Lucien Sève, çağdaş Marksist düşünce içinde bireysellik ve öznellik sorununu en ciddiyetle ele alan filozoflardan biri olarak öne çıkmaktadır. Çalışmaları yalnızca kuramsal düzeyde kavramsal açılımlar yapmakla kalmadı, aynı zamanda bireyin kişisel deneyimi ile toplumsal dönüşüm arasındaki bağların anlaşılmasına da katkıda bulundu. Kitapları, makaleleri, siyasi yazıları ve felsefi müdahaleleri, farklı türler ve dönemler boyunca yayılan bir süreklilik içinde, entelektüel üretim ile siyasal pratiği birbirinden ayırmayan bir düşünce ufku sergiledi.
Sève’nin yaklaşımı, bireysel biyografilerin her zaman daha geniş toplumsal ve tarihsel bağlamlara gömülü olduğunu vurgular. Ona göre insan öznelliği toplumsal ilişkilerden bağımsız düşünülemez, kişilik, bilinç ve deneyim, kolektif koşulların diyalektik bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu perspektif, felsefenin yalnızca soyut bir etkinlik değil, dünyayı anlamak kadar onu dönüştürmenin de aracı olduğunu hatırlatır. Sève’nin mirası, bireysel özgürleşme ile kolektif kurtuluş arasındaki bağı yeniden düşünmeye davet eden bu ısrarda yatmaktadır.
Sève yalnızca soyut teorik tartışmalarla yetinmeyerek psikoloji ve zihin felsefesi üzerine yürüttüğü araştırmalar, insan öznelliğini kavramanın her tür toplumsal dönüşüm projesinde vazgeçilmez bir koşul olduğunu ortaya koyuyordu. Psikolojinin bir yandan indirgemeci bir mekanizmeciliğe, öte yandan bireyci bir psikolojizme saplanma tehlikesi taşıdığı bir dönemde, Sève bilinç, kişilik ve biyografinin daima toplumsal ve tarihsel bağlamlar içinde şekillendiğini ısrarla savundu. Ona göre bireyin en kişisel deneyimleri bile kolektif koşullardan bağımsız düşünülemez, öznel yaşam her zaman tarihsel süreçlerin ve toplumsal ilişkilerin izlerini taşır. Kişisel ile toplumsal arasındaki bu karmaşık etkileşim, onun düşüncesinde yalnızca teorik bir tespit değil, aynı zamanda özgürleşme siyasetine yön veren bir çıkış noktasıydı.
Sève’nin düşüncesini bugüne taşıyanlar, onun mirasının yalnızca akademik metinlerden ibaret olmadığını hatırlatır. Tutkulu bir okurlukla başlayan, daha sonra çağdaş sosyolojiyle diyalog halinde gelişen araştırmalar, Sève’nin bireysellik teorisini farklı alanlarda canlı tutuyor. Kendi biyografisi de bu yaklaşımın bir parçasıydı: siyasi militanlık, kurumsal sorumluluklar ve ömür boyu süren aktivizm, entelektüel katkılarıyla ayrılmaz bir bütün oluşturuyordu. Onun düşüncesi yalnızca dünyayı anlamakla yetinmiyor, aynı zamanda dünyayı dönüştürmenin yollarını arıyordu.
Felsefe öğretmeni ve doktora araştırmacısı Benoît, Sève’nin 20. yüzyıl Fransa’sında bireyselliği ve öznelliği çalışmalarının merkezine yerleştiren Marksist filozof olarak nasıl öne çıktığını vurgular. 20. yüzyılın başlarındaki Marksist psikologlar ile daha sonraki düşünürler arasındaki bağlantıları izleyen Benoît, Sève’yi bu tartışmaları yalnızca ileriye taşıyan değil, aynı zamanda yeni nesiller için yeniden şekillendiren vazgeçilmez bir köprü olarak görür.
Ortaya çıkan portre, zihinsel yaşamı siyasi pratiğin taleplerinden ayırmayı reddeden bir düşünürün portresidir. Sève’nin yazıları, kendi biyografilerimizi, kolektif mücadelelerdeki rollerimizi ve toplumu dönüştürmekle kendimizi dönüştürmenin nasıl ayrılmaz görevler olduğunu yeniden düşünmemize imkan tanır. Onun çalışmaları, felsefenin en iyi haliyle dünyadan bir kaçış değil, dünyaya daha derinlemesine katılmak için bir araç olduğunu hatırlatır.
Marx, Komünizm ve Bireysellik Sorunu
Marx’ın Kapital’in I. cildinde nadiren alıntılanan pasajlarından biri, komünizmi “temel ilkesi her bireyin tam ve özgür gelişimi olan daha yüksek bir toplum biçimi” olarak tanımlar. Bu cümle, Marx için toplum hakkında düşünmekle birey hakkında düşünmenin aynı şey olduğunu gösterir. İnsanlık her zaman iki biçim alır: kolektif sosyal dünya ve bireysel biyografi. Marx, büyük üretim araçlarını yalnızca toplumsal mülkiyet olarak değil, aynı zamanda bireysel mülkiyet olarak da tanımlar ve kişisel inisiyatifi bastıracak her türlü devletçi müsadereyi reddettiğini belirtir. Komünizm, Marx için bireyin kolektife tabi olması değil; sınıflı toplumun sınırlarının ötesinde bireyselliğin gelişmesi için gerekli koşuldur.
Bu içgörü, devrimci strateji, siyasi örgütlenme ve özgürleşme kavramı için büyük sonuçlar doğurur. Komünizm ve Sève’nin “individualisme” kavrayışı, sahiplenici liberal bireyciliği değil, toplumsal olarak inşa edilmiş bireyselliği olarak birbirinden ayrılamaz. Bu bağlantıyı göz ardı etmek, hiyerarşik siyaset biçimlerinin ötesine geçip yatay ve katılımcı biçimlere yönelme arzusunu besleyen Marksist düşüncenin özünü kaçırmak demektir.
Sève’nin yaşam boyu çalışmaları bu sorun etrafında dönmüştür. 1950’lerden itibaren Fransız Komünist Partisi’ne katıldığında, Marksist bir bireysellik savunusuyla Stalinizmin mirasıyla yüzleşti. Onun için kendini onaylamak, iç demokrasiyi geliştirmek ve kişiliği geliştirmek burjuva dikkat dağıtıcı unsurlar değil, devrimci gerekliliklerdi. Son üçlemesinde, Penser avec Marx aujourd’hui’de, her bir bireyin özgür gelişiminin tümünün özgür gelişiminin koşulu olduğunu vurguladı.
Marx’ı öznellik merceğinden yeniden düşünerek, Sève, bireyi bilinçaltına indirgeyen Freudo-Marksist veya Althusserci yaklaşımlardan uzaklaştı. Bunun yerine Marx’ın kendi iddiasına geri döndü: komünizm kişiliklerin gelişmesini amaçlar. Kapitalizm bu gelişmeyi engeller; komünizm ise bunu mümkün kılmalıdır.
Burada söz konusu olan, büyük adamların ya da liderlerin kültü değil, her işçinin, her sıradan insanın geliştirilmesi gereken bir kişiliğe sahip olduğunun kabulüdür. Sève’ye göre bireysellik kolektifin karşıtı değildir; aksine kolektifin içinden ortaya çıkar. Bireysellik, ancak sosyal ve kültürel bağlar içinde mümkündür.
Dil, sevgi, işbirliği ve kültür olmadan kimse gerçek anlamda bir birey olamaz. Bu nedenle komünizmi bireyselliği yok eden bir sistem olarak karikatürize eden görüşleri reddetti. Marx’ın projesi, herkesin özgürce gelişmesinin koşulu olarak her bireyin özgür gelişmesiydi.
Bu tutum, Sève’yi Louis Althusser ile doğrudan çatışmaya soktu. Althusser, 1845’te bir “epistemolojik kopuş” olduğunu, Marx’ın özneyi terk ederek yapı bilimine yöneldiğini savundu. Sève ise tüm kariyerini bu tezi çürütmeye adadı. Ona göre Marx, Kapital’de bile yabancılaşma, kişilik ve insan öznesi üzerine düşünmeyi sürdürmüştü.
Sève’nin başyapıtı Marxisme et théorie de la personnalité (1969), onu iki uç nokta arasında konumlandırdı. Bir yanda Althusser’in anti-hümanist yapısalcılığı, diğer yanda ise Marx’ın metinlerini yeniden yazarak “insanı” naif biçimde geri getiren Roger Garaudy. Sève üçüncü bir yol çizdi: titiz, diyalektik ve Marx’a sadık. Öznelliğin soyut bir kavram değil, tarihi ve devrimi anlamak için gerekli bir kategori olduğunu gösterdi.
Böylece Sève, Marksizme yeni bir canlılık kazandırdı. Stalinizmle mücadelenin yalnızca suçları kınamak değil, strateji ve örgütlenmeyi yeniden inşa etmek anlamına geldiğini hatırlattı. Bireysellik, burjuva ideolojisi olmaktan uzak, özgürleşmenin merkezinde yer alır. Günümüzde yatay hareketler dikey otoriteye meydan okurken, Sève’nin komünizm ile bireyselliğin ayrılmazlığı konusundaki ısrarı yeni bir anlam kazanıyor.
Felsefe, Psikoloji ve İnsani Öznenin Politikası
Sève’nin entelektüel mirası, Marx’ta öznenin kalıcılığını ve komünizmin bireyselliğin gelişim koşulu olduğu savını sistematik biçimde temellendirmesiyle öne çıkar. Bu çerçevede Stalinist ortodoksluk ile Althusserci yapısalcılığın özneyi silikleştiren eğilimlerine eleştirel yaklaştı; kişilik, biyografi ve öznelliği tarihsel-toplumsal belirlenimler içinde yeniden düşündü. Talep ettiği şey soyut bir hümanizme dönüş değil, öz-faaliyet, demokrasi ve yaşantının politikasını içeren diyalektik bir Marksizmdi.
Bu çabanın entelektüel kökleri Georges Politzer’e dayanır. Psikanalizi Fransa’ya tanıtan ve onu diyalektik zeminde keskin bir eleştiriye tabi tutan Politzer, Sève için yarım kalmış bir görevin temsilcisiydi. Naziler tarafından öldürülen Politzer’in ardından Sève, bu hattı sürdürerek bireyselliği Marksist düşüncenin merkezinde tuttu. Benzer şekilde Lev Vygotsky’nin eserlerini Fransızcaya kazandırarak, bireyselliğin toplumsal bağlamlardan ayrılamayacağı fikrini yaygınlaştırdı.
Marxisme et théorie de la personnalité (1969), Stalinizm, yapısalcılık ve naif hümanizm arasındaki tartışmaların ortasında kaleme alındı. Althusser’in Marx’ın olgunluk döneminde bireye yer bırakmadığına dair tezine karşılık, Sève yabancılaşma, kişilik ve öznelliğin Marx’ın en olgun metinlerinde dahi merkezi bir rol oynadığını savundu. Aynı zamanda Garaudy’nin romantik hümanizmine mesafe koyarak, tarihsel materyalizme dayalı diyalektik bir kişilik teorisi geliştirdi.
1950’lerden 2010’lara uzanan yazılarında Sève, psikolojiyi davranışçılığın mekanik refleks teorisine veya psikanalizin evrenselleştirici iddialarına indirgemeden, diyalektik materyalizmle bütünleştirmeye çalıştı. Bu arayış, Cezayir’de askerlik yıllarında Kapital okurken başlamış, yaşamı boyunca sürmüştür: bireyselliği toplumsal bağlamdan koparmadan düşünmek ve Marksizmi insani bir yüzle yeniden kurmak.
Onun çalışmalarının bütünü bu yüzden aynı sorunun etrafında dönüp durur. Bireysellik ile kolektivitenin birbirini dışlamadığı, tam tersine birbirini güçlendirdiği bir toplumsal düzen nasıl kurulabilir? Bu soruya verdiği yanıt, bireyi kendi içine kapalı bir varlık olarak değil, sosyal ilişkilerin, kültürün ve tarihin ürünü olarak kavramaktı. Bu nedenle Sève’nin felsefesi yalnızca Marksizmi eleştirilere karşı savunmakla kalmaz; günümüzün insanlık dışı determinizm ile boş bireycilik arasında bölünmüş dünyasında da acil bir önem taşır.
Lucien Sève ve Marksist Psikanaliz Eleştirisi
Sève, Freud’un bilinçdışı keşfinin tarihsel önemini kabul ederek birleşik ve şeffaf özne mitini yıkan bu keşif, arzuların ve duyguların gizli dinamiklerini görünür kılmıştı. Ancak Freud’un psikanalizi evrensel bir açıklama çerçevesi haline getirme eğilimini reddetti. Tarihi bilinçdışına ya da insan gelişimini biyolojik dürtülere indirgemek, materyalist yöntemin terk edilmesi demekti.
1973 tarihli Pour une critique marxiste de la psychanalyse (Psikanalizin Marksist Eleştirisi İçin) adlı kitabında, psikanalizin toplumsal çelişkileri bireyselleştirme ve yabancılaşmanın yapısal köklerini maskeleme riskini en sert biçimde eleştirdi. Yine de psikanalizi tamamen reddetmedi; Darwin’in evrim teorisi gibi, Freud’un buluşlarının da kendi tarihsel bağlamı içinde kavranması ve diyalektik eleştiriyle dönüştürülmesi gerektiğini savundu.
1980’lerde psikanalizle daha nüanslı bir ilişki kurdu. Psikanalistler, sosyologlar ve tarihçilerle yaptığı diyaloglar, dil edinimi, cinsel farklılaşma, ölümle yüzleşme gibi evrensel deneyimlerin bireysel biyografilere toplumsal olarak kazındığını görmesini sağladı. Psikanaliz, bu koşullarda tarih ve toplumun daha geniş materyalist anlayışına entegre edildiğinde yararlı araçlar sunabilirdi.
Bu yaklaşımın merkezinde arzuların ve dürtülerin toplumsal aracılığı vurgusu yer aldı. Yeni toplumsal nesneler (para, sanat, cinsellik, mülkiyet) ortaya çıktıkça yeni psişik yapılar ve arzu biçimleri de oluşuyordu. Arzuyu ebedi bir öz gibi görmek, onun tarihsel doğasını gözden kaçırmaktı. Bu nedenle psikanaliz, ancak sosyal yapılar ile psişik yaşam arasındaki diyalektik etkileşimi kabul ettiğinde Marksizm ile uzlaştırılabilirdi.
Sève’nin Marx’ın Feuerbach üzerine altıncı tezine yaptığı vurgu da bu çerçevede önemlidir: “İnsan özü, her bir bireye özgü bir soyutlama değildir; gerçekte, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” Kişilik biyolojik bir verili değil; toplumsal, tarihsel ve maddi süreçlerin ürünüdür. Böylece Sève, psikanalizi hem dogmatik reddin hem de eleştirel olmayan benimsemenin ötesine taşıyarak Marksist bir ruh epistemolojisi önerdi.
Kişilik, Yetenek ve Özgürleşme
Sève’nin felsefesi şu tezle özetlenebilir: kişiliğin temeli sabit, doğuştan gelen bir öz değil; sosyal ilişkilerin bütünüdür. Kültürelci ve psikolojist teorilerin öne sürdüğü transpersonal “psikolojik yapılar”a karşı, psişik olanın yalnızca somut bireylerde ve tarihsel-toplumsal koşullar içinde şekillendiğini savundu.
Bu bağlamda erken dönem polemiği olan Les dons n’existent pas (Yetenekler Yoktur), doğuştan gelen yetenek ideolojisini sorgular. Ona göre “yetenek” ya da “yüksek potansiyel” olarak adlandırılan şeyler, aslında eşitsiz dağıtılmış gelişim fırsatlarının yansımasıdır. Bu eşitsizlikleri doğal farklılıklar gibi sunmak, kapitalizmin insan kapasitelerini körelttiği yolları gizler. Komünizm, bu engelleri kaldırarak bireyselliğin tam gelişimini yeniden başlatacak bir projedir.
Yabancılaşma, Militanlık ve Kişisel Gelişim
Sève’nin yabancılaşma üzerine düşünceleri de önemlidir. Kapitalizm altında kişilik parçalanır: çalışma süresi kolektif üretim araçlarına erişim sağlarken, boş zaman sınırlı özerklik tanır fakat dönüştürücü gücünden yoksundur. Yabancılaşma yalnızca yapısal değil, biyografik bir yaradır. İnsanlar ancak toplumu dönüştürerek yaşamları üzerinde hâkimiyet kurabilir ve gelişim kapasitelerini ileri yaşlara taşıyabilir.
Bu nedenle Sève, kişilik meselesini militanlıkla ilişkilendirdi. Çalışma anlarının yabancılaştığı, boş zamanın özelleştiği kapitalist toplumda militanlık bu bölünmeyi kesintiye uğratır. Boş zaman, bireylerin dünyayı dönüştürebileceklerini deneyimledikleri kolektif bir eylem anına dönüşür. Aktivizm yalnızca bir görev değil; kişisel gelişimin, kapitalist rutinlerin dayattığı kişilik sklerozunu aşmanın yoludur.
Psikolojiyi Marksizm çerçevesinde yeniden düşünerek Sève, öznelliğe politik bir anlam kazandırdı. Özgürleşme yalnızca sömürünün ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda yeni yaşam ufuklarının açılmasıdır. Komünizm için mücadele etmek, her bireyin sınırsızca gelişebileceği, ama bu gelişimin daima tümünün özgürleşmesiyle iç içe olduğu bir toplum için mücadele etmektir.
Marksist Psikoloji ve Duyguların Politikası
Sève’nin etrafında şekillenen tartışmalardan biri, “Marksist psikoloji”nin mümkün olup olmayacağıydı. Ona göre mesele, psikolojiyi “uygulamalı Marksizm”e indirgemek değil; bireyin oluşumunda sosyal ilişkilerin önceliğini kabul eden materyalist bir çerçeve oluşturmaktı. Georges Politzer’i ifadesiyle: “İnsan gerçeklerinin sırrı psikolojik değildir.”
Bu çerçevede Freud’un keşiflerini tarihsel bağlamı içinde değerli bulurken, bilinçdışını evrensel açıklama ilkesi haline getirmeye karşı çıktı. Arzular ve dürtüler toplumsal olarak aracılık edilir; yeni sosyal biçimler yeni psişik biçimler yaratır. “Juxtastructure” kavramı, biyoloji ve toplumsal yapıların tarihsel kesişiminde öznenin oluşumunu düşünmek için önerdiği indirgemeci-olmayan bir çerçeveyi ifade eder.
Son yıllarda Marksizm, psikoloji ve psikanaliz etrafındaki tartışmalar, özellikle duygulara yeniden verilen önemle ivme kazandı. Lordon’dan Lucbert’e pek çok düşünür siyaseti tutkular ve bilinçdışı güçlerle ilişkilendirmeye çalışırken, Sève’nin mirası hem bir uyarı hem de bir yol önerisi sunar. Ona göre yabancılaşmayı aşmak, duyguları yukarıdan manipüle etmek değil, insanların kendi kolektif güçlerini deneyimlemelerine imkan tanıyacak toplumsal koşulları yaratmaktır.
Bu bakış açısı stratejiye dair güçlü sonuçlar taşır: seferberlik yalnızca seçim hesaplarıyla değil, aşağıdan siyasallaştırılabilecek yaşanmış öznellik anlarıyla da ilgilidir. Duygular, kitlesel manipülasyonun hammaddesi değil, ortak eylem aracılığıyla dönüştürülebilecek tarihsel ve toplumsal deneyimlerdir. Bu nedenle militanlık, bireylerin hem kendilerini hem de toplumu dönüştürebildikleri eşsiz bir alan haline gelir.
Bugün Sève’yi hatırlamak, öznellik olmadan özgürlük, tarih olmadan öznellik olamayacağını teyit etmektir. Onun düşüncesi, hazır reçeteler sunan bir el kitabı değil; özgürlük arayışında duyguların, bireyselliğin ve kolektif mücadelenin nasıl iç içe geçtiğini yeniden düşünmek için bir çerçevedir.
E. Haktan Altın





