Milliyetçilik kavramı üzerinde daha fazla durmaya gerek yoktur.[1] Bu yazının özelinde Türk Milliyetçiliği ile Türk Mutaassıplığının birbirinden ayrılmasının gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu gereklilik yerine getirilemezse ne ‘Z kuşağı’nın protesto kültüründe gözlemlenen bozkurt işareti anlaşılabilir ne de Türk siyasal yaşamının haritalandırılması tam olarak yapılabilir.
Türk Milliyetçiliği, Türklerin politik sahada kendilerini bir millet nesnesi olarak teşekkül ettirmesidir. Bu teşekkülün kavramına da milliyet denmektedir. Dolayısıyla Türk milletinin teşekkülü ile Türk Mutaassıplığının varlığı arasında hiçbir kurucu ilişki yoktur. Bugün Milliyetçilik adı altında yapılan Mutaassıplık ile mücadele etmek, bu nedenden ötürü Türk Milliyetçiliği ile mücadele etmeyi zorunlu kılmaz. Öncelikle bu anlaşılmalıdır. Bu anlaşıldıktan sonra ancak bugün Z kuşağında gözlemlenen Milliyetçilik anlaşılabilir. Dikkat edilirse, Z kuşağı milliyetçiler herhangi bir doğrudan Milliyetçi eylemde boy göstermedi. Bu gençlerin boy gösterdiği eylemlerin gerekçeleri demokrasinin ve özgürlüğün tehdit altında olduğuydu. Dolayısıyla görülmektedir ki bu gençler başka bir milleti, millet içindeki herhangi bir etnisiteyi ve hatta Batı aşırı sağı gibi göçmen/sığınmacı sorununu hedef alan, kasaba milliyetçiliğinin söylemleriyle içeriklenmiş bir Milliyetçiliğe sahip değildir. Bu da esasta bu genç milliyetçilerin Türk Mutaassıplığıyla kavgalı olduğunu gösterir.
Türk Mutaassıplığının Köken ve İnşası
Türk Mutaassıplığı, modernleşmenin ürünüdür. Modernleşme öncesinde Mutaassıplık henüz kendi farkındalığında teşekkül etmiş değildir. Ne demektir bu? Şu demektir: Taassup içinde olan kimseler vardır ve hatta taassup genelgeçer bir durumdadır ama henüz kendini fark edebilecek koşullara sahip değildir. Bunun nedeni ise henüz mutaassıbın gerçekliğine yönelik topyekün bir tehdidin baş göstermemiş olmasıdır. Ancak modernleşme ile, aydınlanma ve sekülerleşme ile böyle bir tehdidin açığa çıktığından söz edilebilir. Türk Mutaassıplığı esasta dünyanın aydınlanma yönünde değişmesine eskiyen dünyanın hem tepkisi hem de uyum sağlama biçimi olarak doğmuştur. Bu ikisini birbirinden ayıramayız; tepkisellik ve uyum gösterme yönelimi birliktedir.
Mutaassıplık dediğimizde tepki ve uyumun oldukça radikal bir biçiminden, doğrudan eski dünyanın yeniyi en tahammülsüz ve bilinçdışı biçimde karşısına almasından bahsediyoruz. Elbette aydınlanmanın kaçınılmazlığı Mutaassıplığı da etkilemektedir. Söz konusu bu kaba tepkisellik yerini daha ince bir hâle, Muhafazakârlığa bırakmaktadır. Muhafazakârlık, entelektüel sahada ve kültürel operasyonlar içinde kendini tanımlar. Onun temel derdi mahalli değer yargıların evrensel değerlermiş gibi muamele görmesinin temin edilmesidir. Eğer Muhafazakârlığın üstü kazanırsa altında olanın Mutaassıplık olduğu rahatça görülebilir. Kimi zaman Mutaassıplık yüzeye çok yakındır, kimi zaman da oldukça derinlerdedir ama hep vardır.
Mutaassıplığın köklerini “düşman dünya” anlamında bulmak mümkündür. Mutaassıplık, korkuya dayalı bir öfke durumunda temellenir. Öfkenin kaynağı ise düşman dünyadır. Mutaassıp için dünya düşmandır, tehlikelidir; onu yoldan çıkarmak, onu kendine köle yapmak gibi emellere sahiptir. Mutaassıp bu dünyaya ait olmayan, bu dünyaya yabancı olandır. Onu öfkelendiren şeylerin başında da bu gelir. Bu yabancılığı aşmanın yolu ise kendi “anlamlı dünya”sının içine gömülmek, dışarıya karşı bu anlamlı dünyayı korumaktır. Dikkat edilecek olursa dönüp dolaşıp gelinen nokta yine korumak sözcüğü olmuştur. Korumak yada muhafaza etmek en temel yönelimlerden biridir, çünkü karşı tarafın saldırılarına karşı kalkan vazifesi görmektedir. Kalkanı güçlendirmek, onun arkasında toplanmak ve ona dayanak olmak çok önemli şeylerdir. Kalkanı güçlendirmek için inanca, inancı yönlendirecek mitoslara, efsanelere, anlatılara, hikâyelere ihtiyaç vardır ama inancı doğuran şey karanlığın içinde yol yürümeye azmetmektir.
Şunu en başından kabul edelim: Bu dünya bizim için karanlık bir yerdir. Hepimiz öyle ya da böyle, bir içimde bu karanlıkta yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Mutaassıplığın özünde bulduğumuz korku ve korkuya verdiğimiz anlamlı dünya tepkisi hepimizin içinde çeşitli biçimlerde var. Bu korkuyla baş edebilmenin en kolay ve aynı zamanda en kalıcı formülü ailedir. Baba, anne ve çocuklardan oluşan çekirdek ailenin yanı sıra büyükbaba ve büyükannenin de ve hatta diğer kardeşlerin ailelerinin de içinde bulunduğu geniş aileler de vardır. Ne biçimde olursa olsun, ailelerin temelde yaptıkları şey nedir; dayanışmaktır. Neye karşı dayanışmak? Sadece ekonomik koşullara karşı değil ya da henüz kendine bakabilecek durumda olmayan çocukların bakımını üstlenmek biçiminde değil; aynı zamanda düşman dünyaya karşı savaşımda veya direnişte dayanışmak. Aynı evin içinde ya da değil, aile dediğimiz şeyin en temelde yaptığı şey dışarıya karşı dayanışmaktır. Aile birliği içinde kişiler birbirlerinin hem fiziksel hem metafiziksel sorumluluklarını üstlenirler. Birlerine yardımcı olur, işbölümü yaparak bir birliktelik inşa ederler. Aralarındaki dayanışma ilişkisi sadece maddi anlamda değil, aynı zamanda manevi anlamdadır. Ortak bir anlamlı dünya inşasına dayanır. En azından modern öncesinde bu keskin bir biçimde böyleydi.
İşte mutaassıbın, anlamlı dünya tepkisinin kökleri buralara dayanmaktadır. Operasyon özetle şudur: Dışarıya karşı bir savunma hattı çizmek, içerde kalıp mutlu olmak. Böyle bir operasyon için tabulara, yasaklara, bu tabu ve yasakları gözeten gizil bir otoriteye ihtiyaç vardır. Elbette bütün bunların yanında bağışlanmaya, doğrunun kuşkusuz ödüllendirilmesine de ihtiyaç vardır. Aksi hâlde psişik savunma hattı rahatlıkla ihlal edilebilir, hatta çökertilebilir olacaktır. Muhtemelen insanlık ilkel aşamada şöyle düşündü: Teknolojik üstünlük henüz inşa edilebilmiş değil, dolayısıyla maddi birliğimiz bir zorunluluk ama psişik birliğimizi sağlayamazsak fiziki birliğimiz kuvvetli olmuyor; yapmamız gereken psişik birliğimizi kendi içinden zorunlu kılmak. Bunun için de anlamlı dünyanın terk edilmesi, değişime-dönüşüme tâbi tutulması durumunda müthiş bir azap senaryosu ile kendi kendini kilit altına alması hedeflenmiştir. Oysa bugün görüyoruz ki teknolojik üstünlüğe rağmen bir arada yaşamakta ısrar ediyor, hiçbir zorlama olmamasına rağmen bir şekilde psişik örgütlenme içinde bulunuyoruz. Bu da oldukça normal, çünkü anlamlı dünyaya bir biçimde ihtiyaç duyuyoruz.
Aile sözcüğü komün sözcüğünün Türkçe karşılıklarından biridir. Komün dediğimizde sadece ilkel dönemleri değil günümüz toplumlaşma serüvenini de ilgilendiren bir kavramdan söz ediyoruz. Ailenin dayanışma ortamı, milletin dayanışma ortamı ve üretim-tüketim ilişkilerinin dayanışma temelli örgütlenebiliyor olduğu gerçeği yan yana koyulduğunda komünün ne denli güncel bir kavram olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Burada Mutaassıplığın aile ile, dolayısıyla komün ve dayanışma ile ilişkisini vurgulamak gerekir. Dayanışma bizi bir araya getiren, birlikte birey olmamızı sağlayan bir varoluş ortamıdır ama aynı zamanda dayanışma gayet de Muhafazakâr, Mutaassıp bir çehreye bürünebilir. İşçilerin haklarını almak için dayanışması iyidir ve işçileri bireysel olarak özgürleştirmektedir. İşçi haklarının savunusundan uzaklaşan bir sendikanın kendi anlamlı dünyasını ayakta tutmak için giriştiği dayanışma ise kötüdür, işçileri kendine bağımlı kılmaya dönüktür. Dışardan bakıldığında ikisi durumda aynı kavram altında yaşanmaktadır. İkisinde de sendika söz konusudur ama birinde özgürlük, diğerinde esaret vardır. Aileler içine doğduğumuz, ihtiyaçlarımızı gideren ve bizi dil ile tanıştırıp insan olma serüvenine başlatan yapılardır. Bu yapılar dayanışma esaslıdır ama bazıları bireyleşmeyi engellerken bazıları içlerinden özgür bireyler çıkarmaktadır.
Bugün Z kuşağı Muhafazakârlığa ve özelliklede onun çekirdeğindeki Mutaassıplığa karşı dik bir duruş sergilemektedir. Bu duruşu sergilerken Z kuşağının klasik aile yapılanmasını da karşısına aldığı görülmektedir. Ailenin ve temsil ettiğin değerlerin dışına çıkan, bu yönde kendini yetiştiren bir gençlikle karşı karşıyayız ve açık söylemek gerekirse bunun kötü bir şey olduğunu söylemek de yersizdir ama aynı zamanda tamamlanmamış bir şey olduğunu, meselenin bundan ibaret olmadığını da vurgulamak gerekir. Muhafazakâr çekincelerin, korkuya dayalı ahlâk anlayışının ortamlarına dönüşen ailelerin dışına çıkabilmek her şeyden önce cesaret ister. Bu cesaretin gösterilebiliyor olması sevindiricidir. Bununla birlikte aileyi düşmanlaştırmamak, dayanışma değerlerini yadsımamak da önemlidir; çünkü mesele sadece dışına çıkmakla ilgili değildir, aynı zamanda tekrar içine girip özgür kalabilmekle ilgilidir. Mesele dayanışmayı reddetmek olsaydı bugün gençlik arasındaki dayanışmayı anlamak mümkün olmazdı. Mesele dayanışmayı özgürleştirici kılmak, onu yeniden öz işleviyle donatmak.
Dayanışmayı Özgürleştirici Kılmak ve Yeni Milliyetçilik
İnsanlar birbirleriyle iletişimde olma biçimleri üzerinden hayvanlardan ayrışırlar. Eğer iletişim değersiz, kimsenin kimseye ihtiyacı yoksa herkes evrimsel kazanımlardan mahrum kalmayı göze almalıdır. Bizi insan kılan bazı şeyler var. Bunların başında da dil geliyor. Dil, Milliyetçiliğin de önemsediği bir olgudur. Gündelik siyasi söylem karmaşasını, ideolojik kırmızı çizgileri, teorik yanlışlama iddialarını bir tarafa bırakacak olursan meselenin çok basit bir şekilde insan olmakla ilgili olduğunu görebiliriz. İşte henüz kendini isimlendirmemiş olan yeni siyasetin olayları bu duruluktan ele alma potansiyeli olduğu görülmektedir.
Bu pragmatizm değildir ama öyle gözükecektir. İşlevsel yaklaşım, işime yarayanı alır çekilirim değildir. Burada adama sorarlar; “Neyin, ne için işe yarar olduğuna kim, nasıl karar verebilir?” Buna kolay kolay bir yanıt verilemiyor. Çoğunluğun faydası ya da benim faydam gibi cevapların bir ucu benci faşizme, diğer ucu popülizme doğru postmodern siyasal ortamı savurup duruyor. İkisi arasında öyle-böyle bir denge yakalanmasına ya da yakalanma umuduyla hareket edilmesine de demokrasi diyoruz. İçimizden bazılarının itirazı buna gibi, “Ne yani, demokrasi dediğimiz şey Popülizm ile Benci Faşizmin arasına sıkışmışlık mı?” Bu sıkışmanın adını tam koyamazsak onunla baş etme imkânımız yoktur. Bu sıkışmanın tam adı burjuva demokrasisidir. Çoktan kendi değerlerini; özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği satmış bir sınıfın demokrasisidir. Bu nedenle aşılmalıdır.
Burjuva demokrasisi ancak onun ilerici karakterini özümseyebilen yeni bir sınıfın, emekçi kitlelerin birliğini ifade eden proletaryanın yüksek sınıf bilincinde aşılabilir. Burjuva demokratik değerlerin; kişi hak ve özgürlüklerinin, hukukun üstünlüğünün, kuvvetler ayrılığının, milletin yönetimde temsil hakkının, onurlu yurttaşlığın, hukukta eşitliğin gerçekleşebilmesi için artık burjuvazinin değil, proletaryanın sınıfsal çıkarları öncelenmelidir. Bunun başka bir yolu yoktur. Mutaassıplığın beslendiği kaynakları kurutmak, karanlığı aydınlanmayla dağıtmak için proleter demokrasiye ihtiyaç vardır; sokakta, meydanda, aile arasında, ev içinde, siyasette, okulda, bilfiil hayatın, yaşamın içinde burjuva demokrasinin eleştirisi olarak proleter demokrasiye ihtiyaç vardır. Eğer bu gerçek bir ihtiyaçsa mutlaka giderilecektir.
0 Yorum