Home / Yazılar / Millicilik ve ulusolculuk ilişkisi -Sinağrit Baba #5

Millicilik ve ulusolculuk ilişkisi -Sinağrit Baba #5

Geçen yazıdan Millîciliği hatırlıyorsunuz… Kuvayı Milliye ya da Millîcilik, başını Mustafa Kemal’in çektiği Millîciler, Türkiye’yi işgalden kurtarıp müstakil (bağımsız) bir devlet olarak başarıya ulaştırdığında, Monarşik/Padişahçı/Sultancı olmayan ve sırtını halka/millete yaslamak anlamına gelen Cumhuriyetçiliği esas almıştı, diyerek bitirmiştik.

Millîciliğin en büyük önemi, tekeri tümsekten aşırması, Türkiye tarihini patinajdan çıkarıp hareket eden bir yapıya kavuşturmasıydı. Yani, tüm Avrupa ve özellikle Osmanlı Balkanları, Monarşik/Padişahçı/Sultancı idareden çıkıp kendi kaderlerini bir kişinin çizmesine dur deyip, halkın çizmesi için hareket etmesinde olduğu gibi, Türkiye de buna geç de olsa Millîciler sayesinde kavuşabildi.

“Tüm yetkinin bir kişide olduğunda başımıza ne gelebilirdi ki!”, diye soran olursa, bugünlerde bunun en güzel cevabını üniversiteyi yeni bitirmiş bir ev genci verebilir sanırım.

Dört yüz yıldır tıkanmış olan tarihin damarlarını açmayı sakın basite almayın. Bugün Ortadoğu’da, Afrika’da, Orta Asya Türkistan’ında, Doğu Asya Çin’inde, Güney Asya’da, hatta Rusya’da bu damarlar hâlâ tıkalı durumda. Damarın tıkalı oluşu demek, yönetimde tekel bir düzenin, belli ailelerin, oligarşinin, imtiyazlı sınıfın egemenliğinde halkın yoksullaştırılması, zenginliğin imtiyazlı/seçilmiş kimselere aktarılması demekti.

O nedenle Millîciler, sadece bu damarları açmış olmakla bile üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar; üzerimize örtülmüş taş kapıyı açtılar. Açtılar açmasına ama, ortada aslında bir millet de yoktu. Tebaaydı (tâbi, ne denirse itaat etmeye hazır kişi-ler) herkes. Millet/halk/cumhur olmak şerefine ermek için eğitim gerekiyordu, o da çok zaman istiyordu.

Millîcilerin kadrosu ise tebaayı millet/cumhur/ulus yapmaya yetemezdi. Balkan ve Çanakkale’de eğitimli kesimini kaybetmişti Osmanlı. Evet, lafa gelince Osmanlı da halk için “İslam milleti” diyordu demesine ama oradaki ‘millet’ ibaresi, ‘Müslümanlar’ anlamına gelmekten başka hiçbir anlama gelmiyordu. Şu an bile millet olma süreci devam ediyor. Bu konuda da tekerin tümseği açtığı söylenebilir. Ama bunun için tam 100 yıl gerekmişti.

Gerek milletin/ulusun yokluğu, gerek yeterli eğitimli kadrosunun yokluğu gibi nedenlerle, Millîciler, sadece emperyalistlere karşı olabilmişti, ama emperyalizme değil. Aynı nedenlerle ve aynı şekilde İzmir İktisat Kongresi de dayanacak bir ulus/millet olmadığı için köylülerin topraklandırılmasına ve halkın üretime yönelik dayanışmasına değil, özel teşebbüse dayanmayı seçmek zorunda kalmıştı. Bu durum eleştirilmeli mi, yanlış bulunmalı mı? Elbette eleştirilmeli ve aşmaya çalışılmalı… Nitekim eleştirildi ve yapıldı da. Ama bunu yaparken hakkaniyetten, insaftan sapılırsa hiçbir adımın atılamayacağı ve gelişmenin sağlanamayacağı da bilinmeli. Klasik Sol, bu açıdan biraz hakkaniyetsiz bir tutumdu dönemin tarihi şartları göz önüne alındığında. Açıklayacağım.

İşte Ulusolculuk da tam bunu yapmaya çalışıyordu. Millîcilerin bıraktığı, getirdiği ve yapabildiği yerden, Nazım Hikmet (1902-1963) ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) gibiler solu ulu bir yoldan Anadolu’ya kavuşturmanın derdindeydiler. Ulu bir yol; halkı tarihle, toprakla, kültürle ve azizleriyle buluşturarak yürüyen bir sol tahayyülüydü bu. Aksi takdirde bünye bunu kabul etmezdi. Bu nedenle olsa gerek Nazım Hikmet, çok erken tarihlerde (1936) “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” adlı şiirini/kitabını yazar.

Bakıldığında Şeyh Bedreddin, Osmanlı’nın ilk şeyhülislamlarından ve doğal olarak dini hiyerarşinin başıdır. Klasik Sol’un dine bakışları genel olarak dillere sakız olmuş “din afyondur” basitleştirme ve genelleştirmesinden öte gidememesine rağmen Nazım’ın erken yıllarda Şeyh Bedreddin üzerine olan destansı şiiri, onun Sol’dan ziyade Ulusolculuk içinde değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. Nazım, toplumu anlamak ve onunla dayanışmak için onun kültür veya dinini bilmesi ve hissetmesi gerektiğini biliyordur.

Aynı şekilde Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da 15 Ekim 1957’deki Eyüp Sultan Konuşması, din bilgisi, dini hissiyatı anlama yönündeki gayreti, dinler tarihine hakimiyeti bugün dahi hiçbir siyasi liderde rastlanmayacak derinlikte ve kavrayışta gözükür. Kemal Tahir’i de bu çerçevede bir an için düşünmeye teşebbüs etsek de onun sonraki dönemlerinde halk ve hatta Millîcililer yerine Osmanlı Devleti’ni bir sağcıdan daha fazla kutsayıcı tarafı, Ulusolculuk içinde değerlendirilmesine pek izin veremiyor gibi görünüyor.

 

-Sinağrit Baba

 

Etiketlendi: