Soğuk Savaş’ta komünist ülkelerden kapitalist ülkelere kaçmak yaygın bir şeydi. Bugün ise sporda sosyalizm- hiç yoksa böylesi daha kârlı olduğu için- daha popüler olan seçenek halini alıyor olabilir.
Bu ayın başlarında Avrupa Birliği’nin en yüksek mahkemesi geçmişte Fransa Milli Takımı forması giyen orta saha oyuncusu Lassana Diarra’nın, spordaki bazı transfer kurallarının AB yasalarını ihlal ettiğine yönelik iddiası lehine karar verdi. Bu hüküm bir dönüm noktası olmakla birlikte; kıtadaki en önde gelen 12 kulübün ayrılıp kurmak için başını çektiği, Amerikan tarzı kapalı bir turnuva olan Süper Lig’in önünü açmasından yalnızca birkaç ay sonra geliyor.
Her ne kadar netice belli olmasa da, Avrupa’yı Amerika’nın spor usulüne yaklaştıran bir başka faktöre dönüşebilir.
Burada ironik olan şey, ABD’nin iktisadi serbestlikten yana olma iddiası göz önünde bulundurulursa, Ulusal Futbol Ligi (NFL) ve Ulusal Basketbol Ligi (NBA) gibi en üst düzey spor müsabakalarının dengeleri en düşük performanslı katılımcılar lehine değiştirecek mekanizmalara sahip olması. Sosyal devletçiliğin beşiği olan Avrupa’da ise kulüpler üzerinde çok fazla kısıtlama bulunmuyor.
Bu 19. Yüzyıl’ın Britanya’sında futbolun halk arasındaki doğuşunu andırıyor. Takımların turnuva oluşturmalarının sebebi üzerinde mutabık olabilecekleri kurallara ihtiyaç duymalarıydı. Bu turnuvaların en başarılı olanları bir katılım tufanı altında kaldığı için Avrupa’nın her yerinde benzerleri görülen küme yükselme ve düşme sistemleri ortaya çıktı. Kulüplerin yerel topluluklarla kimliklerinin bugün bile ayırt edici bir nitelikleri olarak devam eden güçlü siyasi, endüstriyel ve sınıfsal ilişkileri vardı; tıpkı Tottenham Hotspur’ün Londra’daki Yahudi cemaatiyle olan ilişkileri, Barselona’nın Katalan milliyetçiliğine olan desteği ve Steaua Bükreş’in askeri kökenleri gibi.
Buna kıyasla ise modern Amerikan sporu en başından itibaren tepeden inme ve ticari nitelikli teşebbüslerdi. 1876 yılında Ulusal Profesyonel Beyzbol Kulüpleri Ligi takımların bir şehir ya da bölgede tekel olmalarını sağlayacak hakları tanıyan kâr amaçlı, kapalı liglerin temelini attı. Kulüpler takımlarının küme düşmeyeceğini bilerek büyük paralar yatırsalar da, hem ulusal yayın gelirlerinden eşit pay almak zorunda kalıyor, hem de daha zayıf olan kulüplerin lehine olan ücret tavanı gibi kısıtlamalarla hareket etmek zorunda kalıyorlar. NFL’deki oyuncular sahip oldukları bir toplu iş sözleşmesi sayesinde ligin gelirinden -yaklaşık %48’ine tekabül eden- sabit bir pay alıyorlar.
Oyuncu seçme sistemleri, en kötü olan takımların en çok gelecek vadeden üniversite ve liseli oyuncuların seçiminde ilk sıraya sahip olmalarını sağlıyor. Bu yıldızlar her ne kadar sonradan takım değiştirebilseler de, bunu çoğunlukla sözleşmeleri bittikten sonra ya da başka bir oyuncuyla takas olarak yapıyorlar.
Buna karşın Avrupa’da ise kulüpler genç oyuncuları yetiştirip rakip takımlar bir transfer ücreti ödeyene dek oyuncuları sözleşmeli olarak tutuyorlar. Bu durum Real Madrid’in satın almak, Barselona’nın da akademisinde yetiştirmek suretiyle yapmaları gibi zengin takımların tüm yetenekli oyuncuların turşusunu kurmasına sebep oluyor.
Aynı zamanda gelirleri de daha düşük. Deloitte’ın hesaplarına göre futbol her yıl 41 milyar dolarlık gelir üretiyor, bu sekiz kat fazla taraftarı olmasına rağmen NFL’in yıllık gelirinin yalnızca iki katı. Bu rakam aynı zamanda dünya çapındaki tüm turnuvaları kapsıyor: örneğin İngiltere Premier Ligi’ndeki kulüpler yıllık 8 milyar dolardan az kazandırıyor.
Bu markalaşmadan doğan bir mesele değil: Real Madrid ve Manchester City her sene ürün satışları ve lisans gelirleri sayesinde 350 ila 450 milyon dolar arası gelir elde ediyor, bu da en kıymetli NFL takımı olan Dallas Cowboys’un kazancıyla benzer miktarda bir gelir. Güçlü kurumsal kimlikler ve akademide yetişten “bayrak adamlar” aslında pazarlama araçları.
Aradaki büyük uçurumu yayın hakları doğuruyor. Ampere Analysis’e göre NFL ve NBA’in yayınları sırasıyla yıllık 12 milyar ve 7 milyar dolar gelir elde ederken, buna kıyasla Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi ikişer milyar dolarlık gelir elde ediyor.
Geçtiğimiz ay başlayan Şampiyonlar Ligi’nin yenilenmiş formatı da bunun sebebinin altını çiziyor: turnuvanın formatı daha çekici müsabakalar için değiştirilmeye çalıştırılmış olsa da, karşılaşmaların çoğu Bayern Münih’in Dinamo Zagreb’i 9-2 yendiği maça benziyor. Gelir kaynaklarının dağılımı fazlasıyla eşitsiz.
Kıtanın en önde gelen basketbol turnuvası EuroLeague’in finans ve mali işler müdürü olan Xavi Puyada “Avrupa’da herkesin önceliği maç kazanmak – hepimizin parçası olduğu bir ürünü sattığımızı kimse anlamıyor,” diyor.
NBA’in 11 milyar dolarlık gelirine kıyasla 18 EuroLeague ekibi yıllık toplam 540 milyon dolar kazanıyor, ve büyük çoğunluğu da ciddi zarar ediyor. Bu yüzden geçtiğimiz ay EuroLeague üst düzey Avrupa turnuvaları arasında zorunlu maaş skalası uygulamasına geçenlerin ilki oldu – bu skala oyuncu sendikasıyla yapılan anlaşmaya göre katılımcıların ortalama gelirlerinin yüzdelik bir kısmı olarak belirlendi.
Puyada yıldız oyuncuların gücünü sınırlayıp daha çekici ve dengeli bir turnuva oluşturmayı hedefliyor. ihlal edenleri bir “lüks vergisi” ile cezalandırıp gelirini diğer takımlara dağıttığı “yumuşak” ücret tavanlı NBA’den ve herkese eşit davranan MLS’ten ilham alıyor. Bu durumda bunlar da diğer kısıtlamalarla birlikte bir takımın en iyi iki yıldız oyuncusuna ve uzun sözleşmeli oyuncularına da uygulanacak.
Aynı zamanda -aralarında RedBird Capital Partners, Clearlake Capital ve yakın zamanda Inter Milan’ı satın alan Oaktree Capital Management’ın bulunduğu- Atlantik’in öbür tarafındaki kulüpleri satın alan Amerikalı yatırımcılar da onları Amerikan takımlarına daha benzer bir şekilde işletiyor. Her zaman başarılı olamasalar da kulüplerini kâr, borç yönetimi, gelir üretimi ve sporun veri tabanlı analizlerini temel alarak idare ediyorlar.
Geçtiğimiz yıllarda Avrupa futbolu sporun Amerikan sporlarını uzaktan da olsa biraz andırmasını sağlayan “finansal fair play” kurallarını uygulamaya başladı. Bu kuralların daha katı bir şekilde uygulanması İspanyol LaLiga’sının geçtiğimiz sezon az da olsa kâr edebilmesini sağladı. Yine de bu kurallar çoğunlukla petrol ülkelerinden gelen ve kâr etmeyi önemsemeyen milyarderlerin yönettiği Manchester City ve Paris Saint-Germain gibi kulüpleri zapt etmekte zorlanırken, çoğunlukla küçük takımların harcamalarını kısıtlıyor.
Süper Lig’in (Avrupa) organizatörleri önümüzdeki yıl başlayacağını iddia etseler de, bu yöneticilerin ve pek çok taraftarın şiddetli muhalefeti göz önünde bulundurulduğunda olası gözükmüyor. Değişim kolay olmuyor.
Yine de, yatırımcılar paralarını masada bırakmamak için ellerinden geleni yapmaya devam edecektir. Aynı zamanda Diarra davası da oyuncuların sözleşmelerini yırtıp atabilmeleri riskini doğuruyor. Bu transfer ücretlerinin çökerek orta boylu kulüplerin ana gelir kaynaklarını batırırken yıldız oyuncuların büyük takımlardan daha da fahiş maaşlar alacak gücü elde etmelerinin önünü açacaktır. Eğer öyle olursa, daha büyük bir değişiklik kaçınılmaz bir hal alabilir.
Spor özelinde konuşacak olursak, Marksizmin kapitalist sistemin çelişkilerine dair iddiasının haklı bir yanı olduğunu söyleyebiliriz.
Çeviri: Doğukan Piyale
0 Yorum