ULUSOLCULUK MİLLÎCİLİK MİDİR?
Millîciliği hatırlıyorsunuz… Kuvayı Milliye ya da Millîcilik, içinde İstiklâl Marşı şairi Âkif gibi İslamcısının, Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi ve Yeşil Ordu hareketi gibi sosyalistlerin de desteklediği Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı yürüten insanlara verilen genel bir adlandırmaydı. Başını Mustafa Kemal’in çektiği Millîciler, Türkiye’yi işgalden kurtarıp müstakil (bağımsız) bir devlet olarak başarıya ulaştırdığında, Monarşik/Padişahçı/Sultancı olmayan ve sırtını halka/millete yaslamak anlamına gelen Cumhuriyetçilik esas alındı.
Ancak Cumhuriyetçilik esas alındığında (29 Ekim 1923), Mustafa Suphi 1921’de Trabzonaçıklarında (Karadeniz) öldürülmüş; Âkif ise üç yıl sonra (1926) Mısır’a kalıcı olarak gitmiş ve yerleşmiş olacaktı. İngiliz yanlısı Hilafetçiler ise zaten Millîcilere diş biliyordu. Hadi, Âkif’in Mısır’a gidişini, Hilafet ve Saltanat’ın kaldırılmasına bağlayalım. Burada, yönünü halka dönmüş, rahmetin kendisine yerden yağdığını düşünenler için anlaşılmayacak bir durum yok. Kendine özgü bir Fransız Devrimi hâli… Başka türlüsü düşünülemezdi zaten. Peki ya millî mücadele destekçisi sosyalist Mustafa Suphi’nin öldürülmesine ne demeli?
Millîcileri yutkunduran en önemli konuların başında, gençliği milliyetçilikle geçmiş sosyalist Mustafa Suphi’nin öldürülmesinin makul hiçbir açıklamasının yapılamaması geliyordu. Sovyetler’in 1921’de Gürcistan’a saldırısında Türkiye’yi haberdar etmemesi, Stalin’in bu tarihlerde İngilizlerle ticaret antlaşması için girişimlerde bulunması, yine o günlerde Moskova’ya giden Türk heyetinin Moskova’da karşılanmaması gibi sebepler dahi bu durumu tam olarak açıklamaya yetmiyor.
Sadece bu olay değil; 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de (Banka-Han, eski adıyla Aram Hamparsumyan Hanı) toplanan ‘İzmir İktisat Kongresi’nde tarım işçileri ve köylülerin temsil edilmemesi ve alınan kararlarda devletin özel girişimlerin kredi sağlayıcısı olarak konumlandırılması da sol ve sosyalistler için bir hayal kırıklığı olmasa da kendilerine belirledikleri yolun devam edeceğinin bir işareti olarak görüldü.
Sol ve sosyalistler bu durumdan gerekli dersleri çıkarmış olmalılar. Ancak ne çıkardıklarını 1960-1980 arasında görüyoruz. İşçi ve öğrenci birlikleri ve aydınlar arası dayanışmalarının sürmesinden daha önemlisi, sosyalist bir devrim için askerle iş birliği yapılmalı mı, yapılmamalı mı meselesiydi. Demek ki, halkın kendilik bilincine henüz ulaşamadığı, bireylerden oluşan bir toplum değil, bir araya gelmiş kalabalık statüsünde bulunduğu, bu nedenle bir dayanışma sergileyemeyeceği ve kendi çıkarlarının farkında olmadığı sonucuna varılmış olmalı ki, Doğan Avcıoğlu’nun YÖN hareketinin askerle iş birliği arayışlarının sürdüğü ve bu atmosferde kurulmuş Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965 seçimlerine girdiğinde, tarihinde aldığı en büyük oyu (%3, 15 milletvekili) alabilmişti. Ki %3 bile büyük bir başarı olarak görülmüştü.
Soru şu: 60’larda bile Sol-Sosyalistler, sırtını dayayacağı bir halk/toplumu bulamamışken, bütün kaymak tabakasını önce Çanakkale Harbi’nde (1915), sonra da I. Dünya Savaşı’nda (1914-18) yitiren 1920’lerin 12 milyon nüfuslu, nüfusun % 80’inin köyde yaşadığı, köyde yaşayan nüfusun %1’inin bile okur-yazar olmadığı genç Türkiye ikliminde, işçi – köylüyü İzmir İktisat Kongresi’ne çağırmak ve üretimin örgütlenmesini beklemek ne kadar hakkaniyetli bir yaklaşım olur, yeniden düşünülmeli.
Buna rağmen genç Cumhuriyet’in liberal iktisat politikalarını eleştirmek gerekebilir. İşte Ulusolculuk, bu politikalar ve Mustafa Suphi gibi travmatik olayları dikkate alarak, Millîciliği ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerini, burjuva değerlerini hayata geçiren Fransız Devrimi gibi kaçınılmaz bir uğrak olarak görüp ondan geriye ve gericiliğe düşmeden, onu nasıl aşacağını veya yükselteceğinin kaygısını güden ve dahası, maneviyat ve seküler kutsallık alanlarını, kendini afyon gibi uyuşturmasına fırsat veren değil, sırtını dayayacağı bir dayanışma aurası/havası olarak yeniden örgütleyen, geleneğini devam ederken değişmek, değişirken de devam etme üzerine kurmaya çalışan tarihi bir hareket olarak pekala okunabilir.
Tarihi bu çerçevede yeniden kuran, doğayı ve doğadan ayrılmış insanı araçsallaştırmadan, Türkiye’nin bütün halklarını cumhuriyetçiliğin gereği eşit gören ve eğitimi, statükonun devamı için bir düzenek değil, bir özgürlük imkânı olarak kabul eden her Türk, Kürt, Boşnak, Arap, Çerkez, Arnavut, Laz, Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani ve Keldani’yi bu anlamda Ulusolcu olarak görüyorum.
Solu, uluları olmamaktan ancak bu şekilde çıkartabiliriz. Uluları olmamak bir köksüzlük, köksüzlüğün biraz ilerisi ise öksüzlük oluyor. Solu, öksüz, ulusuz, maneviyatsız ve pirsiz bırakmak demek; iktidarı dörtlü gericilere peşkeş çekmek, CHP’yi de Özgür Özel öncesi kayyumculara emanet etmekle aynı anlama geldiğini sanırım bugün daha iyi anlıyoruz.
Sinağrit Baba