Eski Genelkurmay Başkanları’nın savaşta asla böyle şeyler söylemesine tanık olmazdınız; ama Aviv Kohavi çıkıp bunu söyledi. Başka eski general ve istihbarat şefleri de benzer şeyler söyledi. İsrail’in seçkinleri savaşı nasıl bitirecekleri ve eğer bir gün gelecek olursa ardından Gazze’de ne yapacaklarına dair derin fikir ayrılıkları içinde. Başlangıçta, Nakba’yı neticesine vardırıp çok sayıda insanı yurdundan edip Mısır’a doğru, ve belki de Batı Şeria’dakileri de Ürdün’e göndermek istedikleri ortadaydı. Ve pis işlerini yapsın diye ayakçıları Blinken’ı gönderdiler – o da Mısırlılara, Ürdünlülere ve Suudilere gidip yalvararak “Lütfen bunun olmasına müsaade eder misiniz?” dedi. Amerikan hükümetinin Filistin’i etnik olarak daha da temizlemeyi amaçlayan bir İsrail planının parçası olması Amerikan tarihinin en tiksindirici anlarından biridir. Blinken ve Biden üzerinde ebediyen kara bir leke olarak kalacak. Her ne kadar Truman olmasına müsaade etmiş olsa ve çıkana kadar çok kişinin başını ağrıttığı Birleşmiş Milletler kararını yürütmek için hiç gayret göstermese de, Washington 1948’de etnik temizlik olmasını istemiyordu. Bu daha farklı ve çok daha kötü bir durum. Bu Washington’ın İsrail’in soykırımını aktif olarak desteklemesi ve Filistin’in bir kısmının etnik temizliğe tabi tutulması için pazarlık yapması durumudur.

Eğer İsrail yönetimi başlangıçta ne yapmak istediklerini iyi biliyorduysalar bile -Gazze’yi yıkıp Nakba’yı tamamlamak- şimdi açık bir görüşe sahip olduklarını zannetmiyorum. Gerçekleşme ihtimali yüksek olan durum, İsrailliler dahil kimsenin istememesi gereken bir şekilde, bir tür İsrail işgali gibi duruyor. Eğer ben onların yerinde olsam Gazze’yi işgal etmek istemezdim. 2005’e kadar süren son işgalleri çok da başarılı değildi. 2000’lerin başlarındaki Hamas ve diğer gruplar bugün sahip oldukları imkanların çok ufak bir kısmına sahipken bile uğraşmak zorunda kaldıkları şeyleri düşünün. Açıkçası, İsrail’in açısından iyi hiçbir seçenek olduğunu düşünmüyorum. Yönetimin bu konuda net bir karar vermiş olduğunu düşünmüyorum. Bu yanlış olabilir, ama İsrail basınını okuyarak dışarıdan vardığım kanaat bu. Üstün güçlerine rağmen kendilerini stratejik olarak ümitsiz bir konumda bıraktılar.

Korkunç bir tarihsel ironi. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından Isaac Deutscher NLR’e bir röportaj vermişti. İsrail’den kesin olarak ayrılmış ve şahsen tanıdığı Ben-Gurion’a eğer işgal bitmezse felaket olacağını söyleyen bir mesaj göndermişti. İsraillileri Ortadoğu’nun Prusyalıları olarak tarif ediyordu – bir dizi başarının ardından kendi silahlarına koşulsuz bir güven, başka insanlara ise şovenist bir kibir duymaya ve tepeden bakmaya başlamışlardı – ve Almanların kendi tecrübelerinden edindikleri dersi hatırlatıyordu: ‘Man kann sich totseigen!’ İnsan kendi zaferinden de ölebilir.

İşte, Ben-Gurion da bunu öğrendi. 1967 harbinin ardından İsrail’in kendini zaferine kaptırıp savaşın İsrail ve Siyonizm’e faydalı olacak bir netice sunması fırsatından istifade edemeyeceğinden endişeleniyordu. Elbette haklıydı da. Bu liderlerin pek çoğuyla ilgili üzücü olan şey derslerini çok geç almalarıdır. Bu yüzden Ehud Olmert Başbakan iken asla bahsini açmadığı şeyler söyleyebiliyor, Ben-Gurion’un ihtiyarlığında olduğu gibi eski İsrailli generaller, Mossad ve Şin-Bet’in eski amirleri de emekli olduktan sonra eskiden hiç söylemedikleri şeyleri söyleyebiliyorlar. 1950’lerde İsrail’in askeri istihbarat şefliğini yapmış ve FKÖ’nün nasıl karalanacağı konusunda ders kitabı gibi olan iki kitap yazmış Yehoshafat Harkabi ile harika bir karşılaşma yaşadım. Yalnızca askeri istihbarat şefi değil, Batı’da FKÖ’ye dair negatif bir algı oluşturmanın başındaki propagandistti de. İhtiyarlığında onunla tanıştığım zaman adam tamamen fikir değiştirmiş ve İsrail’i eleştiren bir dizi kitap yazmıştı. Bu böyle insanlarda hep çok geç oluyor. Jimmy Carter için de aynısı geçerli. Bunları neden Başkan iken söylemiyordunuz?

Aynen öyle.

O Amerika’nın tarihindeki en iyi eski başkandı. Ama neyin değişip neyin değişmediği hakkındaki ilk sorunun yanıtını tamamlamak istiyorum. Söylediğim gibi ben, Siyonist söylemin rakipsiz olduğu ve herkes tarafından hiç sorgulanmadan inanıldığı bir dünyada büyüdüm. Bahsettiğimiz üzere durum bugün böyle değil. Özellikle Yahudi cemaati içerisinde, ilginç bir kuşak kopukluğunu da barındıracak şekilde Siyonist söylemin sert bir eleştirisi yaşanıyor. Bu yepyeni bir durum – ve çok da önemli.

Değişmemiş olan ve torunlarımızın bile baş etmek durumunda olacağı şey ise emperyal güçlerin yöneticilerinin Siyonist projeye sundukları koşulsuz destektir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ABD ve Britanya, ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Fransa ve Almanya. Benim düşünceme göre bu pek çok açıdan en büyük problemi teşkil ediyor. Eğer yerleşimci-sömürgeci analiz şemasını kabul edecek olursanız, o zaman metropolün kendisi de sömürge yerleşimiyle aynı önemi taşır. İsrail alelade bir yerleşimci kolonisi değil; aynı zamanda Kitabı Mukaddes’e ait göz ardı edilemeyen bir yanı olan, ve zulme karşı korunak olan ulusal bir proje. Hiçbir yerleşimci kolonisi zulümden böylesine kaçarak kurulmamıştı – Kuzey Amerika’ya gelen Püritanlar ve Quakerlar gibi diğer muhalifler de zulüm görmüşlerdi, ancak aynı ölçüde değildi. Kısaca, bu niteliklerin bir araya gelme biçimi İsrail projesine has bir durum. Ancak özü, sömürgeci-yerleşimci özü yine bir metropolle alakalı. Ve o metropoldeki elitler de maalesef benim çocukluğumdan beri hiç değişmemiş durumda. Ve yeni nesiller de bununla başa çıkmak zorunda kalacak.

Israel Finkelstein’ın da dahil olduğu bir dizi İsrailli bilim insanı ve arkeolog Eski Ahit’te bahsi geçen kahramanlık hikayelerinin -Mısır’dan kaçış, Krallar Kitabı’ndaki hanedan soyu gibi- ‘icat edilmiş’ geleneklerden oluştuğunu, daha sonraki dönemlerde bir saray ideolojisi olarak inşa edilmiş olduklarını gösteriyor. Shlomo Sand’in ‘Yahudi Halkının İcadı’ ve ‘İsrail Ülkesinin İcadı’ kitaplarının İbranice baskıları İsrail’de en çok satanlar arasında yer alıyor. Ancak bunun nüfusun çoğunluğunun milli ideolojisi üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadı.

Milliyetçilik konusunda Gellne, Hobsbawm ve Benedict Anderson doğruyu söylüyordu: tarihsel gerçeklikler değil, halkın neye inandığı önemlidir. Finkelstein ve diğer saygıdeğer İsrailli arkeologlar Siyonizm’in Kitabı Mukaddes’e dayanan temellerini paramparça etti, ama bunun siyasi karşılığı çok ufak oldu. Bu Kutsal Kitap efsanelerinin nesiler ve asırlar boyunca süregelen, ve yalnızca Yahudilerle sınırlı olmayan güçlü etkilerini tarihsel ve arkeolojik açıdan temelsiz olmalarından bağımsız bir şekilde ele almak gerektiğini düşünüyorum. Hıristiyanlar arasında da yinelenmiş olmaları da eşit derecede önem taşıyor. İnançları yine aynı efsanelerin kökeninden gelen İngiliz Protestanları Balfour Deklarasyonu’nun nihai sorumlularıydı. Lord Shaftesbury dini gerekçeler sebebiyle 1830’larda, daha ilk Yahudi Siyonistler ortaya çıkmadan önce Siyonist olmuştu.

Fakat gördüğümüz gibi İsrail’in barbarlığı bu mitlerin bazılarını zedelemeye başladı, değil mi?

Bir hesaplaşma yaşanabilir. Hıristiyan Siyonizmi asıl olarak Protestanlar arasında yaygın bir durum, Katolik nüfus içerisinde yaygınlığı çok daha kısıtlı. Ve İncil’in “İsrail’in bir araya gelmesinin İsa’nın dirilmesinin ve Kıyametin öncüsü olduğu, Aziz Yuhanna’nın kehaneti olduğu” şeklindeki bu yorumu da esasen Protestan bir yorum. ABD’deki daha liberal Protestan cemaatleri arasında bu yorumun ne kadar tehlikeli olduğu ve Hıristiyan değerleri açısından ne kadar yanlış olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor. Bu olan bitenin sürdürmek istedikleri gelenekle hiçbir alakası olmadığını söyleyen Yahudiler arasında da buna paralel bir değişim görebilirsiniz. Antik İbranilerin Amalek’i yok ettiği gibi insanları yok etmek istemiyoruz. Museviliğin yerleşimcilerin pek çoğunu ve İsrail siyasetinin sağ kanadını -bu arada bu kısım aşırı sağdan merkez sola kadar da uzanır- heyecanlandıran yorumuna inanmıyoruz. Amaleklileri İsrail’in düşmanı olduğu için yok eden bu yoruma onlar inanıyor. Netanyahu, Samuel Kitabı’nın mecazi olmayan bir yorumuyla bu katliam fikrini utanmaz bir biçimde benimsemiş durumda – “Amalek’in size neler yaptığını hatırlayın.” Knesset’in çoğunluğu, 64 üyesi, bunu tekrar tekrar söylemiş bir adamın başını çektiği bir hükümeti destekliyor. Ancak buna rağmen ABD’deki Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğu buna inanmıyor.

Son olarak da kendi üniversiteniz Columbia’dan bahsedelim.

Haziran’da emekli olduktan sonra benim üniversitem olmayacak.

Ama yine de bir bağınız olacaktır.

Artık yalnızca fakültenin üyesi olmadan bazı dersler veren fakültenin eski bir üyesi – bizim tabirimizle “kadrosuz” fakülteli olacağım.

Edward Said profesörlüğünü bu ‘terörist’ isimden tamamen arındırırlar mı?

O konuda ne olacağını hiç bilmiyorum. Bu makamın devamı ve o makamda nitelikli birinin olması konusunda ısrarcı olacak donörler ve donör çocukları olacağını zannediyorum. Hiçbir fikrim yok. Amerika Birleşik Devletleri’nde genel olarak Ortadoğu çalışmalarına ve özellikle de Filistin hakkındaki çalışmalara karşı yürütülen kampanya virüs gibi yaygın ve siyasetin her kanadında mevcut. New York Polis Departmanı da tıpkı omurgasız siyasetçiler gibi dışarıdan gelen provokatörler ve aralarında benim de bulunduğum fakülte üyelerinin insanları tahrik ettiği şeklinde yapılan açıklamalara dahil oldu. O yüzden ne olacağını bilmiyorum. İnsanlar bana böyle sorular sorduğunda, bir tarihçinin görev tanımında geleceği görmenin yazmadığını söylüyorum.

Bizim gibi ihtiyarların sık sık yaptığı üzere siz de son kitabınızı torunlarınıza ithaf etmişsiniz.

[Kahkahalar]

Attığımız içten kahkahalar kayıtlara geçsin.

Onların daha iyi bir dünya görmelerini ümit ettiğinizi ifade etmişsiniz. Sizin içinde büyüdüğünüz dünya ve onların içinde büyüdüğü dünya arasındaki en büyük fark nedir?

Ben ne Arap dünyasında, ne de Batı kamuoyunda Filistinlilerin sesinin hiç çıkmadığı bir dünyada büyüdüm; hiç, hem de hiç çıkmıyordu. Dört torunum dünyanın her yerinde Filistin için gür seslerin çıktığı bir dünyada büyüyor. Bu iyi yönde yaşanan bir değişim. Ben Siyonist söylemin tamamen egemen olduğu ve İsrail’in iğrenç bir şekilde ‘uluslara parlayan bir ışık’ olarak tarif edildiği bir dünyada büyüdüm. Durum artık böyle değil. Bugün kendi soykırım faaliyetleri sebebiyle yaygın olarak, ve haklı olarak hakir görülen bir devlet olarak görülüyor. Bunlar bu çok kötü zamanlarda olan az sayıdaki iyi şey arasında yer alıyor.

 

Benzer Yazılar

Yasallık ve meşruluk engel mi, avantaj mı? -Batur Kılıç yazdı.

Forum 2 hafta önce

Yasallık ve meşruluk; bu iki kavram Türkiye’de en basit siyasi gündemi bile tartıştığımda kulağımda çınlar durur. Önemlidir çünkü bu iki kavram arasında gözettiğiniz denge dünyayı nasıl anlamlandırdığınızın sinyallerini de verir. Yasallık ve meşruluk kavramlarının zihnimde döndüğü anlarda Kral Macbeth’in şu sözleri aklıma gelir:  “Benim başıma meyvesiz bir taç oturttular, Elime kısır bir asa tutuşturdular.” Türkiye siyasetinde “iktidar” gördüğünüz her yere bu alıntıyı koyabilirsiniz, sırıtmaz.  Türkiye tarihini düşünün, yasalın meşru olmadığı, meşrunun yasal olmadığı binlerce an gözümüzün önüne gelebilir.  AKP iktidarında bu anlar o kadar çoktur ki bir halkın algılarını sakatlayarak en geniş anlamıyla demokratik yaşam zarar görmüştür, solculara, sosyalistlere “darbe anayasası değişmesin” dedirtmeyi başarmıştır. Erdoğan’ın kafasındaki meyvesiz taç memleketin geleceğini karartırken, kısır bir asa ise milyonlarca insanın algısını manipüle etti. Ülkenin geleceğinde ne olduğunu bilemez olduk. Yasallık ve meşruluğu tartıştığınız noktada anayasayı tartışırsınız, AKP’nin Türk halkının zihnine zerk etmeyi başardığı kuralsızlık ve tepkisellik en merkezinden en radikaline siyasete demokrasi adına […]

Doğan Avcıoğlu kimdir? Gökhan Atılgan anlattı

Forum 3 hafta önce

Doğan Avcıoğlu Kimdir? Gökhan Atılgan Doğan Avcıoğlu Ödülleri III, Eskişehir, 17 Kasım 2024 Doğan Avcıoğlu kimdir? Bir Kemalist mi, bir solcu mu, bir devrimci mi, bir sosyalist mi, bir Marksist mi? Doğan Avcıoğlu bir Kemalisttir. Türkiye sosyalist hareketinin efsanevi isimlerinden Sadun Aren’in söylediği gibi onun kuşağı açısından “Kemalist olmak, adam olmaktır. İnsan önce Kemalist olur, ondan sonra ne olacaksa olur.” Doğan Avcıoğlu için Kemalizm nehrin neşet ettiği “göze”dir. O, bu “göze”den gelmenin gururuyla yaşamıştır. Her Kemalist solcu olmak zorunda değildir. “Sağ Kemalizm” de vardır, “sağcı Kemalistler” de. Bu ilk yol ayrımı ülkeye verilecek yönün kapitalist mi yoksa kapitalizmden başka bir yol mu olacağıyla ilgilidir. Doğan Avcıoğlu açısından kapitalist tercih Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklemiştir ve bu yolda ısrar etmek zamanda geriye doğru yolculuk anlamına gelecektir. İlk yol ayrımında Doğan Avcıoğlu sol taraftan ilerlemiştir. Her solcu devrimci olmak zorunda değildir. Devrimci olmayan, reformcu olan solcular da vardır. Doğan Avcıoğlu, magnum opus’u olan […]

Çeviri: Amerikan sosyalizmi sporda Avrupa kapitalizmini yeniyor*

Yayın 3 hafta önce

Soğuk Savaş’ta komünist ülkelerden kapitalist ülkelere kaçmak yaygın bir şeydi. Bugün ise sporda sosyalizm- hiç yoksa böylesi daha kârlı olduğu için- daha popüler olan seçenek halini alıyor olabilir. Bu ayın başlarında Avrupa Birliği’nin en yüksek mahkemesi geçmişte Fransa Milli Takımı forması giyen orta saha oyuncusu Lassana Diarra’nın, spordaki bazı transfer kurallarının AB yasalarını ihlal ettiğine yönelik iddiası lehine karar verdi. Bu hüküm bir dönüm noktası olmakla birlikte; kıtadaki en önde gelen 12 kulübün ayrılıp kurmak için başını çektiği, Amerikan tarzı kapalı bir turnuva olan Süper Lig’in önünü açmasından yalnızca birkaç ay sonra geliyor. Her ne kadar netice belli olmasa da, Avrupa’yı Amerika’nın spor usulüne yaklaştıran bir başka faktöre dönüşebilir. Burada ironik olan şey, ABD’nin iktisadi serbestlikten yana olma iddiası göz önünde bulundurulursa, Ulusal Futbol Ligi (NFL) ve Ulusal Basketbol Ligi (NBA) gibi en üst düzey spor müsabakalarının dengeleri en düşük performanslı katılımcılar lehine değiştirecek mekanizmalara sahip olması. Sosyal devletçiliğin beşiği […]

0 Yorum

Rastgele