SÖZDE DEMOKRASİ, SÖMÜRGECİLİK SİYASETİ VE TOPLUMSAL MUHALEFET – Cem Sili

biz dünyalılar yemin içtik imanımız var hürriyet için, hürriyet aşkına İrade Milletin de Sandık Kimin? Türkiye’de Sözde Demokrasi ve Sahici Otokrasi Türkiye’nin hakikaten hangi ölçüde ne derecede demokratik olduğunu tartışmanın yeri değil burası. Ancak Türkiye’nin uzun bir müddettir tek bir insanın iki dudağının arasından çıkanlarla yönetildiği, bürokrasiden hukuka her alanın o tek şahsın arzu ve çıkarlarıyla manipülasyon yoluyla kontrol edildiği düşünüldüğünde demokrasiyi geçtim, bir cumhuriyetten de sağlıklı bir kurumsal siyasetten de, adaletin sağlandığı bir yasadan da bahsetmek imkânsız hale geldi demektir. Ekrem İmamoğlu, henüz tutsak edilmeden önce 15 Mart 2025’te “[Benim diplomamı iptal eden akıl] yarın sizin tarlanıza çöker, yarın sizin tapunuzu elinizden alır. Yarın sizin de diplomanızı alır, malınıza çöker.” demişti. Yalnızca birkaç gün içinde diploması iptal edilen İmamoğlu kısa süre içinde de tutuklandı. O gün bugündür Gezi’den beri Türkiye’nin gördüğü en büyük toplumsal muhalefetiyle karşı karşıyayız. Türk toplumunun sandığa sadık, “demokrasi düşkünü” bir toplum olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de seçime […]

SÖZDE DEMOKRASİ, SÖMÜRGECİLİK SİYASETİ VE TOPLUMSAL MUHALEFET – Cem Sili

biz dünyalılar yemin içtik

imanımız var

hürriyet için, hürriyet aşkına

  1. İrade Milletin de Sandık Kimin? Türkiye’de Sözde Demokrasi ve Sahici Otokrasi

Türkiye’nin hakikaten hangi ölçüde ne derecede demokratik olduğunu tartışmanın yeri değil burası. Ancak Türkiye’nin uzun bir müddettir tek bir insanın iki dudağının arasından çıkanlarla yönetildiği, bürokrasiden hukuka her alanın o tek şahsın arzu ve çıkarlarıyla manipülasyon yoluyla kontrol edildiği düşünüldüğünde demokrasiyi geçtim, bir cumhuriyetten de sağlıklı bir kurumsal siyasetten de, adaletin sağlandığı bir yasadan da bahsetmek imkânsız hale geldi demektir.

Ekrem İmamoğlu, henüz tutsak edilmeden önce 15 Mart 2025’te “[Benim diplomamı iptal eden akıl] yarın sizin tarlanıza çöker, yarın sizin tapunuzu elinizden alır. Yarın sizin de diplomanızı alır, malınıza çöker.” demişti. Yalnızca birkaç gün içinde diploması iptal edilen İmamoğlu kısa süre içinde de tutuklandı. O gün bugündür Gezi’den beri Türkiye’nin gördüğü en büyük toplumsal muhalefetiyle karşı karşıyayız.

Türk toplumunun sandığa sadık, “demokrasi düşkünü” bir toplum olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de seçime katılım oranı, söz gelimi demokratik Avrupa ülkelerinden çok daha yüksektir. Ortalama politik zihniyette sandık sonucu, neredeyse mukaddesat atfedilen “millî irade”ye denktir. “millî irade”yi reddetmek, halkın iradesini, sandığı, demokrasiyi reddetmek anlamına gelir ve asla kabul edilemez. Erdoğan uzun yıllar bu çıkarımın üzerinde oy çokluğunun kendisinde olduğunu bilerek kendi siyasetine ve aslında başı buyruk kararlarına meşruiyet devşirdi. CHP’yi tek parti rejimi olmakla, askerî darbeleri ise Kemalist askerî vesayetin bir sonucu görmekle AKP kendisini bu geleneğe karşı “demokratik millî irade” geleneği gibi kurgulama yoluna gitti. Ancak CHP’nin Ekrem İmamoğlu’yla AKP’nin rant kalesi İstanbul’u 3 kere kazanmasıyla ve birinci parti haline gelmesiyle demokrasi ve sandık Erdoğan’ın hilafına işlemeye başladı. Erdoğan açık ki kurallarını uzun süredir kendi belirlediği sözde demokrasi oyunu işine gelmeyince bozmaya kalkıştı.

Direnişin ilk günlerinde Yarının Kültürü’nde yazdığım “Zulme Karşı Mukavemet Hakkı Olarak İsyanın Meşruiyeti”1 yazısında AKP’nin iktidarını yeniden üretmek konusunda problemler yaşadığını, şaibeli bir darbe girişimi ve şaibeli bir referandumun ardından gelen başkanlık sisteminin Erdoğan’a bahşettiği demokrasi üstü gücün çoktandır AKP-Erdoğan iktidarı için bir meşruiyet krizine sebep olduğunu öne sürmüştüm. Süregelen ekonomik kriz de alttan alta bu meşruiyet krizini oyuyordu. Türkiye’nin bir süredir yaşadığı bu fiilî sözde demokrasi ve tek adamlık rejimi, İmamoğlu’nu kendine gerçek bir tehdit olarak görerek, Fethullahçı eski ortaklarından devraldıkları hilelerle kendisini tasfiye etme yoluna gittiler. Böylece nasıl bir taşla birkaç kuş vurmaya çalıştığını aşağıda ele alacağım. Ancak İmamoğlu’nun böylesine göz göre göre kanunsuz şekilde egale edilmesi, Fethullahçıları hatırlatan taktikler ve kimseyi ikna etmeyen dava dosyası, AKP’nin Türkiye’yi uzun yıllardır yönettiği otokratik ve kanunsuz tarz-ı idareye karşı dev bir dalgayı tetiklemiş oldu.

  1. Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez

19 Mart’ta üniversiteli gençler İstanbul Üniversitesi’ndeki polis barikatını yıkıp geçerlerken Türkiye’de dev bir yangın başlatacak ateşin fitilini yaktıklarını ve tarih yazdıklarını muhtemelen bilmiyorlardı. Gezi’nin ardından Türkiye’de toplumsal muhalefeti ya da diğer tabiriyle sokak siyasetini engelleyen yalnızca Erdoğan’ın güvenlik politikaları, polis gücünün vahşeti ve korku değildi. Türkiye’nin en köklü, kurucu anlamda sembolik anlamı yüksek ve üye sayısıyla en büyük ikinci kurumsal siyasi öznesi olan CHP, Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminde (kendisine bu minvalde “Gandi” denmesi ironik midir, şaka mıdır, meçhul) AKP’nın gemi azıya aldığı sürece sessizce ortaklık etti.2

Türkiye’de halkın sandığa sadık olduğunu söylemiştik. Türkiye’de, özellikle 80 Darbesi’nden beridir belki de bu daha net, siyaset günlük hayatta televizyondan ve gazeteden (artık sosyal medyadan) takip edilen ve halkın ancak seçimle başlayıp seçimle biten bir süreçle müdahil olabildiği yarı-pasif bir elitler oyununa dönmüştü. Son on, on beş yıldır muhalif kesimin -hem milliyetçi hem sosyal demokrat-seküler gruplar- kendilerini temsil etme iddiasında olan partilere güvenmediğini ve kerhen oy verdiğini söyleyebiliriz.3 Bu bağlamda ancak seçimden seçime sandığa davet edilen bir halkın ancak oy pusulasıyla müdahil olabildiği bir demokratik siyasi yönetim biçiminin ne denli demokratik olduğu sorgulanabilir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhalif seçmene attığı sinsi adaylık ve Altılı Masa kazığının ardından hiçbir sorumluluk almadan koltuğa yapışması ve CHP genel başkanlığını kaybettikten sonra da çeşitli vasıtalarla seçimin şaibeli olduğunu vurgulaması kendisinin iktidar hırsından da öte kapalı kapılar ardında kirli ilişkiler içinde olabileceğini düşündürüyor.

İmamoğlu’nun tutsak edilmesiyle başlayan haklı ve meşru isyan dalgası, kitleleri aslında AKP’nin korkutup sindirmediğini ama Kılıçdaroğlu CHP’sinin uyuşturup uyuttuğunu gösterdi. Pek çok kesimden -seküler milliyetçiden militan sola, üniversite öğrencilerinden Yozgatlı çiftçilere- muazzam bir tepki gösterildi ki açıkçası CHP’nin başlangıçta bu tepkiyi özümseyip benimseme noktasında afalladığını düşünüyorum. CHP’yi sokaklara indiren ve sokak siyasetinde bir özne olan konumlandıran talebin yine sokaktan geldiğini ve CHP bugün gerçek bir muhalif duruş sergiliyorsa bunu başaranın yine toplumsal muhalefet olduğunun altını çizmek lazım. CHP, her ne kadar şu an birinci parti olsa da siyasi partilerden bir parti ve kendi çıkarına göre hareket ediyor. Ancak toplumsal muhalefet bugün öyle bir rüzgârı ardına aldı ki CHP bu rüzgârın bir parçası olmayı reddederse kaybedecektir.

Diğer taraftan toplumsal hareketin daha geniş kesimlerce benimsenmesi açısından ve milletvekillerinin desteğiyle polis şiddetine karşı durulabilmesi için CHP’nin kurumsal desteğine ihtiyacı olduğu açık. Sokaktaki insanlar CHP’li olmasalar bile CHP’nin varlığı onlara güven veriyor olsa gerek. CHP’nin varlığı üstelik sokak düzeyinde politize olmamış, tabircaizse “sıradan vatandaşın” da cesaretlenmesini sağlıyor. Yine sokaktan gelen bir talep ve hamle olan ve CHP’nin de desteklediği boykot ise bu minvalde sokağa inmekten çekinen, sesini çıkarmaya korkan vatandaşın yalnızca evinde oturarak katkı sağlayabileceği ve kendisine zımnen politize olma şansı sağlayan bir eylemlilik biçimi oldu. Erdoğan ve sekreterlerinin tepkileri, boykotun ne denli yerinde bir eylem olduğunu kanıtlıyor.

Toplumsal muhalefet olan sokak hareketi ile kurumsal muhalefet olan CHP arasındaki gerilimli ilişki şimdiye kadar meyvesini verdi. Ancak CHP’nin yaşananlara tepki göstermek konusunda daha acil önlemler alması ve çözümler sunması gerektiğini düşünüyorum. 19 Nisan 2025 günü CHP’nin yapmak istediği Filistin yürüyüşü çok akıllıca düşünülmüş bir hamle olmakla birlikte Kanal İstanbul’a karşı henüz bir aksiyon alındığını görmemek benim açımdan üzücü.

  1. İç Sömürgecilik ve Peşkeş Politikası

Artık net bir biçimde adını koymak lazım: Türkiye işgal altındadır. İşgal altında olmak neoliberal tahakkümün dünyayı sömürdüğü düzen içinde illâ ki düşman ordularının caddelerde gövde gösterisi yapması, işgalci güçlerin bayrağının göndere çekilmesi ya da memleketi atanmış işgal komutanlarının, sömürge valilerinin yönetmesi değildir. Bugün Türkiye’nin taşı toprağı, dağı suyu, ormanı havası, sermayesi ve insanı neoliberal sömürgeciliğin hizmetine sunulmuş vaziyette. Memleket sathında devasa holdingler sermayelerine sermaye katıyor, vatanın doğal kaynakları yabancı firmalara peşkeş çekilirken efendiler ceplerini dolduracak olmanın halecanıyla ellerini sıvazlıyorlar. Bu esnada Türk halkı ekonomik krizin ve otokrasinin gölgesi altında pespaye, sefil bir hayat sürmeye mahkûm ediliyor. Son zamanlarda oldukça popüler olan Medusa’nın Salı belgeseli4, AKP’nin “seküler” sermayedarlarla nasıl iş birliği içinde iktidara geldiğini ve iktidarını bu sayede nasıl pekiştirdiğini ifşa ediyor.

AKP’nin sürekli beslendiği ve beslediği dikotomi siyaseti yani Türk-Kürt, laiklik-İslam, Sünni-Alevi gibi kültürel fay hatlarını aşan bir hakikat var ki o da AKP’li elitler, kan emici sermayedar oligarklarla ve Türkiye’yi yiyip bitirmeye and içmiş yabancı megaholdinglerle Türkiye’yi işgal etmekte ve Türk halkını sömürmektedir.

Hararetli ülke gündemi içinde zannımca ve ne yazık ki o denli ses getirmemiş bir skandal yaşandı. Samandağlı bazı vatandaşlar arsalarının kamulaştırıldığına şahit oldular. Kendilerini kepçelerin önüne atan vatandaşlar jandarma şiddetine maruz kaldılar. Kentten kıra AKP’nin kendi bekçilik aparatı haline getirdiği emniyet güçleri, bir iç sömürge polis gücü gibi kendi halkına eziyet etmekten ar etmiyor. Samandağ’da insanların arsalarının kamulaştırılması iktidarın rant kapısı bellediği her çeşit mülkiyete göz dikip bunu zalimce insanların elinden alabilebileceğini gösterdi. İş makinelerinin parçaladığı zeytinağaçları, İsrail’in Filistin’deki zeytinağaçlarını parçaladığı görüntüleri hatırlattı. Ne de olsa kardeş apartheidler sayılırlar: biri Sünni, diğeri Siyonist iki otokrasi.

Türkiye AKP için dev bir şantiye.5 AKP’nin icraatten anladığının yol, köprü, hava limanı yapmak olduğunu hepimiz biliyoruz. Bütün bu inşaat ve rant pornosuyla kimlerin cebi nasıl gün yüzü gördü, Allahualem. Önce Üçüncü Köprü inşaatı ardından Atatürk Hava Limanı’nın tasfiyesi derken şimdi de Kanal İstanbul projesi, projeler arasında Erdoğan’ın doymak bilmez iştahını dürten en ağız sulandıran parçası.6 Erdoğan’a 27 Şubat 2025’te Kanal İstanbul hakkında bir sunum yapıldığı açığa çıkmıştı.7 28 Şubat’ta da Erdoğan’ın Kanal İstanbul güzergâhında helikopterle teftiş yaptığı videolar X’e düştü. Bütün bunlardan bir ay geçmeden Kanal İstanbul’u durduran Ekrem İmamoğlu’nun siyaseten rehin alınması büyük resmi görmeye yeter. Dolayısıyla Erdoğan, İmamoğlu’nu aradan çıkartarak yalnızca siyasi rakibini egale etmiş olmuyor, aynı zamanda sömürgeci rant projesi için de önünü açıyor.

Mücadele kentin sokaklarını ya da taşrada CHP’nin organize ettiği miting meydanlarını aşmalı artık. Bu talan pezevenkliğine bir son vermeli. Boykot gibi ancak sosyal medya sathından duyrulabilen ve katılımı ne ölçüde olduğu ölçülemez, dolayısıyla moral getirisi zayıf bir eyleme indirgenmiş aktivizm, uzun vadede insanları söndürebilir. Satılmış sendikaların halkı yarı yolda bıraktığı ve 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama çağrısı yapmaya korktuğu vaziyette daha etkili bir toplumsal muhalefet üretmenin yoluna gitmeliyiz. Bir şekilde arsaları ellerinden çalınan insanların yanında durmalı, onlarla direnmeliyiz. Diğer yandan Kanal İstanbul için şimdiden çalışmaya başlayan iş makinelerine sabotaj eylemleri düzenlenmeli. AKP artık iktidarını sadece gayrımeşru yöntemlerle elinde tutabilen bir çete derekesine inmiş olup ona karşı her şekil direnmek ve haklı şiddete başvurmak meşrudur.

  1. Van Minut’tan Gazze Tehcirine Erdoğan’ın İsrail Riyâsı

29 Ocak 2009’da Erdoğan Davos’ta meşhur “van minut” çıkışını gerçekleştirdi. Bu çıkış uzun yıllar İslamcı çevrelerde bir cesaret timsali olarak kabul edildi. Bu çıkıştan bir sene sonra gerçekleşen Mavi Marmara Olayı için Erdoğan, 2014 yılında “İzni bizden aldılar” demiş, 2016’da İsrail ile araları düzeltince de “Giderken bana mı sordunuz” demişti. Şu 3-5 cümlelik veciz öykü, Erdoğan’ın İsrail politikasını yeterince özetliyor, bana kalırsa.

Gazeteci Metin Cihan’ın çabalarıyla Erdoğan’ın hamasi politikasına karşı İsrail ile ticareti devam ettirdiğinin ortaya çıkması ve bazı İslamcı grupların Erdoğan’ı ve Socar’ı protesto ettikleri için polis şiddetiyle gözaltına alınması ülke sathında Bop eşbaşkanı Erdoğan’ın İsrail siyasetinin ne kadar kolpadan olduğunu herkese gösterdi. İsrail’in çeşitli bahanelerle Gazze’deki ateşkesi bozarak soykırıma devam etmesi, Trump’ın sosyal medya hesabında paylaştığı ultra absürt bir videoyla garip bir hal aldı. Trump ile Netanyahu’nun Gazze şeridinde bir tatil köyünde içkilerini yudumladıkları yapay zeka ürünü video, Trump’ın Filistinlilerin artık yaşanmaz hale getirilmiş olan Gazze’den tehcir edilmeleri gerektiğine dair demeciyle anlamını kazanmış oldu. Ayrıca Trump’ın Netanyahu ile yaptığı görüşmede “Erdoğan benim dostumdur” derken Netanyahu’nun pişmiş kelle gibi sırıtışı akıllarda tuhaf sorular uyandırıyor.

CHP genel başkanı Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu’nun tutsaklığıyla devam eden süreci ABD destekli bir cunta olarak nitelendiriyor. Bu da arada bir alışveriş olduğunu gösteriyor. Yazacaklarım spekülasyona açık olmakla birlikte, Türkiye, Hakan Fidan profili üzerinden Suriye’yle İsrail’e kafa tutar gibi yaparken aslında İsrail ile Suriye’yi bölüşmüş; ABD-İsrail ittifakının olası İran müdahalesinde de zımnen ortaklık edecekmiş gibi duruyor. Diğer yandan Türkiye, belki de İsrail’in soykırımcı tehcir politikalarına, Filistinli Gazze halkını Suriye topraklarına yerleştirerek destek sağlayacak. Bütün bunlar karşılığında Ekrem İmamoğlu’nun tutsaklığına onay alınmış olsa gerek.

Görünen o ki geldiğimiz yerden geriye baktığımızda büyük bir toplumsal birikimin patlama noktasına ulaştığını görüyoruz. Türk halkı açık ki artık siyasi ve hukuki meşruiyetini yitiren karanlık ilişkilerle, gayrımeşru yöntemlerle, şiddetle ve baskıyla yönetilmek, sömürülmek, aşağılanmak istemiyor. Her gün sokaklarda “Hak, hukuk, adalet” ya da “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye haykıran on binler ne bir partinin politik ajandasını takip ediyor ne de dış güçlerin desteğiyle iltisaklı bir komplonun parçası durumundalar. Hiç kimse unutmasın ki Türk milleti artık hak ettiği o güzel günleri yaşamak istiyor, insanlar insan gibi insanca yaşamak istiyorlar. İnsanlar artık sömürgeci ve Sünnici siyasetin hayatlarına egemen olmasını, memleketin talan edilmesini, ezilmeyi ve yok sayılmayı hazmedecek konumda değiller. Türk halkı, haysiyetini ve insanlık onurunu koruma pahasına bir mücadele veriyor, kazanacak da.

  1. Yeniden Suyu Aramak: Millî Sol, Toplumcu Milliyetçilik

Kapanırken, aslında çok daha geniş ölçekte ve derinlemesine ele almak istediğim bir başka konunun taslağını çizmek istiyorum. Türkiye bir dönüm noktasında, bir eşiğin önünde duruyor. Yalnızca devlet başkanının, hükûmetin değişmesi bağlamında değil. Neoliberal siyasetin ve İslamcı arzuların vatanı cehenneme çevirdiği bu korkunç günlerden çıkış ancak daha radikal bir tahayyül ile mümkün olabilir. Medusa’nın Salı belgeselinin hiçbir şey yoksa bile gösterdiği tek bir şey var, kan emici sermayedarların ve bütün bu siyasi düzenin ardında duran kodamanların olmadığı bir düzen tahayyül etmek mecburiyetindeyiz. Ancak bunu nasıl yapacağız?

Öncelikle Türk halkı olarak politik öznelliğimizin farkına vararak bunu yeniden kurmamız gerekiyor. Bizi biz olarak, kolektif bir politik özne olarak bir araya getiren şeyi yeniden tahayyül ve tayin etmemiz gerek. Bu anlamda hassasiyetleri Kürt milliyetçiliğinin ajandasına göre belirlenen ve Türk kimliğini reddeden bir sol ile Soğu Savaş paranoyasına sıkışarak toplumcu düşünceyi yoksayan aforozcu milliyetçiliğin törpülenerek aradan çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Türk solu bir müddettir millî damarını yeniden arıyorken Akçura’dan beridir sivil ve toplumcu kimliğini yitirmiş milliyetçilikte toplumculuğa dair bir uyanış var denebilir. Bu tartışmayı burada kapatacağım ancak son bir aydır yaşananlar, mevcut basmakalıp sosyopolitik konjonktüre sığmayan bir toplumsal dalganın da varlığını gösteriyor. Bu sarkacın salınımında Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor, merak ediyorum. Neoliberalizmin herkesin gırtlağına çöktüğü bu karanlıkta bizi biz yapan değerlerle kendi kolektif öznelliğimizi yeniden tahayyül edebilecek ve haysiyetimizi muhafaza edebilecek miyiz, yoksa Sünnici sömürgeciliğin bizi ayrıştırarak vatanımızı talan edişini mi izleyeceğiz.

Kaynaklar

1- https://yarininkulturu.org/2025/03/27/isyanin-mesruiyeti/

2- Toplumsal muhalefetin sönümlenmesi ve CHP’nin bu konudaki rolü hakkında daha önce Arete’de yazdığım iki yazıyı ilgilisine bırakıyorum: https://areteportal.com/geziden-sonra-toplumsalligin-yitimi/ ; https://areteportal.com/chp-yok-edilmelidir/

 

3- AKP bir süredir kurduğu resmi ya da gayrıresmi ilişkilerle MHP, Yeniden Refah ve Hüda-Par’ın dahil olduğu ürkütücü bir İslamcı-sağ grup içerisinde oyları paslaşarak oyların dışa gitmesini önlüyor. Ara ara İyi Parti’nin de davet edildiği bu uç-sağ ittifakı, her bir oyun kendileri için ne denli kıymetli olduğunu gayet iyi biliyor.Ş

4- Şimdiye kadar 5 bölümü yayınlanan belgeselin birinci bölümü için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=tSPvdXIUQ1Y&ab_channel=soLTV (erişim tarihi 21.04.2025)

5- Tanıl Bora’nın derlediği İnşaat Ya Resulullah adlı, ismi de gayet manidar kitabı öneririm, İstanbul: İletişim, 4. baskı 2021.

6- Ben bu satırları yazarken önüme düşen haber şu başlığı taşıyor: “Milli Savunma Bakanlığı, İstanbul Yeşilköy’de 250 bin m2 arazi üzerine kurulu ve kendisine ait 1 km sahili olan Hava Harp Okulu’nun İzmir’e taşınması için çalışma başlattı.” Haberin asli kaynağı ise şurada yer alıyor: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/hava-kuvvetlerindeki-turbun-buyugu-2320716 (erişim tarihi 21.04.2025)

7- https://www.t24.com.tr/haber/erdogan-a-yapilan-kanal-istanbul-sunumunun-detaylari-ortaya-cikti,1233838 (erişim tarihi 21.04.2025)

Benzer Yazılar

Türk Mutaassıplığı Türk Milliyetçiliği Değildir – Özkan Bakioğlu

Yazılar 3 saat önce

Milliyetçilik kavramı üzerinde daha fazla durmaya gerek yoktur.[1] Bu yazının özelinde Türk Milliyetçiliği ile Türk Mutaassıplığının birbirinden ayrılmasının gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu gereklilik yerine getirilemezse ne ‘Z kuşağı’nın protesto kültüründe gözlemlenen bozkurt işareti anlaşılabilir ne de Türk siyasal yaşamının haritalandırılması tam olarak yapılabilir. Türk Milliyetçiliği, Türklerin politik sahada kendilerini bir millet nesnesi olarak teşekkül ettirmesidir. Bu teşekkülün kavramına da milliyet denmektedir. Dolayısıyla Türk milletinin teşekkülü ile Türk Mutaassıplığının varlığı arasında hiçbir kurucu ilişki yoktur. Bugün Milliyetçilik adı altında yapılan Mutaassıplık ile mücadele etmek, bu nedenden ötürü Türk Milliyetçiliği ile mücadele etmeyi zorunlu kılmaz. Öncelikle bu anlaşılmalıdır. Bu anlaşıldıktan sonra ancak bugün Z kuşağında gözlemlenen Milliyetçilik anlaşılabilir. Dikkat edilirse, Z kuşağı milliyetçiler herhangi bir doğrudan Milliyetçi eylemde boy göstermedi. Bu gençlerin boy gösterdiği eylemlerin gerekçeleri demokrasinin ve özgürlüğün tehdit altında olduğuydu. Dolayısıyla görülmektedir ki bu gençler başka bir milleti, millet içindeki herhangi bir etnisiteyi ve hatta Batı aşırı sağı gibi göçmen/sığınmacı […]

“Ancien Regime” döneminde açılan bir davayı “yeni” rejimde sürdürmek zorunda kalıyorsunuz-Yalçın Küçük

Forum 1 hafta önce

Ergenekon Davası’nda Prof. Dr. Yalçın Küçük 1 Nisan günü 2. Ergenekon Davası’nda tarihi bir savunma yapmıştı. Küçük’ün savunmasının bu bölümü rejim tartışmaları, ikili devlet gibi konular için çok kafa açıcı. *************** Başkan Efendim, Maruzatım var. Cumhuriyet değişmiştir. Mahkemeniz çok zor bir durumdadır. “Ancien Regime” döneminde açılan bir davayı “yeni” rejimde sürdürmek zorunda kalıyorsunuz, bir karışıklık yaşıyorsunuz, sanıklar Mahkemenizi ve Mahkemeniz sanıklarınızı anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı ancak tarih felsefesi içinde anlayabilirsiniz. Bu nedenle buradayım. Devrim ve Teori birbirine benzerler, her ikisi de bir alt-üst oluşu ifade ediyorlar. Teori, tersine çevirtir ve böylece gözlem ve olgular birbirine daha iyi oturtur, demek ki teori bir uyum kurucudur ve bir süt-liman olma halidir de diyebiliyoruz. Şöyle de söyleyebilirim, her teori bir devrimdir ve her devrim, bir teori olmaktadır. Halide Edip Meşrutiyet Devrimi Günü Mülk-ü Osmanî’de hiçbir suç işlenmediğini yazmıştı; buna “İhtilal Hali” ve “Teorik Durum” diyebiliriz. Hem bir alt-üst oluş ve hem de yeni bir […]

Mezunlarının Anlatımıyla Köy Enstitüleri-İsmail Dönmez*

Kitap 1 hafta önce

Hararet.org’un daimi yazar kadrosundan ve deyim yerindeyse bir ‘Hararetçi’ olan İsmail Dönmez‘in “Mezunlarının Anlatımıyla Köy Enstitüleri” başlıklı söyleşisi Harvard Üniversitesi yayınları arasından çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan kitabının üçüncü cildinde yayınlandı. Dönmez çalışmasında Köy Enstitülü öğretmenlerle söyleşi gerçekleştirdi. Aşağıda bulacağınız metin yayınlanan çalışmanın tam metnidir. Hararet.org olarak gurur duyuyoruz… *********************************** Mezunlarının Anlatımıyla Köy Enstitüleri* İsmail DÖNMEZ Kısaca Köy Enstitüleri Köy Enstitüleri her şeyden önce bir bütünün parçasıydı. Bu bütün Cumhuriyet Devrimi’ydi. Dolayısıyla özellikle 1990’lı yıllardan sonra yeniden hatırlanan ve tartışılan Köy Enstitüleri’ni müstakil bir mesele veya nostalji vesilesi olarak ele almak isabetsiz olur. Cumhuriyet, devraldığı son derece kısıtlı mirası ileri taşıyabilme amacıyla her alanda çeşitli atılımlarda bulundu. Hukuk, sağlık, eğitim, kültür, ekonomi ve diğer alanlarda yapılan bu atılımlar aynı zamanda birbirini beslemekteydi. Köy Enstitüleri ise eğitim alanındaki en önemli atılımlardan biriydi ve eğitim dışı alanlara da katkı sunabilecek kilit bir role sahipti. Eğitimde, Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna gelinene kadar, Cumhuriyet’in […]

0 Yorum

Rastgele