Aldanış ve inanışın hikâyesi: Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar, Şevket Süreyya Aydemir

Şevket Süreyya Aydemir,1976’da hayata gözlerini yummadan önce 7- 8 yıl boyunca ‘Kırmızı Mektuplar’ isimli kitabını yazmayı tasarlar. Fakat yarıda kalır, ömrü tamamlamaya yetmez. I. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak savaştıktan sonra Bolşevik devriminden sonra kurulan Doğu Emekçileri Enstitüsü’ne gider. Orada dünyanın dört bir yanından gençlerle tanışır. Bu gençlerden ikisi de Rus Pavel Harasov ve Çinli Li Ya-U’dur. Yıllar içinde oradan tanıştığı gençlerle mektuplaşır. Yaşlılık dönemlerinde Harasov’un eşi onların yaşlılıklarında bile devrim fikrinden heyecanlanmalarına tanık olur ve ‘hoşlanıyorum bu kırmızı rüzgârlardan’ der.[1] Tamamlayamadığı bu kitabın adı ‘Kırmızı Mektuplar’ olur. Benim elimde Remzi Kitabevi’nin 2020’deki ikinci basımı var. Kitabın tam adı ‘Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar’. Son yazılar kısmında Aydemir’in gazetelerde çıkan köşe yazıları bulunuyor. Kırmızı Mektuplar  ‘düşsel’ mektuplardır. Üç ülkedeki üç devrimin gittiği güzergâhı tartışan mektuplardır. Bu noktada gerçek ve kurgu birbirine karışır. Kitabın sunuş yazısını yazan Sami Karaören’e göre, ‘Öyküsel bir kurgu ve imgesel kişilerle mektuplaşmalar… Ama yaşanmış […]

Aldanış ve inanışın hikâyesi: Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar, Şevket Süreyya Aydemir

Şevket Süreyya Aydemir,1976’da hayata gözlerini yummadan önce 7- 8 yıl boyunca ‘Kırmızı Mektuplar’ isimli kitabını yazmayı tasarlar. Fakat yarıda kalır, ömrü tamamlamaya yetmez. I. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak savaştıktan sonra Bolşevik devriminden sonra kurulan Doğu Emekçileri Enstitüsü’ne gider. Orada dünyanın dört bir yanından gençlerle tanışır. Bu gençlerden ikisi de Rus Pavel Harasov ve Çinli Li Ya-U’dur. Yıllar içinde oradan tanıştığı gençlerle mektuplaşır. Yaşlılık dönemlerinde Harasov’un eşi onların yaşlılıklarında bile devrim fikrinden heyecanlanmalarına tanık olur ve ‘hoşlanıyorum bu kırmızı rüzgârlardan’ der.[1] Tamamlayamadığı bu kitabın adı ‘Kırmızı Mektuplar’ olur. Benim elimde Remzi Kitabevi’nin 2020’deki ikinci basımı var. Kitabın tam adı ‘Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar’. Son yazılar kısmında Aydemir’in gazetelerde çıkan köşe yazıları bulunuyor.

Kırmızı Mektuplar  ‘düşsel’ mektuplardır. Üç ülkedeki üç devrimin gittiği güzergâhı tartışan mektuplardır. Bu noktada gerçek ve kurgu birbirine karışır. Kitabın sunuş yazısını yazan Sami Karaören’e göre,

‘Öyküsel bir kurgu ve imgesel kişilerle mektuplaşmalar… Ama yaşanmış gerçekleri yansıtan bir imgesellik’.[2]

Bu noktada kişilerin gerçekliği ya da kurgusallığı önemini yitiriyor. Burada benim için konuşan baştan sonra Şevket Süreyya Aydemir’dir aslında.

 

 

Anavatan: Avrasya

Kapitalist Batı, 20.yüzyılın başına kadar dünyanın çoğunu sömürgeleştirmiş ya da yarı sömürgeleştirmişti. Türk, Rus ve Çin devrimlerini bir anlamda bu hegemonyayı parçalamak ve mukavemet göstermek olarak da okuyabiliriz. Başlık, SSCB yıkıldıktan sonra etkisini arttıran Avrasyacılık fikir akımını çağrıştırsa da Aydemir’in ‘Örazya’ adını verdiği coğrafya bir devrimler diyarıdır.

Çıkış noktası Moskova’daki o unutamadığı emekçi üniversitesidir.   Suyu Arayan Adam’ın ilgili bölümünde yaptığı Rusya ve Rus ruhu tasvirlerinin bir benzerini bu sefer  Li üzerinden Çin ve Çin devrimi için de görürüz:

‘Bir bakışta hiçbir Çinlinin yüzünde okunmayan ama onun bakışlarında daima sezilen o dingin ama kendinden emin kişilik ruhu, bir tarihsel oluşumun, bu milleti millet yapan ve onu bütün acılara, sıkıntılara rağmen yaşatan bir tarihin örgüsüdür sanıyorum.’[3]

Çin, tarihin bugüne kadar getirdiği mantıksal dizgeyi tersine çevirmeye kalkmıştır ve yarın için söyleyecek sözü vardır:

Onun uyanışı, kendini buluşu, kendi bilincine varışı ve Çin’in yeniden inşası çağın şu çürüyüşleri, bozuluşları karşısında belki dünyamıza da yeni bir şeyler kazandıracaktır. Evet, her şey Çin kırlarında harekete geldi. Kentler, tarihinde ilk kez köylerin peşinden gittiler ve onun sloganlarını teneffüs ettiler.’[4]

Kadro

Aydemir’in Çinli ve Rus dostlarına gönderdiği mektuplar, onlardan gelen yanıtlar ülkelerinin siyasi ve toplumsal gelişmelerini yansıtır. Evet, gençliklerinde Moskova’daki o üniversiteye gitmişlerdir. Sonra ülkelerinde nasıl bir manzarayla karşılaşmışlardır peki? Li’nin cevabı şudur mesela:

‘Kısacası Aydemir, 1922’de, bildiğin şartlar altında ve hemen hepsini tanıdığın arkadaşlarla Çin’e dönüp, o zaman birkaç yüz kişilik bir kadro içindeki ilk örgütümüzde yerlerimizi alırken, kendimize daima sorduğumuz soru şuydu: Ya bu Çin köylüsü uyandırılırsa? Ya bu Çin köylüsü eğer harekete geçerse?…’[5]

‘Köylünün uyandırılması’, ‘kadro hareketi’…Ne kadar tanıdık aslında… Aydemir’in Li’ye söylettiği bu satırlar, Aydemir’in siyasi hayatının en önemli tezlerini içinde barındırır:

‘Bir inkılap yaşıyorduk. Fakat eğer bu inkılabın tarih içindeki yeri ve çağımıza getirdiği değerler işlenmez, izah edilmezse, yani inkılabımızın ideolojisi, bir doktrin temeline dayandırılarak bu doktrin inkılapçı ve önder bir kadronun memleket ve dünya görüşü haline getirilmezse bu inkılap er geç bir oligarşiye kayabilir miydi? Evet!…’[6]

 

 

Aldanmak ve İnanmak

Kitapta konu aldanmak ve inanmaksa eğer işte burada Rusya ve Türkiye devreye giriyor. Pavel’le İngiltere’de karşılaşıp uzun uzun geçmişe uzanan Aydemir bence okura burada bir mesaj vermeye çalışıyor. Kitabın geçtiği zaman diliminde Çin devrimi henüz yeni sayılabilirken Rus ve Türk devrimleri artık yarım yüzyılı geçmiş, tabiri caizse demini almıştır.

Orada artık konuşan Pavel ya da Aydemir değildir aslında; aldanmak ve inanmanın en ‘aşırı’ biçimleriyle yaşandığı Rus ve Türk devrimleridir. Felsefesi ve tarihi itibariyle daha oturaklı ve ‘adım adım’ sosyalizme giden Çin’in Li’si yerini bu iki hayal kırıklığına bırakır. Pavel oradan oraya sürülmüş ve belki de ıskartaya çıkarılmıştır. Tıpkı Aydemir gibi…

‘Dünya önümüzde bir kazandı. Ve biz onu durmadan karıştırdığımızı sanıyorduk’[7] der Aydemir. Dönüp dönüp üniversitedeki o ortamı önümüze koyar:

‘…aslında her birimiz kendimizi, şu ihtiyar dünyamızda, yeni başlayan bir çağın öncüleri, kahramanları, mücahit misyonerleri gibi görüyorduk. Öyle inanırdık ki, yarınki dünya bizim dünyamız olacaktı. Yarınki, dünya bize vaat edilmiş bir dünyaydı.’[8]

Bu kuşak, yazara göre savaşlarda ve Stalin’in hoyratça harcamalarında yok olup gitmiştir. Pavel’in de başından çok sıkıntılı olaylar geçmiştir. Tıpkı Aydemir’in ve Kadro hareketinin siyaset sahnesinden rakiplerince çekilip alınması gibi…

Türk devriminin başına ne gelmiştir peki? İki devrim de inanmakla yola çıkıp aldanmayla sonuçlanırken Türk devrimi her şeye rağmen daha kansızdır Aydemir’e göre. Bu da büyük bir olaydır aslında. Kitabın Son Yazılar başlığında toplanan kısımlarında Aydemir’in günlük politika ile ilgili değerlendirmeleri yer alır ve orada aldanmanın nerelere vardığı bir yerde şöyle anlatılır:

‘Bir gün bu inkılabın, dar bir çıkar zümresiyle demagojik bir soysuzlaşmanın elinde nasıl bir oligarşiye sürükleneceği de, daha 1931- 1934 yıllarında açıklanmıştır. Bugünse bu oligarşinin en berbat şekli ve yalnız inkârcılığın rüzgârlarıyla ülkemizi sarmamakta, aynı zamanda bir kan seli halinde de tarihimizi lekelemektedir.’[9]

Şu satırların bugüne de ışık tuttuğunu kim inkâr edebilir ki?

 

 

 

ALİCAN CAN

 

[1] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 10

[2] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 10

[3] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 25

[4] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 27

[5] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 23

[6] Suyu Arayan Adam, sayfa 441

[7] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 66

[8] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 57

[9] Kırmızı Mektuplar ve Son Yazılar,sayfa 112

Benzer Yazılar

Bir düşünme imkânı olarak Post-Post Kemalizm

Forum 2 gün önce

“…merak bir devrimcinin hazırlığıdır” -ismet özel. Şunu belirtmek gerekir ki bu yazı tarihi bilgiler veren, öğreten bir yazı değil. Bu nedenle bolca tarihsel atlamalar, kısaltmalarla dolu. Düşünen ve bir parça tahrik edebilen bir yazı yazabilmenin temel yolu ana yoldan değil, patikalardan geçiyor. Henüz başında bunu söylemek bir namus meselesi olduğundan söylemek ve böylece önyargılardan arınmak istedim. İSA OLMA MECBURİYETİ Türk sinemasında ‘mülkiyet’ meselesini kafaya takmış yönetmenlerin başında gelen Metin Erksan nüktedan bir sanatçıydı. Bir şey anlatırken her şeyi kendi ile başlatan insanlara, “Ya çocuğum sen Hz. İsa mısın?” diye takılırmış. Yazıya başlarken aklıma geldi, ne zaman Kemalizm konuşacak olsam konuya hep kendi Kemalizm tanımımla başlamak zorunda hissediyorum. Kemalizm kurucu bir kavram. Öyle ki; hem bir partinin resmi ideolojisi, hem anayasaya girmiş ilkelerin sahibi hem cumhuriyet dönemi ideolojilerinin üzerinde doğal olarak hegemonya sahibi… Böyle olunca ‘ama hangi Kemalizm?’ sorusu hayati bir önem taşıyor. Kemalizmin üstünde tarihin yükü var. Böyle olunca Kemalizm/Sosyalizm […]

Seküler Milliyetçiliğin Eleştirisi – Özkan Bakioğlu

Yazılar 3 hafta önce

Türk siyasetinin son 25 yılda öne çıkan üç kavramı var. Bunlardan birinci sırada olanı 2000’li yıllara damgasını vuran “Yeni Türkiye” söylemidir. İkinci sıraya koyduğumuz ise Kürt hareketinin ürettiği bir söylem, “Radikal Demokrasi” söylemi. Üçüncü sırada ise Türk milliyetçilerin ürettiği bir söylem var. Bu söylem “Seküler Milliyetçilik”tir. Bu üç kavram da son 25 yıla damga vurdu, aralarında en eski olanı Yeni Türkiye’dir. Bugün neredeyse hiç kullanılmamaktadır ama karşıtını ifade eden eski Türkiye söylemi zaman zaman öne çıkmaya devam etmektedir. Yeni Türkiye söylemine göre daha genç diyebileceğimiz Radikal Demokrasi söylemi ise özellikle Selahattin Demirtaş’ın ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oldukça ilgi çekmişti. Bugün de hâlâ güncelliğini korumaktadır. Son söylemimiz ise aralarında en genç olanı ve henüz herhangi bir seçmen hareketliliğiyle ölçülmüş değil ama özellikle kendini ulusalcı veya ülkücü anlamında milliyetçi olarak ifade etmek istemeyen bir kesime hitap ettiği de kuşku götürmez. Hiç kuşkusuz Seküler Milliyetçilik, Türk siyasal yaşamında önemli bir ihtiyacı karşılıyor. Bu ihtiyacın […]

Türk Mutaassıplığı Türk Milliyetçiliği Değildir – Özkan Bakioğlu

Yazılar 4 hafta önce

Milliyetçilik kavramı üzerinde daha fazla durmaya gerek yoktur.[1] Bu yazının özelinde Türk Milliyetçiliği ile Türk Mutaassıplığının birbirinden ayrılmasının gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu gereklilik yerine getirilemezse ne ‘Z kuşağı’nın protesto kültüründe gözlemlenen bozkurt işareti anlaşılabilir ne de Türk siyasal yaşamının haritalandırılması tam olarak yapılabilir. Türk Milliyetçiliği, Türklerin politik sahada kendilerini bir millet nesnesi olarak teşekkül ettirmesidir. Bu teşekkülün kavramına da milliyet denmektedir. Dolayısıyla Türk milletinin teşekkülü ile Türk Mutaassıplığının varlığı arasında hiçbir kurucu ilişki yoktur. Bugün Milliyetçilik adı altında yapılan Mutaassıplık ile mücadele etmek, bu nedenden ötürü Türk Milliyetçiliği ile mücadele etmeyi zorunlu kılmaz. Öncelikle bu anlaşılmalıdır. Bu anlaşıldıktan sonra ancak bugün Z kuşağında gözlemlenen Milliyetçilik anlaşılabilir. Dikkat edilirse, Z kuşağı milliyetçiler herhangi bir doğrudan Milliyetçi eylemde boy göstermedi. Bu gençlerin boy gösterdiği eylemlerin gerekçeleri demokrasinin ve özgürlüğün tehdit altında olduğuydu. Dolayısıyla görülmektedir ki bu gençler başka bir milleti, millet içindeki herhangi bir etnisiteyi ve hatta Batı aşırı sağı gibi göçmen/sığınmacı […]

0 Yorum

Rastgele