“…merak
bir devrimcinin hazırlığıdır” -ismet özel.
Şunu belirtmek gerekir ki bu yazı tarihi bilgiler veren, öğreten bir yazı değil. Bu nedenle bolca tarihsel atlamalar, kısaltmalarla dolu. Düşünen ve bir parça tahrik edebilen bir yazı yazabilmenin temel yolu ana yoldan değil, patikalardan geçiyor. Henüz başında bunu söylemek bir namus meselesi olduğundan söylemek ve böylece önyargılardan arınmak istedim.
İSA OLMA MECBURİYETİ
Türk sinemasında ‘mülkiyet’ meselesini kafaya takmış yönetmenlerin başında gelen Metin Erksan nüktedan bir sanatçıydı. Bir şey anlatırken her şeyi kendi ile başlatan insanlara, “Ya çocuğum sen Hz. İsa mısın?” diye takılırmış. Yazıya başlarken aklıma geldi, ne zaman Kemalizm konuşacak olsam konuya hep kendi Kemalizm tanımımla başlamak zorunda hissediyorum. Kemalizm kurucu bir kavram. Öyle ki; hem bir partinin resmi ideolojisi, hem anayasaya girmiş ilkelerin sahibi hem cumhuriyet dönemi ideolojilerinin üzerinde doğal olarak hegemonya sahibi… Böyle olunca ‘ama hangi Kemalizm?’ sorusu hayati bir önem taşıyor. Kemalizmin üstünde tarihin yükü var. Böyle olunca Kemalizm/Sosyalizm tartışması yürütebilmek için önce Kemalizm üzerine düşünmenin gerekliliğini vurgulamak önemli. Ben Kemalizm tartışmak için çok önemli bir tarihi fırsatın içinde olduğumuzu düşünüyorum.
KURUCU METİNLERİN ÖNEMİ
Bazı metinler kurucu olmaya adaydır. Kurucu metinlerin bana göre üç temel özelliği vardır. Konunun tarihsel bağlamını vurucu bir şekilde ve nedenselliği es geçmeden özetleyebilmesi; tartıştığı her neyse sentezleyebilmesi ve sonuncu olarak da bir miktar cesaret taşımasıdır. İlk iki madde belki konuya derinlemesine bir bilgi sahibi olmakla aşılabilir. Lakin sonuncusu cesaret olarak görünse de bir miktar ‘sezin’, ‘ihtimal’ ve ‘iddia’ barındırmadan vuruculuğa erişemez. Kurucu metinler kendisine atıf yapmak zorunluluğu doğurur, ondan bahsetmeden bir dönemi özetlemek zordur ama onu kullanınca kolaylaşır. Bu metinler ‘doğru ya da yanlış’ olma zorunluluğu taşımaz, yeni bir paradigmaya işaret ettiği ölçüde önemini korur. İlker Aytürk hocanın Kasım 2015’te Birikim’de yayınladığı ve etkisi gün geçtikçe çoğalan “Post-Post Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken” isimli ‘kurucu metin’ olmaya adaydır. Makale yıllar içinde derleme bir kitaba da dönüştü, 2023 yılında İlker Aytürk ve Berk Esen İletişim Yayınları’ndan “Post-Post Kemalizm, Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar” başlığıyla yayınlandı. Bu metni önemsiyorum çünkü Kemalizm/Sosyalizm tartışması adına da çok önemli tespit, teşhis ve açılımlar barındırıyor. Az önce bahsettiğim üzere ‘ama hangi Kemalizm?’ sorusunun cevabının üzerinde korkunç bir tarihsel yük var. Özellikle 1980 sonrası bu yük Kemalizmin ‘sadece’ aleyhine olacak şekilde adeta bir akademik yargı kararı gibi ‘mühürlenip’ kapatılmıştı fakat Türkiye, 80 sonrası ortaya atılan akademik ve entelektüel iddiaların bir bir sınanıp açığa kavuştuğu yere dönüştü. Aytürk ise Türkiye’ye dair bir neden değil, sonucun peşine düşüp olayı açıklığa kavuşturdu.
1980 ÖNCESİ VE SONRASI TÜRK DÜŞÜNCE HAYATI
Türkiye’nin kuruluş döneminden 1980 yılına kadar temel meselesi Batı karşısında ‘geri kalmışlığı’ aşmak, modernleşmek ve kalkınmaktı. Temel sorular ve doğal olarak yanıtlar da buna yönelikti. Bunun için 80 öncesi Türk düşünce hayatındaki metinler pasif değil aktiftir. Mikro meselelerle değil makro meselelerle uğraşılır. Büyük anlatıların geçerli olduğu, aydın cesaretinin çok yüksek olduğu bir dönemdir bu. Sadece ‘düzen’ başlıklı kitapları hatırlatmak dahi yeterlidir. 1960 ve 70’lerde ‘düzen’ başlıklı kaç kitap çıktı? Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni, İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması, İsmail Beşikçi’nin Doğu Anadolu’nun Düzeni, Bülent Ecevit’in Düzen Değişmelidir’i, Mustafa Akdağ’ın Türk Halkının Dirlik ve Düzen Kavgası en iyi örneklerden. 1980 darbesi sonrası ise ilkinden önemsiz olmayan başka sorular ortaya çıktı. Türkiye neden demokratikleşemiyor? Türkiye’de nasıl daha demokratik bir yer haline gelebilir? Gibi sorular hem akademik camiada hem de Türk düşünce hayatında tam merkeze oturdu. Sorular daha mikro meselelere odaklanıyordu lakin önemsiz değildi.
YANLIŞLANAN TEZLER
Aytürk hocanın çalışması 80 sonrası metinlerin belirli bir örüntü, ortak bir sorunsal ve cevaplar taşıdığını iddia ediyor. Bu metinler Türkiye demokrasisinin bir türlü istenen seviyeye gelmemesinin kaynağını 1908 ile 1945 arasında arıyor. Doğal olarak da en büyük suçluyu ‘Kemalizm’ olarak ilan ediyorlar. Aytürk 80 sonrası Türk akademisine ve düşünce hayatına damga vuran döneme Post-Kemalizm ismini verirken, dönemi şöyle eleştiriyor, “Post-Kemalizm Türkiye’nin bitmeyen vesayet problemine konulmuş yanlış bir teşhistir, hem de işinin ehli, çok önemli mütehassıslar tarafından konsültasyonla konulmuş bir yanlış teşhis” ve sonra şöyle ekliyor, “post-Kemalizm çok haklı şikayetlerin sonucunda ve haklı bir mücadelenin düşüncesi olarak doğmuştu”. Türkiye demokrasisine dair yapılan şikayetlerin haklılığını hiç tartışmaya gerek yok, bu aşikâr bir gerçek. Lakin yazılan reçetenin yükü tümüyle Kemalizmin boynuna asılmamalı. Aytürk Post-Kemalist olarak adlandırdığı isimlerin başında Mete Tunçay, Erik Jan Zürcher, Şerif Mardin, Nilüfer Göle, Büşra Ersanlı-Behar, Taha Parla, Levent Köker gibi isimler geliyor. Hepsinin ortalama bakışı Türkiye demokrasisinin gelişmemesinin nedenini, sorunların tek kaynağını ‘kurucu-Kemalist’ dönemde aramalarıydı. Bu akademik ittifak, ortalama 20-30 yıllık bir dönemde, belirli tarih aralıkları ve olaylar nedeniyle bir siyasi ittifaka da enerji vermişti. Bu siyasi ittifak Sol liberaller, Kürt muhalefeti ve İslamcılardı. Üç akımın da temel sorunu kurucu dönemle, kurucu kodlarlaydı. Aşırı basitleştirirsek, Post-Kemalistler tüm sorunu kaynağında tespit ettikten sonra, merkezde yer alan bürokratik bir vesayete dönüşmüş Kemalistleri sorun olarak gördükten sonra bir reçete öneriyorlardı. Aytürk şöyle söylüyor, “Fakat post-Kemalist hareketin, bu teşhis üzerine inşa ettiği bir de tedavi önerisi, hatta kurtuluş reçetesi vardı. Kemalist elitlerin sistem dışına ittiği iki büyük mağdur kitle, bir yanda muhafazakâr Müslümanlar diğer yanda ise Kürt halkı, demokratik haklarını kullanarak sıkıştırıldıkları çevreden merkeze yürüyecek, Kemalist vesayet sistemini adım adım geriletecekler ve bu sürecin sonunda gerçekten katılımcı, demokratik, insan haklarına, çok-kültürlülüğe saygıda dünya standartlarında yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı.” Hepimizin malumu bu iddiaları hep birlikte deneyimledik fakat Türkiye iddia edildiği üzere temelleri sorgulanarak daha demokratik bir yer olmayı bırakın, çok partili hayat içinde en ‘anti demokratik’, hatta neredeyse ‘tam otoriter’ bir rejim haline geldi. Halbuki Kemalist rejimin güvencesi olarak görülen TSK ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar mağlup edildi, zayıflatıldı hem de ‘çevrede’ kalan İslamcılar merkeze yürüdü… Sonuç? Ortada Kemalist vesayeti aratan bir görüntü var…
ARAYIŞLAR DÖNEMİ
Bu 80 sonrası Post-Kemalist eleştirilerin hepsinin çöpe gitmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Çöpe gidecek olan tek şey ‘reçete’. Sol liberallerin akademide, Kürt muhalefetinin ve İslamcıların da siyasette söyledikleri her şeyin neredeyse tam tersini yaşadık. Artık Post-Kemalizm paradigması Türkiye’yi anlamak için pek bir şey söyleyemiyor, buna mecali yok. Tekrar ve ezberden başka bir şey söyleme şansı da yok. Aytürk önümüzdeki dönemi Post-Post Kemalizm olarak tanımlarken bunun henüz bir paradigma olmadığını fakat bir ‘arayışlar’ dönemine girdiğimizi işaret ediyor.
Bana kalırsa bugün önümüzdeki dönemi değerli kılan şeylerin başında Kemalizm tartışmalarında dikotomik bakışın yıkılması geliyor. Mahkûm edenlere karşı savunulan Kemalizm, düşünen değil sadece apoloji metinleri üretti. Kemalizm-Sosyalizm ilişkisine dair bir arayış olacaksa Post-Post Kemalist dönemde kurucu döneme tekrardan başka bir gözle bakmak şart. Zira Kemalizmin sınırlarını tespit onun sosyalizmle ilişkisini de yeniden kurmak için hayati öneme sahip.
Emirhan Akman
Editör notu: Bu yazı Sosyalist Kültür Dergisi’nin “Sosyalist Kemalist Birliği” başlıklı 6’ıncı sayısında yayınlanmıştı.
0 Yorum