Bolivarcı Diplomasi, Monroe Doktrinine karşı: Carlos Ron ile mülakat (Birinci Bölüm)

Carlos Ron, Kuzey Amerika’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı ve dünya halkları arasında barış ve dayanışmayı teşvik eden Venezuela Simón Bolívar Enstitüsünü yönetiyor. Bu mülakatın birinci bölümünde, Ron ile iki karşıt dünya görüşü olan Bolivarcılık ve Monroizm üzerine konuştuk. Ron, ABD’nin Monroe Doktrinini Venezuela’ya hükümeti devirmek amacıyla uyguladığını savunuyor. Mülakatın ikinci bölümünde ise yaklaşan başkanlık seçimi ve Bolivarcı sürece yönelik önümüzdeki zorluklar ele alınacak. 200 yılını dolduran Monroe Doktrini, tarihsel olarak ABD’nin Kuzey ve Güney Amerika’da hegemonya kurma hakkını kendisine atfettiği bir öğreti olarak bilinir. Buna karşılık, Bolivarcı Devrim’de “Bolivarcı Diplomasi”[1] olarak bilinen bir anlayış savunuluyor. Bu iki karşıt vizyonu açıklayabilir misiniz? Bu kıta 200 yıldan fazla bir süredir mücadele alanı. Monroe’nun o meşhur konuşmasından önce bile, ABD’nin tüm kıta üzerinde hakka sahip olduğu fikri mevcuttu. On üç koloni bağımsızlığını ilk kazananlar olmuş ve Avrupa’nın mutlakiyetçi monarşilerine kıyasla bir gelişme olarak kabul edilen bir cumhuriyet sistemi yaratmıştı. Bu nedenle, sistemlerini genişletmeye […]

Bolivarcı Diplomasi, Monroe Doktrinine karşı: Carlos Ron ile mülakat (Birinci Bölüm)

Carlos Ron, Kuzey Amerika’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı ve dünya halkları arasında barış ve dayanışmayı teşvik eden Venezuela Simón Bolívar Enstitüsünü yönetiyor. Bu mülakatın birinci bölümünde, Ron ile iki karşıt dünya görüşü olan Bolivarcılık ve Monroizm üzerine konuştuk. Ron, ABD’nin Monroe Doktrinini Venezuela’ya hükümeti devirmek amacıyla uyguladığını savunuyor. Mülakatın ikinci bölümünde ise yaklaşan başkanlık seçimi ve Bolivarcı sürece yönelik önümüzdeki zorluklar ele alınacak.

200 yılını dolduran Monroe Doktrini, tarihsel olarak ABD’nin Kuzey ve Güney Amerika’da hegemonya kurma hakkını kendisine atfettiği bir öğreti olarak bilinir. Buna karşılık, Bolivarcı Devrim’de “Bolivarcı Diplomasi”[1] olarak bilinen bir anlayış savunuluyor. Bu iki karşıt vizyonu açıklayabilir misiniz?

Bu kıta 200 yıldan fazla bir süredir mücadele alanı. Monroe’nun o meşhur konuşmasından önce bile, ABD’nin tüm kıta üzerinde hakka sahip olduğu fikri mevcuttu. On üç koloni bağımsızlığını ilk kazananlar olmuş ve Avrupa’nın mutlakiyetçi monarşilerine kıyasla bir gelişme olarak kabul edilen bir cumhuriyet sistemi yaratmıştı. Bu nedenle, sistemlerini genişletmeye kararlıydılar. Başından beri kıtanın güneyini kendi evleri olarak görüyorlardı. Tüm toprakları kontrol etmenin onların “kaderi” olduğunu hissediyorlardı.

Ancak, beyaz toprak sahipleri açısından ve onlar tarafından tasarlanan ABD’nin yeni doğan cumhuriyetinin bakış açısı, Bolivarcı görüşle mutlak bir şekilde çelişiyordu. Bolivarcı yaklaşım da cumhuriyetçiydi ama sömürgeci baskının her yönüne karşıydı. Diğer bir deyişle, Güney Amerika’daki devrimciler mutlakiyetçiliği yenip bir cumhuriyet kurmayı hedeflediler, ancak aynı zamanda toplumsal özgürlük için de mücadele verdiler.

Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nden ilham alan Bolívar, toprak reformunu, köleliğin kaldırılmasını ve evrensel eğitimi içeren köklü bir toplumsal dönüşümü öngörüyordu. Yani, onun aklındaki dönüşüm yalnızca yöneticilerin değişmesiyle sınırlı değildi; Bağımsızlık Devrimimiz, toplumu tamamen değiştirmekle ilgiliydi.

Bolívar’ın vizyonu sadece her koloninin bağımsızlığını değil, aynı zamanda Güney Amerika’nın birleşmesini de içeriyordu. Bolivarcı proje, genişlemeci değil, bir milli kurtuluş süreciydi. Bağımsızlık Devrimimizi anlamanın anahtarı budur. Bolívar, Güney Amerika ülkelerinin güçlü olması ve diğer milletlerle eşit koşullarda ilişki kurabilmesi gerektiğini anlamıştı, bu yüzden entegrasyon gerekliydi. Fakat, daha önce sömürgeleştirilmiş her ülkenin çıkarlarına saygı göstermek de bir o kadar önemliydi.

Bolívar, eski kolonilerin birliğini tüm halkın yararına olacak şekilde arzulamıştı. Bu, yalnızca bir avuç imtiyazlı bireyin yabancıların hakimiyetini ortadan kaldırarak eski baskı biçimlerini yeniden yaratma mücadelesi değildi.

ABD’nin bağımsızlığının aksine, bizim milli kurtuluş sürecimiz genişlemeci değildi. Amaç süper güç olmak değil, diğer uluslarla eşit koşullarda ilişki kurabilecek bir ulus inşa etmekti. Bolívar’ın düşüncesinde çok kutupluluğun tohumlarını bile görebilirsiniz.

Bolívar, her milletin çıkarlarına saygı gösterilmesi gerektiğine ve bunların birbirini dengeleyeceğine inanıyordu. Bolívar’ın “evrenin dengesi” dediği şey buydu. Bir ulusun diğer uluslara üstün gelmesine karşıydı. Bunun yerine dengeye ve karşılıklı tamamlayıcılığa inanıyordu.

Bu durumun Monroe Doktrini ve daha sonraki Amerikan dış politikası ile nasıl çeliştiğini görmek kolay.

Devam ederken Monroe Doktrininin günümüzde Bolivarcı Süreç ile ilişkisi hakkında sorular sormak istiyorum. Ancak, arka plan olarak, Venezuela’nın bağımsızlığı ile Chávez’in 1998’de iktidara gelişi arasında neler olduğunu anlatabilir misiniz?

Venezuela’nın bağımsızlığından sonra, Bolívar’ın tüm çabalarına rağmen, iç mücadeleler ve iç savaşlar bir asırdan fazla sürdü. 1914’te petrolün keşfiyle işler değişti: Amerikan emperyalizmi, ülkenin siyasi ve iktisadi yapısının büyük bir kısmını kontrol altına alarak Venezuela’nın günlük yaşamına girdi.[2] Neden? Ülkenin ABD’ye güvenilir bir petrol tedarikçisi olması gerekiyordu.

Ancak Venezuela toplumu yoksulluk içinde kalmaya devam etti zira bu zenginlik, çok uluslu şirketlere ve dar bir grup Venezuelalıya gidiyordu. O dönemde, diğer bölge ülkelerine kıyasla Venezuelalıların daha yüksek bir yaşam standardına sahip olmasını sağlayan bazı sosyal-demokratik reformlar yapıldı. Fakat eşitsizlikler ve ABD’ye bağımlılık devam etti.

Sonra, 1980’lerde, neoliberalizm sahneye çıktı ve ülke sosyal refah açısından gerilemeye başladı. Yoksulluk ve dışlanma arttı. Bolivarcı Devrim’in Chávez önderliğinde şekillendiği bağlam işte buydu.

Bu iki vizyon, Bolivarcılık ve Monroizm arasındaki çatışma, Bolivarcı Devrim altında daha da yoğunlaştı. ABD’nin Venezuela’ya müdahalesine dair genel bir bakış sunabilir misiniz?

Simón Bolívar’a geri dönerek, Chávez anakronik bir projeyi canlandırmıyordu. Bunun yerine, Bolívar’ın toplumsal dönüşüm ve kurtuluş projesini hayata geçiriyordu.

Son 25 yılda, Bolivarcı Devrim birikmiş olan “toplumsal borcu” ödemeye çalışıyor. Chávez’in görev süresinin ilk günlerinde, ABD’nin Latin Amerika’ya dönük politikasına meydan okumaya başladı. Bolivarcı Devrim, kaynaklarının kontrolünü ele almayı ve bu kaynakların nasıl kullanılacağına karar vermeyi de içeren bir şekilde kendini ortaya koymaya çalıştı.

Bu, Bolivarcı Devrim için son derece önemliydi. Alınan siyasi irade ve atılan adımlar, milli [petrol] endüstrimizden elde edilen kaynakların sağlık, eğitim ve genel kalkınmaya yatırılabileceği anlamına geliyordu. Ayrıca, Chávez’in halkı organize olmaya ve kamu medyasını tamamlayacak alternatif kanallar yaratmaya davet etmesiyle bilgi demokratikleşme süreci de yaşandı. Tüm bunlar elbette özel ve ticari medya çıkarlarına meydan okudu.

Bolivarcı Devrim’in ABD’nin jeopolitik çıkarlarını etkileyen bir başka yönü daha vardı: Devrimin bölgesel kurumları teşvik etme taahhüdü. Chávez diğer ülkelerle entegrasyonu destekledi. Kıtasal entegrasyon anlayışı, her ülkenin toplumsal ve iktisadi yapısını göz önüne alarak kimsenin kaybetmemesini sağladı. Kısacası, Bolivarcı bütünlük, entegrasyon sürecinin herkesi güçlendirmesini garanti etmek için her ülkeyi güçlendirecek tamamlayıcı ilişkiler arar.

Son olarak, Chávez ve Bolivarcı Devrim, son 25 yılda demokrasimizi genişletip zenginleştirdi. Bu durum emperyalizmin hoşuna gitmiyor. Burada, halkın devlet başkanlarını ve milletvekillerini seçtiği, ancak aynı zamanda günlük konularda doğrudan katılım yoluyla kaderleri hakkında kararlar aldığı bir demokrasiden söz ediyoruz.

Toplumu gerçekten dönüştürmek istiyorsanız, iki şeyin bir arada bulunması gerekir: Bir yanda dönüşüm yollarını açmak için yukarıdan gelen siyasi irade, diğer yanda ise dönüşümleri gerçekleştirebilecek aşağıdan gelen örgütlenme. Bu, tam olarak Bolivarcı Devrim’i bu kadar güçlü ve yenilmesi zor kılan şeydir.

Bolivarcı Devrim, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ajandasına uymaktan köklü bir şekilde uzaklaşmayı temsil ediyor. Bu, kaynaklarımızın kontrolünü ve demokrasinin yeni bir kavramını içeriyor.

Ayrıca Chávez ile Venezuela, bölgedeki kendi politikalarını ilerleten ilk ülkelerden biri oldu. Bolivarcı Devrim ile kıta genelinde ABD’nin dikte ettiklerinden uzaklaşma başladı. Tüm bunlar, ABD Dışişleri Bakanlığı açısından kabul edilemezdi (ve hala öyle).

Venezuela, kıtanın örgütlenme yapısını değiştirerek ABD’nin tercih ettiği yapıdan uzaklaştırmaya başladığında, olağan dışı saldırılar görmeye başladık. İlk olarak darbe [2002] geldi; burada ordunun bir kesiminin ülkeyi ele geçirmek için iş birliği yaptığını, Chávez’i öldürmeye veya sürgüne göndermeye çalıştığını gördük. Chávez’i geri getiren, Venezuela halkı oldu.

Ardından, ülkenin petrol lokavtı [2002-2003] yoluyla planlı bir şekilde boğulması geldi. Bunu, Chávez döneminde sokak şiddetinden her seçim zaferinin sorgulanmasına kadar sayısız istikrarsızlaştırma girişimi ve sürekli sabotaj izledi.

Chávez 2013’te hayatını kaybettiğinde, bu durum yeni bir emperyalist saldırı dönemini başlattı. ABD, dönüşüm sürecimizin Venezuela toplumunu bütünüyle değiştirdiğini hiçbir zaman anlayamadı. Bunun lidere bağlı bir süreç olduğunu ve projenin Chávez’in ölümünden sonra devam edemeyeceğini düşündüler.

Süreci hızlandırmak için ABD, ilk olarak Devlet Başkanı Maduro’nun seçilmesini engellemeye yönelik saldırılar düzenledi. Ardından Maduro seçildiğinde, Bolivarcı hükümetin yaptığı her şeyi sabote etmeye çalıştılar. Bunu, guarimba’lar [şiddetli sokak protestoları, ç.n.], iktisadi saldırılar, zorla göç, elektrik kesintileri ve Venezuela’nın petrol ihraç etmesini engellemeye çalışan kapsamlı iktisadi abluka izledi.[3]

Ayrıca, Venezuela’yı Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) ve Birleşmiş Milletler’den koparmaya çalışmak gibi diplomatik saldırılar da vardı. Buna ek olarak, Venezuela’da yaşananları çarpıtan sürekli bir medya kampanyası yürütüldü. Ülkemize karşı hibrit savaşın tüm unsurları kullanıldı: ekonomiden diplomasiye, askeri ve medya faaliyetlerine kadar her alanda saldırılar yapıldı.

ABD, Venezuela’yı tekrar eski yerine koymak için bunları yapıyor. Bunu yapmanın kolay olacağını düşündüler, zira Nicolás Maduro’nun geniş bir halk desteğine sahip olduğunu ve Venezuelalıların devrim öncesi toplumsal modeli geride bıraktığını anlamadılar.

Emperyalizm statik değil, sürekli değişen taktiklerini dönüştürüp uyarlıyor. Bugün bazı isimlerin “hiper-emperyalizm”[4] olarak adlandırmayı tercih ettiği emperyalizmin karakterinden bahsedebilir misiniz?

Emperyalizm, 2008 mali kriziyle birlikte yeni bir aşamaya girdi ve umutsuzluğa sürüklendi. O dönemde hegemonik modelin iktisadi temellerinin artık istikrarlı olmadığı bariz biçimde görüldü. Başka bir deyişle, artık sermayenin yeniden üretimini aynı şekilde garanti edemiyorlardı.

O dönemde herkes bankaların ve şirketlerin çöküşüne şahit oldu ve ABD, bankerleri ve risk sermayedarlarını kurtarmak için doların tüm iktisadi gücünü kullanmak zorunda kaldı. Daha yakın zamanda, Kovid pandemisi, emperyalist sistemin kendi vatandaşlarının hayatını garanti edemediğini gösterdi, zira “gezegendeki en güçlü ülke” halkına temel sağlık hizmeti sunamamıştı. Sistem, yalnızca sermayeyi tarihsel olarak yeniden üretememekle kalmıyor, aynı zamanda yaşamı da güvence altına alamıyor!

Tüm bunlar, Çin ve Rusya da dahil olmak üzere diğer küresel güçlerle artan rekabetin yaşandığı bir çağda gerçekleşiyor. Bu yükselen güçler, Amerikalı tekelcilerinin finansal kazançlarına ve teknolojik ilerlemelerine meydan okuyor.

ABD, hegemonyasını korumak istiyor, bu yüzden bu durum onu daha da umutsuz hale getiriyor. Küresel hegemonyayı sürdürmek için ABD’nin elinde yalnızca iki silah var; dünya çapında sürekli savaş ve taraflı bir medya anlatısı aracılığıyla enformasyon kontrolü.

Emperyalizm böylece hiper-emperyalizm dediğimiz şeye dönüştü. Emperyalizmin bu aşaması, savaşın —gezegenin yok olmasına, milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine ve kapitalizmin nihai çöküşüne yol açsa bile— kâr olarak anlaşıldığı aşamadır.

Peki, Venezuela bu durumda nerede duruyor? Bir yandan, emperyalist öfkenin hedefindeyiz. Öte yandan, Bolivarcı Devrim, iş birliği, dayanışma ve karşılıklı tamamlayıcılık teşebbüslerinin bir araya getirilmesiyle farklı değerlere dayalı farklı bir toplum inşa edebileceğimizi gösteriyor. Mümkün olan en kötü saldırılar altında —Küba dışındaki en sert yaptırım rejimi altında— Venezuela, halkının hayatını koruyabildi ve pandemiyi yenebildi (Bu, ABD ya da Brezilya’nın yapamadığı bir şeydi).

Küresel kriz ve abluka durumunda, Venezuela kendi gıda üretimini artırmayı başardı. Devrim, farklı bir değerler bütünüyle emperyalizme etkin bir şekilde karşı koymanın mümkün olduğunu gösteriyor. Bence bu, Bolivarcı Devrim’in küresel ölçekteki anahtar rolüdür.

Çevirmen: Emre Köse

Notlar

[1] “Bolivarcı Diplomasi”, Simón Bolívar’ın Latin Amerika milletleri arasında birlik ve iş birliği vizyonuna dayanan bir uluslararası ilişkiler yaklaşımını ifade eder. Bölgesel entegrasyon ve anti-emperyalizmi vurgular. Daha kapsamlı bir kaynak için bkz. Fernando Coronil, The Magical State: Nature, Money, and Modernity in Venezuela (Chicago: University of Chicago Press, 1997). (ç.n.)

 

[2] Venezuela’da 1914 yılında petrolün bulunması ülkenin ekonomik tarihinde bir dönüm noktası oldu. Önemli ölçüde ABD etkisine ve rant ekonomisinin yükselişine yol açtı. Daha fazla ayrıntı için bkz. Marie Arana, Bolívar: American Liberator (New York: Simon & Schuster, 2013). (ç.n.)

 

[3] Guarimba’lar, Venezuela’da periyodik olarak meydana gelen, genelde barikatların kurulduğu ve polisle çatışmaların yaşandığı şiddetli sokak protestoları. Bu protestolar 2002 ve 2014 yıllarındaki krizlerde öne çıkmıştı. Daha fazla bilgi için bkz. Steve Ellner, Latin America’s Radical Left: Challenges and Complexities of Political Power in the Twenty-First Century (Lanham: Rowman & Littlefield, 2014). (ç.n.)

 

[4] Hibrit savaş kavramı, genellikle ekonomik yaptırımlar ve bilgi manipülasyonunu içeren konvansiyonel, düzensiz ve siber savaşın bir karışımını ifade eder. Kapsamlı bir anlayış için bkz. Andrew Korybko, Hybrid Wars: The Indirect Adaptive Approach to Regime Change (Moskova: Rusya Halkların  Dostluğu Üniversitesi, 2015). (ç.n.)

Benzer Yazılar

Meşgul adamın derkenar notları, III. -Emirhan Akman yazdı

Blog 3 gün önce

SUAT DERVİŞ VE MİNA URGAN Meşgul bir adam gibi görünmeyi seven adamın derkenar notları devam ediyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin perşembe günleri ücretsiz ek olarak verdiği Cumhuriyet Kitap başlıklı ekini almaya devam ediyorum. Bu benim için öğrencilik yıllarımdan beri bırakamadığım bir alışkanlık. Bu hafta Suat Derviş’le Mina Urgan vardı kapakta. Suat Derviş Cumhuriyet döneminin unutulmuş kadın yazarlarından birisi. Benim ilgi alanıma girme nedeni ise cahilliğimle ilgili. Derviş bir TKP üyesiymiş, üstelik “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?” diye bir kitabı var. Son yıllarda Sovyetlere giden ya da gitmeden destek veren Türk yazarların kitaplarını topluyordum. Cumhuriyet Kitap yüzünden bir kitap daha almak zorundayım! Ama olsun, Suat Derviş dosyası kafamda açıldı bile, bu önümüzdeki dönemlerde romanlarını da okuyacağım anlamına geliyor. Mina Urgan’ın şu sözünü almadan edemedim, bence her dönem geçerli. Urgan şimdinin kaypaklarına, iltimas aşıklarına, çaresizlerine şöyle sesleniyor, “Çağımıza ayak uydurmalıyız palavrasına hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım […]

Apartheid Fetişinden Komünalizme: Yerli ve Milli Kürdofaşistler -E. Haktan Altın yazdı II Forum

Forum 1 hafta önce

Mehmet Tatlı’nın Medyascope’ta yayımlanan “Kürt sorununda Atatürkçü entelektüelizmin iflası” başlıklı yazısı, son dönemde giderek yaygınlaşan bir siyasi dilin sembolü: Kendini muhalif olarak tanıtıp, hedefini doğrudan muhalefete çeviren, meşru tartışma zeminlerini yaftalarla bastıran ve barış kavramını eleştirilmez kutsal haline getirip herkesin susmasını isteyen bir söylem. Yazı, en başta kendisini “tarihi bir anın entelektüel analizi” olarak sunuyor. Oysa dikkatli okunduğunda, 12 Temmuz’u bir milat ilan eden bu anlatının, içeriğinden çok tribünlere konuşan, provokatif bir dile yaslandığı görülüyor. Eleştirilen Kemalist entelektüeller değil; hedef gösterilen. Tartışılan CHP değil; hizaya sokulmak istenen bir özne. Sorun da tam burada başlıyor. Zira yazının bütününde, bir çözüm önerisinden ziyade, bir tür politik baskı oluşturma, hizaya çekme ve belli bir ideolojik çizgiye biat ettirme amacı açıkça hissediliyor. Apartheid Ne Zaman Bu Kadar Ucuzladı? Tatlı, 12 Temmuz’u “bir apartheid rejiminin devletin en yüksek makamı tarafından tasfiye edildiği” gün olarak niteliyor. Güney Afrika’daki ırk temelli, anayasal ayrımcılığı temsil eden, yüzyıllar süren […]

Meşgul adamın derkenar notları, II.-Emirhan Akman yazdı

Kitap 2 hafta önce

KİTAP OKUNMAZ KARIŞTIRILIR Süheyl Ünver’i tanıyor musunuz? Muhtemelen tanımıyorsunuzdur. Bizde kitap okuyanların çoğu kültür ve ilgi alanlarını melezleştirmezler. Bir dünyayı bilen, diğerine sağır kalır. Ünver daha çok muhafazakâr camiada tanınmış bir adam. Ünver çizer, doktor, yazar ve fazlası! Kültür taşıyıcısı. Onun bir yerde kitaplar hakkında şöyle söylediğini hatırlıyorum, “Ben sırf folklor noktasından; altmış senede altmış bin kitabı okumayarak, ama karıştırarak bazı şeyler topladım. Çünkü altmış bin kitap okunmaz, karıştırılır, okudum dersem inanmayın.” Üniversite yıllarımda bu “kitap karıştırılır, okunmaz” tanımını reddetmiş, hoşuma gitmemişti. Şimdi hoşuma gidiyor çünkü bende bazı kitapları okumuyor, karıştırıyorum. İhtiyacım olanı bulunca bırakıyorum. Bu bir yetkinlik mi, yoksa sonsuz bir zenginliğin içinde neyi alacağını bilemeyen birisinin oburluğunu terbiye etmeye çalışması mı? Bilemiyorum. Çünkü her merak ettiğimizi okumaya vaktimiz olmadan bu dünyadan ayrılacağız ve bu kesin bir bilgi. Her kitabı değil ama bazı kitapları karıştırmayı bu yüzden artık kabul ediyorum, gerekli görüyorum… BÜTÜNLÜK BİR KAYGIDIR Meşgul adamın derkenar notları […]

0 Yorum

Rastgele