Hararet.org’un daimi yazar kadrosundan ve deyim yerindeyse bir ‘Hararetçi’ olan İsmail Dönmez‘in “Mezunlarının Anlatımıyla Köy Enstitüleri” başlıklı söyleşisi Harvard Üniversitesi yayınları arasından çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan kitabının üçüncü cildinde yayınlandı. Dönmez çalışmasında Köy Enstitülü öğretmenlerle söyleşi gerçekleştirdi. Aşağıda bulacağınız metin yayınlanan çalışmanın tam metnidir.
Hararet.org olarak gurur duyuyoruz…
***********************************
Mezunlarının Anlatımıyla Köy Enstitüleri*
İsmail DÖNMEZ
Kısaca Köy Enstitüleri
Köy Enstitüleri her şeyden önce bir bütünün parçasıydı. Bu bütün Cumhuriyet Devrimi’ydi. Dolayısıyla özellikle 1990’lı yıllardan sonra yeniden hatırlanan ve tartışılan Köy Enstitüleri’ni müstakil bir mesele veya nostalji vesilesi olarak ele almak isabetsiz olur. Cumhuriyet, devraldığı son derece kısıtlı mirası ileri taşıyabilme amacıyla her alanda çeşitli atılımlarda bulundu. Hukuk, sağlık, eğitim, kültür, ekonomi ve diğer alanlarda yapılan bu atılımlar aynı zamanda birbirini beslemekteydi. Köy Enstitüleri ise eğitim alanındaki en önemli atılımlardan biriydi ve eğitim dışı alanlara da katkı sunabilecek kilit bir role sahipti. Eğitimde, Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna gelinene kadar, Cumhuriyet’in ilanından itibaren pek çok şey yapıldı. Bu noktada Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki reformlardan farklı olarak kesin ve devrimci bir yaklaşım görüldü. Artık olanı iyileştirme değil yeni bir şey meydana getirme, gidişata meyil verme değil, yepyeni bir istikamet çizme, sorunları kökünden halletme söz konusuydu. Aşağıdaki örnekler bu yaklaşımın anlaşılmasını sağlayacaktır:
3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulüyle eğitimdeki çok başlılık ortadan kalktı. Tüm eğitim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Eski tip eğitim veren medreseler kapatıldı.
2 Mart 1926’da Maarif Teşkilatı Yasası’yla ilkokul eğitimi parasız ve mecburi hale geldi.
1 Kasım 1928’de Harf Devrimi yapıldı ve TBMM’de ilgili kanunun kabulüyle yeni Türk harflerine geçildi. Yeni alfabe Türkçe yazımına çok daha uygundu ve kolay öğrenilebilirdi. Nitekim öyle oldu.
Kabaca 1930 yılına gelindiğinde, ülke çapında tek bir merkeze bağlı, yapısı ve işleyişi yasayla belirlenmiş, yeni alfabeyle uygulanabilirliği son derece kolaylaştırılmış bir eğitim, en azından şeklen meydana getirilmişti.
Ancak tüm bu yapılanlara rağmen varılmak istenen nokta hâlâ çok uzaktaydı. Zira nüfusun neredeyse %80’inin köylerde bulunduğu, uzun yıllar savaş ve yokluk yaşamış bir toplumda tüm bu köylere yetecek öğretmeni yetiştirmek, okul binaları inşa etmek ve gerekli araç gereci temin etmek eldeki kısıtlı imkânlarla ancak hayal olabilirdi.
1932’de Halkevleri daha sonra Halkodaları açıldı. Okuma-yazma seferberlikleri düzenlendi. Askerliğini çavuş olarak yapmış ve okuma-yazma bilen kişilerin kendi köylerinde eğitmen olarak görev yapması sağlandı. Bu şekilde her köye ulaşabilen eğitim, Köy Enstitüleri fikrinin temelini oluşturuldu.
Köy Muallim Mektepleri, sonrasında Köy Öğretmen okulları, kurumsal anlamda Köy Enstitüleri’nin öncülleriydi.
1937’de İzmir Kızılçullu’da ve Eskişehir Çifteler’de iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Bunlar daha sonra Köy Enstitüsü adını alacak ilk iki kuruluştu.
17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası TBMM’de 278 oyla kabul edildi. Yasanın kabulüyle, bazı yerler merkez alınıp kapsadığı alanlar da belirlenerek ülke genelinde 14 Köy Enstitüsü faaliyete girdi. Bu sayı daha sonraları 21’e kadar çıkacaktı.
Ankara’da Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu öğrenciler kurmuştu. Başkentte olması sebebiyle daha özel bir konuma sahip olan enstitü daha sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü olarak faaliyetlerine devam etti. Yüksek Köy Enstitüsü diğer enstitülere öğretmen yetiştirir, bir araştırma merkezi olarak çalışır ve konservatuvarla, üniversiteyle etkileşim halinde olurdu.
Köy Enstitüleri Yasası
24 maddeden müteşekkil Köy Enstitüleri yasası, bu kurumların nasıl açılacağını ve işleyeceğini tüm detaylarıyla ortaya koyuyordu.[1]
Yasaya göre;
Tarıma elverişli toprağı bulunan yerlerde Millî eğitim bakanlığı tarafından Köy Enstitüleri açılacaktı. (1. madde)
Köy Enstitüleri’nde eğiti, köy ilkokulunu bitirmiş öğrenciler seçilerek alınacak, eğitim süresi en az 5 yıl olacak, programı başarıyla bitiren öğrenciler öğretmen olacaktı. Öğretmen olacağına kanat getirilmeyen mezunların hangi mesleğe yönlendirileceği Millî Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenecekti. (3. madde)
Sağlık sorunları haricinde enstitüden ayrılan öğrencilerin masrafları ailelerinden veya kefillerinden alınacaktı. (4. madde)
Enstitülerden mezun olan öğretmenler bakanlığın belirlediği yerlerde 20 yıl boyunca görev yapmak zorundaydılar. Zaruri hâller dışında bu görevi tamamlamayanlar başka bir memuriyete atanmayacaklar ve Köy Enstitüsü’nde kendilerine yapılan harcamaların iki katını, kendileri veya kefilleri ödemek zorunda kalacaklardı. (5. madde)
Köy Enstitüsü’nde görevlendirilen öğretmenler, köydeki her türlü eğitim ve öğretim faaliyetinden ve tarımsal faaliyetlerin geliştirilmesinden sorumluydular. (6. madde)
Öğretmenin enstitü namına faaliyetlerde kullandığı herhangi bir araç-gereç, mahsul, hayvan vesaire doğal afet veya ona benzer olağandışı bir sebepler zarar görürse tüm bu kayıplar bakanlıkça karşılanacaktı. (13. Madde)
Köy Enstitüsüne ait her türlü demirbaş eşya öğretmene aitti. Ancak herhangi bir sebeple görevi bırakması durumunda eşyalar yeni atanacak öğretmenin üzerine geçecekti. Herhangi bir sebepten köye öğretmen gelmezse bu malları köy ihtiyar heyeti yeni öğretmen gelene kadar idare edecek ve işletecekti. Daha sonrasında yeni atanan öğretmene teslim edilecekti. (14. madde)
Köy öğretmeninin yaptığı işleri ve enstitünün genel işleyişini gezici başöğretmenler ve ilköğretim müfettişleri takip ve teftiş edecekti. Buna ek olarak öğretmenin çalışmalarına diğer kamu görevlileri destek vereceklerdi. (15. madde)
Köy Enstitüsü binasını ve öğretmenin kalacağı yeri, bakanlığın planlamasına göre, ilköğretim müfettişleri ve gezici başöğretmenlerin gözetiminde köy ihtiyar heyetleri öğretmen göreve başlamadan önce bitirmek zorundaydılar. (16. madde)
Köy Enstitülerinde; yüksekokullar ve üniversite mezunları, Gazi Terbiye enstitüsü mezunları, ticaret Liseleri ve orta ziraat okulları mezunları, erkek sanat okulları ve kız enstitüleri mezunları, Köy Enstitüsü mezunları, inşaat usta okulları mezunları, her türlü teknik ve meslekî okul mezunları öğretmen olarak atanabilirlerdi. (17. madde)
- madde ve ardıllarında ise genel olarak Köy Enstitüsü öğretmenlerinin emekli sandığı ve sosyal güvenlik/sağlık sigortalarının nasıl işleyeceği açıklanmaktaydı.
- ve 5. Maddeler; enstitüyü keyfi olarak bırakan veya başarısız olduğu için atılan öğrencilerle, mezun olduktan sonra 20 yıl süreyle öğretmenlik yapmayanların, eğitim süresi boyunca kendilerine yapılan harcamaları geri ödeyeceklerini bildirdiği için, geçmişten günümüze enstitü karşıtlarının sürekli dile getirdiği iki madde oldular. Ne var ki ülke çapında böylesine büyük bir atılımın yapılabilmesi ve bunun işlerlik kazanabilmesi için bazı sıkı tedbirlerin alınması gerekiyordu.
İşte tüm bu tarihsel izlek ve nihayetinde ilgili yasanın çıkarılmasıyla, Cumhuriyetin biricik projesi hayata geçirildi. Bu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tu.
Ülke genelindeki Köy Enstitülerini, sırası, kuruluş yılı ve kapsadığı iller itibarıyla şu şekildedir:[2]
Sırası | Kuruluş Yılı | Enstitünün Adı | Kapsadığı İller |
1 | 1937 | Çifteler (Eskişehir) | Afyon, Kütahya, Uşak, Konya |
2 | 1937 | Kızılçullu (İzmir) | Manisa, Denizli, Aydın |
3 | 1938 | Kepirtepe (Kırklareli) | Edirne, Tekirdağ |
4 | 1939 | Gölköy (Kastamonu) | Çankırı, Çorum, Zonguldak, Sinop |
5 | 1940 | Düziçi (Adana) | Kahramanmaraş, Gaziantep |
6 | 1940 | Arifiye (İzmit) | Bursa, Bilecik, İstanbul, Bolu |
7 | 1940 | Aksu (Antalya) | Muğla, Mersin |
8 | 1940 | Savaştepe (Balıkesir) | Çanakkale |
9 | 1940 | Gönen (Isparta) | Burdur |
10 | 1940 | Cılavuz (Kars) | Artvin, Ağrı |
11 | 1940 | Akçadağ (Malatya) | Tunceli, Elazığ |
12 | 1940 | Pazarören (Kayseri) | Yozgat, Kırşehir, Niğde |
13 | 1940 | Akpınar (Samsun) | Amasya, Tokat |
14 | 1940 | Beşikdüzü (Trabzon) | Ordu, Giresun, Gümüşhane, Rize |
15 | 1941 | Hasanoğlan (Ankara) | Çankırı, Ankara |
16 | 1941 | İvriz (Konya) | Nevşehir, Niğde |
17 | 1942 | Yıldızeli (Sivas) | Erzincan |
18 | 1942 | Pulur (Erzurum) | Bingöl |
19 | 1944 | Ortaklar (Aydın) | Denizli |
20 | 1944 | Dicle (Diyarbakır) | Urfa, Mardin, Bitlis |
21 | 1948 | Ernis (Van) | Hakkâri |
Köy Enstitülerinin 1943 tarihli eğitim programı, tablodaki dersleri içeriyordu:[3]
Kültür Dersleri | Ziraat Dersleri ve Çalışmaları | Teknik Dersler ve Çalışmalar |
Türkçe
Tarih
Coğrafya
Yurttaşlık Bilgisi
Matematik
Fizik
Kimya
Tabiat ve Okul Sağlığı
Yabancı Dil
El Yazısı
Beden Eğitimi
Müzik ve Ulusal Oyunlar
Askerlik
Ev İdaresi ve Çocuk Bakımı
Öğretmenlik Bilgisi
a. Toplumbilim
b. İş Eğitimi
c. Çocuk ve İş Ruh Bilimi
d. Öğretim Metodu ve Tatbiki |
Tarla Ziraatı
Bahçe Ziraatı
a. Fidancılık
b. Meyvacılık
c. Bağcılık
d. Sebzecilik
Sanayi Bitkileri Ziraatı
Kümes Hayvanları Bilgisi
Arıcılık ve İpek Böcekçiliği
Balıkçılık ve Su Ürünleri Bilgisi
Ziraat Sanatları |
Köy Demirciliği
a. Nalbantlık
b. Motorculuk
Köy Dülgerliği
a. Marangozluk
Köy Yapıcılığı
a. Tuğla ve Kiremitçilik
b. Taşçılık
c. Kireççilik
d. Duvarcılık, Sıvacılık
e. Betonculuk |
Anadolu’da Yaşam ve Enstitüye Giden Yol
Köy Enstitülü öğretmenlerimizin ailelerinden ayrılıp enstitülere gidişleri genel olarak birbirine benziyor. Bu anlatımlar o dönemde Anadolu’daki yaşama dair ve enstitülerin genel yapısına, bir öğrencinin oradaki ilk izlenimlerine dair fikir veriyor.
Ernis Köy Enstitüsü mezunu Cahit Yiğit’in yola çıkışı:
1935’de Artvin’de eski adı Kvartshana yeni adı Bakırköy olan köyde doğdum. Babam Etibank’ın memuru olarak Zonguldak’ta eğitim gördüğü için o tarihlerde köyde yoktu. Biz çok fakir ve zorluk içindeydik. Benim öğretmenim Ali Bey, Köy Enstitüsünün ilk mezunlarındandı. O benim Köy Enstitüsüne gitmemi çok istedi ve evraklarımı hazırladı. Annem ile birlikte köyden Artvin merkeze 18 kilometre mesafeyi yürüyerek gittik. Yolda dinlenirken annemin dizlerinde uyuduğumu hatırlıyorum. Artvin’e geldim, orada sınava girdim ve bu sınavda başarılı oldum. Oradan annem beni ağlayarak uğurladı. Cılavuz Köy Enstitüsü’ne gitmek üzere yola çıktık. Üzüm sepetleri taşıyan bir kamyonun kasasında 1,5 gün yolculuk yaptık. Üzüm sepetlerinin aralarına basıyorduk. Aşağıdan adam bağırıyordu “ayaklarınıza dikkat edin, sakın sepetlere basmayın!” diye. Neden uyumadık, neden düşmedik o kamyondan aşağıya? Bilemiyorum…
Bana çok tuhaf geldi okula indiğim zaman… Bizi aldılar, kıyafetlerimizi topladılar, bize yeni kıyafet getirdiler, hamama götürdüler. Yıkandık, tertemiz bir şekilde yeni kıyafetlerimizi giydik. Buradan sonra tekrar bir sınav daha geçirdik. Öğretmenlerimiz çok iyiydi. İlk andan itibaren bize son derece şefkatli davrandılar ve bize iyi hissettirdiklerini hatırlıyorum. Buradaki sınavı geçenler artık enstitüye kabul edildi. Geçemeyenleri geri yolladılar.
Cılavuz Köy Enstitüsü mezunu Elfaz Demirhan, çocukluk yıllarını ve Köy Enstitüsüne gidişini şöyle anlatıyor:
Köyümüz Artvin Yusufeli’ne bağlı Günyayla köyüdür. Eskiden adı Oğdar’dı, sonradan 1963 yılında “Günyayla” adı verildi. 1930 yılı doğumluyum ancak nüfus cüzdanımda 1932 yazıyor. Annem ekin biçmeye giderken sancılanmış ve beni dünyaya getirmiş…
Köyde babamın durumu iyiydi. Babam ustaydı ve köyde lastik ayakkabılarını yapan ilk kişiydi. Eski araba lastiklerini alır, soyar, tabanlarını diğerlerinden ayırır ve ayakkabı yapardı. Köyde ilk öğretmenimizin adı Mehmet Bey’di, soyadını hatırlayamıyorum. 1. sınıfta okuma – yazmayı öğrendim. O yıl Şubat ayına kadar öğrenimimiz devam etti. Öğretmenimiz askere gidince biz sınıfta kaldık. Babam o devirde Cumhuriyet gazetesine aboneydi. Kendisi okuma – yazmayı askerde öğrenmiş. Onun devrinde tabii ilkokul falan yok. Babam Arapça da bilirdi, çok okurdu. Gazeteler İstanbul’dan paket hâlinde gelirdi. Okuma – yazma öğrenmemde ve pekiştirmemde babamın çok katkısı oldu. 2. sınıfta Hars köyünde (şimdi Erenköy oldu) bir tanıdığımız “Elfaz’ı buraya gönderin ben burada okutayım” dedi. Ben de işte Hars köyüne gittim. Orada da 5. Sınıfa varamadık, oradaki öğretmenimiz de 3. sınıfı bitirirken askere gitti. Sonra Artvin Kaza merkezinde babamın bir asker arkadaşı vardı o da “Elfaz’ı buraya gönderin sınıfını geçsin” dedi. Bu sefer de oraya gittim ve 4. sınıfı orada okudum. Artvin merkezde köyümüzde olmayan şeyleri gördüm.
Radyo, telefon gibi şeylerle orada tanıştım. Öğretmenimiz kaymakamın hanımıydı, Sevgi Hanım çok muhterem bir insandı. Sonra Hars köyüne öğretmen gelince tekrar oraya döndüm ve 5. sınıfı orada bitirerek mezun oldum. Mezun olmadan önce “Millî Eğitim Memuru” denirdi o zaman, şimdi “Millî Eğitim Müdürü” deniyor. O babama geldi. “Osman Çavuş bu çocuğu okutacağız çaresi yok” dedi. “Köy Enstitüleri var oraya kaydını yaptıracağız” dedi. Kaza merkezlerinin çocuklarını almıyorlardı. Köy Enstitüsüne girebilmek için bir köy okulundan mezun olmak gerekiyordu. Sonra iki arkadaş geldiler Hars köyünden babama “Osman amca Elfaz’ı biz Cılavuz’a götüreceğiz” dediler. Ben ortaokula Artvin’e gitmek için uğraşıyordum. Bir hafta sonra geldiler. Atımız vardı. Ata bavullarımızı, yüklendiğimiz eşyaları bağladık. 3 gün yaya olarak gittik. Arada Erzurum köylerinden geçtik. 1945 yılıydı…
Cılavuz’a vardık. Benim devremde imtihan yoktu. Memur, babama adını sordu bilgilerimizi aldı. “Gidip noterden senet alacaksınız” dedi. Köy Enstitüsünü bitirince 20 sene köyde çalışmak şartı vardı. Notere gittik meğerse iki tane de şahit gerekiyormuş. Haberimiz yoktu. İki memur kalktı. Yazan memura dönerek “yaz ben olacağım bu çocuğa bu öğretmen olur” dediler. İkisi de imza ettiler. Babama dönerek “korkma dayı bu çocuk öğretmen olur” dediler. Dolayıysla Kars’a gidip Cılavuz Köy Enstitüsü’ne kayıt oldum.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Lemanser Sükan’ın evinden ayrılışı ve Köy Enstitüsüne ilk adım atışı:
Ben 1935 yılında Bursa’nın Orhangazi ilçesinin Gedelek köyünde doğdum. Gedelek, Gemlik ve Orhangazi arasında turşucu bir köydür. O zaman 800 nüfuslu idi. Topraksız bir çiftçinin daha doğrusu adı çiftçi olan topraksız bir ailenin 4. çocuğuydum köyde bir okulumuz vardı. Orada köy enstitüsünden gelme bir öğretmenimiz bulunmaktaydı. Arifiye Köy Enstitüsü’nden gelmişti. Adı Hasan Sönmez’di, onun sayesinde okudum. Öğretmenimiz okula ilk geldiğinde elinde bir kutu vardı. Ne olduğunu merak ettik, meğerse kemanmış. Okulumuz köyün yüksekçe bir yerindeydi. Öğrenciler okuldan gittikten sonra öğretmenimiz balkona çıkar keman çalardı. En çok aklımda kalan o… Bize müziği öğretti, sevdirdi.
Benim zamanımda Köy Enstitülerinin son yıllarıydı. Epey olumsuz söylentiler çıkmıştı bu söylentiler bizim köye kadar gelmişti. Öğretmenim benim mutlaka okumamı istediği için babamı bu konuda ikna etmişti. 5 kardeştik ve yoksulduk. Öğretmenim benim Köy Enstitüsüne gönderilmemi istedi. Ama köyde Köy Enstitülerinin ahlaksız olduğu komünist yetiştirdiği söyleniyordu. Bunlar babamı biraz etkilemişti. Ama yine de nispeten ileri görüşlü olacak ki “ben kızıma güveniyorum” dedi ve kimseye kulak asmadı.
Köy Enstitüsüne giderken tabii o zamanlar şimdiki gibi taşıtlar yoktu. Bursa-Yalova arasında işleyen bir otobüs vardı. O otobüs önden körüklü “puf puf puf” anca saatte 30-40 km hız yapabilen bir otobüstü. Günde bir defa giderdi. Köyün altına indik onu bekledik babamla. Bir tahta bavul onu da bir asker ağabeyden ödünç almıştık. Pardon! Orhangazi’ye ilk gidişim sağlık raporu almak ve senet yaptırmak içindi. Okursan o senet geçerli değil. Okumaz yarım bırakırsan devlete borçlanıyordun. Ne kadardı hatırlamıyorum. Gedelek’ten Orhangazi’ye ilk kez bu vesileyle babamın atının terkisinde gittim. İlk kez köyden çıkmıştım. 5 kilometrelik yolu bu şekilde gittik.
Önce dediğim otobüsle Yalova’ya gittik oradan Karamürsel’e geçtik vapurla. Karamürsel’de bir gece kaldık. Orada babam Adapazarı’na giden bir kamyon buldu. Kamyonun üstüne çuvallar yüklemişler kasaya çuvalların arasına oturduk. Yollar köyden köye toprak yol, toz toprak içinde kaç saat sürdü bilemiyorum ama uzun bir yolculuk oldu. Kamyon durdu, “geldik inin” dediler. İndik kocaman bir kapı hiç unutmuyorum. Kapının üstünde “Arifiye Köy Enstitüsü” yazılıydı. Kapının önünde 4-5 tane kasketli kolu bantlı erkek öğrenciler var. Onlar hemen koştular kamyona… Biz perişan vaziyetteyiz tabii toz toprak içindeyiz. Kamyonun üzerinden iniyoruz. Etrafa baktım. Kapıdan girdik, koskoca bir meydan etrafı akasya ağaçları… Akasya ağaçlarının dibinde banklar. Bir de beyaz beyaz kutular üzerlerinde “Ç” harfi hiç unutmuyorum çöp kutusuymuş onlar. Pırıl pırıl bir meydan etrafında tek katlı binalar var. Sonradan derslik olduğunu öğrendim. Bir tane büyükçe beyaz badanalı bina, onun da merkez ve yönetim binası olduğunu sonradan öğrendim. Öğrenciler hemen bavulumu aldılar. Nereli olduğumuzu merakla sordular falan, babam cevapladı bir tanesi hemen meydanın sonundaki bir binaya doğru bağırdı “Münevver bak hemşerin geldi” dedi. Orada da kız öğrenciler duruyormuş. Münevver hemen koşarak geldi. Karsak’lıymış meğer Karsak Gedelek’in hemen karşısında bir yerdir. Münevver hemen benim koluma girdi, beni binaya soktu.
İlk girişim öyle oldu. Etrafımı aldı kızlar. O sırada “bu perişan her yeri toz toprak içinde ben bunu götüreyim bir yıkayayım” dedi. Bir Pazar günüydü. Bavulumu açtılar temiz kıyafetlerimi çıkardılar. Binanın arka tarafına geçtik, orada alçak tek katlı bir yer vardı. Banyoymuş orası… Münevver abla beni yıkadı. Temiz kıyafetlerimi giyindim. Sonra bavulumu açtı kızlar. Eşyalarımı dolabıma yerleştirdiler. Ranzamı gösterdiler. “Dan dan dan dan” diye bir ses duydum. Meğer kampanaymış, yemek saatini bildiriyor. Dışarı çıktık babam da orada bekliyor erkek öğrencilerle sohbet ediyor. Baktı ki ben değişmişim yıkanmışım temiz kıyafetler giymişim. “Tamam, kızım sen yerini bulmuşsun ben gideyim artık” dedi ve gitti. Yemekhaneye gittik. Koskocaman bir yemekhane, bir uğultu… Sanki arı kovanından çıkan bir ses gibi… Beyaz örtülü masaların yanına oturduk kızların yerine. Meğer beyaz örtülü masalar öğretmenlerin masalarıymış. İlk yemeğimiz; mercimek yemeği, bulgur pilavı ve üzüm hoşafıydı galiba tam bilemiyorum. Yemekten sonra tekrar yatakhaneye gittik. Yerimi buldum. Bu aşamaya kadar tek bir öğretmen görmedim. O küçücük aklımla bu işleyişe çok şaşırmıştım. İlk karşılanmamdan yatakhaneye yatmaya gitmeme kadar her şey öğrenciler tarafından yapılmıştı.
Yerime yattım. Uyumadan önce uzun uzun düşündüm. “Ben burada yaparım” dedim. Aklım erdi çünkü… Ben köyde de tarlaya işe götürülen bir çocuktum. Altı yaşımdan beri mesela tütün ekerdi babam. Babam, annem gelmez biz çocukları yollardı. Çocuk yaşta çalışmaya alışmıştım. Düşündüm burada ayrı bir yatağım var ayrı bir dolabım var. Köyde biz üç kız kardeş aynı yatakta yatardık. Yatağı böyle sererdik yan yana yatardık. Enstitüde 37 kız vardık kızlar yatakhanesinde. İki katlı ranzalarımız vardı.
Ertesi gün beni ilk önce okul müdürüne götürdüler. Kaydım yapıldı. Kız öğrenci bulamadıkları için pek sınavla falan zorlamadılar. Sonradan 6-7 kız daha geldi Bolu’nun köylerinden. 1. Sınıflar 70-80 kişi olunca bir sınav yaptılar. Bu sınavda ilkokul soruları soruldu. Böylelikle seviyemizi tespit ettiler. Ancak sınavda başarılı olamayanları göndermediler. Onlar için tekrar bir hazırlık sınıfı açarak eksiklerini gidermelerini sağladılar. Ben doğrudan 1. sınıfa geçtim, hazırlık sınıfına alınmadım. Çok güzel bir kütüphane vardı ve bir ayrım yoktu. “Sen küçüksün senin yaşına bu kitap uygun” gibi bir durum yoktu. Beğendiğimiz kitabı raftan alır etüt odamızda okurduk. Alırken kütüphanenin defterini adımızı soyadımızı, aldığımız kitabın adını yazardık. Teslim ederken imza atar teslim ederdik. Hiç unutmam Dante’nin İlahi Komedya kitabını almıştım. O gün için pek anlamadım. Kütüphanede ne varsa alır okurduk. Kütüphanede beyaz kaplı klasik kitaplar vardı. Çocuk kitapları yoktu.
Aksu Köy Enstitüsü mezunu Mustafa Yıldırım
Antalya’nın Serik kazasının Şatırlı köyünde doğmuşum. Anne babam Türkiye’de doğmuşlar. Dedelerim Selanik’ten 1878 Osmanlı – Rus harbinden sonra güç ederek Antalya’ya gelmişler ve yerleşmişlerdir. 1935 yılı doğumluyum. Doğum günüm 19 Mayıs. Atatürk’ün doğum günü benim de doğum günümdür.
İlkokula 1943 senesinde Abdurrahmanlar köyüyle müşterek olan bir ilkokulda başladım. İlk olarak Süheyla Hanım diye bir öğretmenim vardı, sonra ayrıldı. 1945 senesinde Aksu Köy Enstitüsü’nden mezun olan Hasan Softa öğretmenimiz geldi. Yeni bina yapıldı. Tek katlı 5 derslikli içerisinde yağmurlu havada teneffüs yapabileceğimiz bir kapalı alanı dahi bulunan yeni bir okulumuz oldu. Ben çok hareketli bir çocuktum. Hasan Hoca’nın muavini gibiydim. 1948’de ilkokulu bitirdim.
Yaşça benden büyük iki çok yakın arkadaşım Köy Enstitüsüne gittiler. Herhalde onlardan etkilenmiş olmalıyım ki ben de eğitimime Köy Enstitüsünde devam etmek istedim. Aslında babam eğitimime Antalya’da devam etmemi istiyordu. Oradan bir arsa almış ve ev yaptırmıştı. Durumumuz arkadaşlarıma göre gayet iyiydi. Sınava girdim. Fakat o sene bir hazırlık süresi geçirdim. İlkokulu bitirdikten sonra sınavlarda az hatası olan bir grubu da Aksu’da hazırlık sınıfına aldılar. Ben de o grubun içindeydim. Biz bir sene daha 5. Sınıfı Aksu’da okuduk. Orada gerekli, eksik bilgilerimizi tamamladık. Bir öğretmenimiz vardı Allah rahmet eylesin çok iyi bir öğretmenimiz vardı Münir Eykan… Tabii o eğitim süresince yoğun bir sporcu olarak, atletizmle ilgilendim, futbol oynadım, pek çok spor dalının içinde bir insan olarak ikmale kalmadan eğitimimi tamamladım.
Köy Enstitüsüne gitmem köyden kaçış da olabilir. Köyde çünkü babam ırgat gibi çalıştırıyordu. Dam onarılacak ben onarıyordum, başka iş mi yapılacak ben yapıyordum. O yüzden Köy Enstitüsüne yöneldim. Diğer iki kardeşim köyde çiftçi olarak kaldılar tahsillerini devam ettirmediler.
Köy okulundan Köy Enstitüsüne gidiş hikâyelerinde bazı ortak noktalar görmek mümkün. İlk olarak köy okulundaki öğretmenlerin muhakkak enstitü mezunu olduğu ve uygun gördükleri öğrencilerini Köy Enstitülerine gitmeye teşvik ettikleri, dahası onlara belki ailelerinin pek ilgilenemeyeceği veya akıl erdiremeyeceği birtakım resmî işlerde de kolaylık sağladıkları görülüyor.
Yoksulluğun ne kadar yaygın ve kuşatıcı olduğu görülüyor. Ayrıca dönemin ulaşım imkânlarının da son derece kısıtlı olduğu, bir noktadan bir noktaya işleyen toplu taşıma araçlarının saat aralığının çok fazla olduğu anlaşılıyor. Bunun yerinin daha çok tarım ürünü taşıyan kamyon gibi büyük vasıtalardan otostopla yararlanarak doldurulduğu, at gibi binek hayvanların kullanıldığı, son çare olarak da bugün bizlere son derece uzun gelecek mesafelerin yaya olarak kat edildiği görülüyor.
Yine Köy Enstitüsüne gidişleri bir tür ‘aileden kaçma’ olarak okumak da mümkün. Dönemin ağır şartlarının çocukları da etkilediği, çocukların söz dinleyecek yaşa gelmeleriyle birlikte köyde bir işin ucundan tutmaya başladıkları, çalıştırıldıkları görülüyor.
Köy Enstitüsü yasasıyla belirlenmiş sınav uygulamasının bölgelere göre değişiklik gösterdiği anlaşılıyor. Bazı yerlerde sınav yapılıp bunun sonucunda Köy Enstitüsüne kayıt hakkı kazanılırken, bazı yerlerde sınav yapılmadığı anlaşılıyor. Bazı yerlerde ise kayıt hak ediş puanının biraz altında kalan öğrenciler, hazırlama sınıfına alınarak bir yıl hazırlık eğitimi görüyor. Bir kısım enstitülerde ise sayısı toplam mevcuda göre son derece sınırlı olan kız öğrencilere sınav yapılmadığı anlaşılıyor.
Enstitülerde Eğitim ve Yaşam
Elfaz Demirhan:
Enstitüye gittim kaydım yapıldı. Yerimi gösterdiler dolabımı yerleştirdim. Enstitünün oldukça geniş arazisi vardı. Ekin ekilirdi, çayırda ot biçilirdi. Enstitünün inekleri, atları, katırları, kazları, ördekleri hepsi vardı. Hepsiyle öğrenciler ilgileniyordu. Binaları zamanında Ruslar askeri barınma için yapmışlar. Sonraları bizim insanımız da yazık etmiş kapısını, penceresini yakacak yapmak için sökmüşler. Taş binalar virane olarak kalmıştı. Cılavuz’da enstitü kurulunca bu binaları yine öğrenciler kullanabilir hale getirmiş yani bizden önceki öğrenciler. Kalanını da biz yaptık.
Orada kaymakamlık falan vardı karakol falan vardı köprüye yakın yerde. Oradan aşağıya birinci bina, ikinci bina, üçüncü bina diye eğitim gördüğümüz yerler vardı. Bunun çevresinde yemekhane, yatakhane, zanaat binaları, o Kars’tan yola girerken yolun altında binalar var. Oralarda hayvan binaları, karşı binalar da sonradan yapıldı; sağlık ocakları, öğretmenlere evler onlar da sonradan yapıldı. Yatakhaneler ikinci kattaydı. Her sınıfın geniş bir yatakhanesi vardı. Tahtadan ranzalar vardı. Her sınıftan sınıf başkanı kimin ne derdi sıkıntısı varsa dinler okul başkanına iletirdi. Haftada bir defa geniş bir sahada toplanırdık. Bir kişiyi seçerdik o her şeye karışırdı. O hafta derslere girmez, nöbetçi öğretmene arkadaş olurdu.
Kütüphanemizde çok çeşitli kitaplar vardı. Klasikleri okurduk. Mesela Talip Apaydın geldi sınıf öğretmenimiz oldu. O bize okumanın tadını verdi. Varlık dergisine abone yaptı bizi.
Her sabah okul başkanı birinci binadan girer sırayla üçüncü binadan çıkardı, “kalkın sabah oldu” derdi. Şavşatlı bir arkadaşımız zurna çalardı. Uyanırdık hazırlanıp inerdik aşağıya. Mütalaa saati olurdu. Öğretmenimiz “bugün Jean-Jacques Rousseau’nun falan kitabını okuyacağız” derdi. Okurduk. Sonrasında eğitime giderdik. Orada beden eğitimi yaptırırlardı. Sonra şarkılar türküler çalardı. Yemekhaneye gider kahvaltımızı yapardık. Sonra derslerimiz başlardı. Derslerde bazen öğrenciler söz alıp çeşitli konularda öğretmeni tenkit edebilirdi. Mütalaa saatlerinde kitap okurduk, kitap özetleri çıkarırdık. Haftada bir herkes ünlü bir yazarı çalışıp anlatırdı.
Enstitüde 3. Sınıfta sorulurdu “sağlık memuru olmak isteyen kim var” diye. Çıkanlar alınır Ankara’ya gönderilerdi. 4. ve 5. sınıfları orada okurlardı. Sonra çeşitli yerlerde görevlendirilirlerdi.
Bir keresinde Kars’ta Halkevi geniş bir yer oraya İsmet İnönü geldi. Kars’tan bahsedildi, Atatürk’ten bahsedildi. İnönü bütün Köy Enstitülü öğrencileri alnından öptü.
Cılavuz Köy Enstitüsü’nde elektrik santralinde böyle önemli yerlerde teknik adam olarak hep Malakanlar vardı. Yaptıkları işlerde önemli noktaları bize de gösterir, öğretirlerdi. Onların çocukları da enstitüde okurdu.
Lemanser Sükan:
Sabah kampana sesiyle kalkardık. Yemekhaneye gitmeden önce elimizi yüzümüzü yıkar meydana toplanırdık. Hıdır abi diye biri vardı o akordiyon çalardı. İki üç kişi de davul çalardı. Bazen keman da çalınırdı. Gelen öğrenciler onların etrafında halka olurdu, oyun oynardık. Halaylar çekerdik. En çok da “sis dağının başında horona bak horona” onu öğretirlerdi. Yıllar sonra bu uygulamayı daha iyi anladım. Sağlam öğretmen olabilmek içinmiş, kendimizi insanları daha iyi tanıyabilmek içinmiş, iyi bir cumhuriyet öğretmeni, halk öğretmeni olabilmek içinmiş, kendimize olan güvenin artması içinmiş, ayağımızı yere sağlam basmamız içinmiş…
Her alanda ortam hazırlanmıştı. Tarım ortamı vardı. Kültür, kütüphane işleriyle ilgilenenler vardı. Kız öğrenciler için dikiş atölyesi vardı. 37 tane makinemiz vardı. Her kız öğrenci kendi makinesiyle çalışırdı. Kendi çamaşırlarımızı, pijamalarımızı, önlüklerimizi, erkek öğrencilerin pijamalarını, okulun bütün nevresimlerini yatak takımlarını kendimiz dikerdik. Öğretmenimiz biçer bizim önümüze atardı biz de dikerdik. O zaman hazır giyim yoktu. Erkeklerin de demircilik atölyesi, torna-tesviye atölyesi, marangozluk atölyesi gibi uygulama alanları vardı. Arifiye Köy Enstitüsü iki bölümdü. Bir aşağıda derslikler, 800 metre arada böyle biraz meyilli yüksekçe bir yerde de atölyeler vardı. Öğrenciler her gün iki tarafa da gider gelir karıncalar gibi çalışırdık.
Arifiye’deki programa göre bir hafta kültür dersi, bir hafta tarım, bir hafta atölye şeklindeydi. Bir hafta tarımda çalışırdık. Çok güzel meyve-sebze bahçemiz vardı. Sonradan değişti. Kızılçullu’da daha farklı bir programımız vardı. Benim zamanımda sağlık bölümleri kaldırılmıştı.
Enstitüde genel olarak boş vakit diye bir şey yoktu. Oradan oraya koşardık. Dersten atölyeye, atölyeden bahçeye, bahçeden kütüphaneye, etüt salonuna koşardık. Her cumartesi yemekhanenin önünde kocaman bir sahnesi vardı. Bütün öğrenciler orada toplanırdık. Haftanın kritiği yapılır sonra da eğlence programı yapılırdı. O eğlence programında mutlaka bir tiyatro oynanır halk oyunları oynanır müzik öğrencileri bağlama çalar, akordeon çalar, sesi güzel olanlar şarkı söylerdi. Sadece öğrenciler değil okul müdürü, öğretmenler, okuldaki ustalar ve işçiler de katılırdı. Önce tartışma yapar sonra eğlenceye geçilir sonra uyumaya giderdik.
Müzik derslerimiz de çok keyifliydi. Mandolin mecburdu. İstiklal Marşı’nı çalmadan geçemezdin. Derslerde her ünite sonunda o üniteyle ilgili şarkılar çalardık. Beden eğitimi öğretmenimiz de çok iyiydi. Millî bayramlarda törenler yapardık. Beşikdüzü gelirdi, Vakfıkebir gelirdi.
Resim derslerimiz harikaydı. Her bölgeye ait haritalar ve her üniteye ait resimler yapardık. Müzik dosyamız, resim dosyamız, uygulama dosyamız hepsini ayrı ayrı tutardık. Mesleki anlamda da pek çok şey öğrettiler. Gittiğimiz köylerde çocuk sayımını ve okula alınacak çocukların sayısını nasıl bulacağımıza, yazışmalarımızı nasıl yapacağımıza, devamsızlık yapan öğrenci hakkında nasıl işlem yapacağımıza dair örnekler ayrı ayrı uygulama dosyamızda bulunurdu. Köy Enstitüsü’nü bitirip bir köy okuluna gittiğimizde son derece hazırlıklı olurduk. Ben öğretmen okullarında çalıştığımda öğrencilere yaptırdığım şeylere diğer öğretmen arkadaşlar şaşırır kalırlardı.
Cahit Yiğit:
Uygulama dersi olarak tarım ve hayvancılık gördük. Sağlık konusunda eğitim aldık. Arıcılık, kooperatifçilik, ipek böcekçiliği, marangozluk, inşaat derslerimiz vardı. İki tuğla kalınlığında duvar nasıl örülür, yarım tuğla kalınlığında duvar nasıl örülür bunları görüyordur. Başımızda eğitmen olarak mühendis vardı.
Enstitüde yemekhane ve yatakhanemiz ayrı binalardaydı. Binaların numaraları vardı. Bir binada üst katlar yatakhane alt katlar dershaneydi. Yemekhanemiz ayrı bir yerdi. Hatta yemekhanemiz yandı biz yeniden yaptık. Yemekhane yangını sonrası kışın dışarıda yemek yedik. Yemeklerimizi İstanbul’dan gelen bir aşçı yapıyordu. Yemekler çok güzeldi.
Güzel ve zengin bir kütüphanemiz vardı. Eğitim – öğretimle, köy kalkınmasıyla ilgili kitaplar ve klasikler vardı. Öğretmenlerimiz her ay bir kitap özeti çıkarmamızı şart koşarlardı. Pedagoji, eğitim sosyolojisi, eğitim psikolojisi derslerimiz vardı. Bazı arkadaşlarımız bir dönem sağlık okuluna gittiler ve daha ileri sağlık eğitimi aldılar. Sağlıkçı oldular.
Enstitüde sabah erkenden nöbetçi öğretmenimiz tarafından uyandırılırdık. Elimizi, yüzümüzü yıkar, dişlerimizi fırçalardık. Diş macunu yoktu kömür tozu kullanırdık. Sonrasında mütalaa – etüt saati gelirdi. İki saat kadar ders görürdük. Ondan sonra yemekhaneye gider kahvaltı yapardık. Yarım saat kadar dinlenir sonra derslere başlardık. Günde 12-13 saat ders görürdük. Bazen de derslerden çıkınca hemen köye gider öğrendiklerimizi tatbik ederdik. Köylüler de bizi izlerlerdi. Enstitümüz bünyesinde 300 sağmal inek, 50 damızlık at, 300 civarında koyun vardı. Pek çok şeyi kendimiz üretir fazlasını askeriyeye satardık. Tabii işin maddi boyutunu devlet işletirdi döner sermaye vasıtasıyla. Bir köyde ne yapılıyorsa, ne üretiliyorsa biz hepsini gördük.
Ben göreve başladıktan sonra iğnesi olan hastalara iğne yapmaya başladım. “Öğretmenim gel” derlerdi. Kaçmazlardı, uzaklaşmazlardı. “Aman namahrem” demezlerdi. O gün namahrem kelimesi de yoktu zaten. Bugün oldu bunlar, bugün…
Cumartesi Toplantıları
Lemanser Sükan:
Her hafta yapılan çalışmalar hafta sonu cumartesi gözden geçirilirdi. O kadar güzel bir iş bölümü vardı ki. Her sınıf bir hafta boyunca nöbete ayrılır derse girmezlerdi. Nöbetçi olan sınıfın başkanı her kontrolü yapar, rapor tutar, çıkar raporunu okurdu cumartesi akşamları. “Şunları yaptık, şunları yapamadık, şuralarda eksiklikler gördük” diye okurdu. Öğrenciler raporu beğenirlerse teşekkür ederler, beğenmezlerse eleştirirler, yerden yere vururlardı. Raporu okuyan öğrenci ise o eleştirilere cevap verirdi. Bu zorunluydu. O hafta nöbet tutan sınıfın öğretmeni de aynı zamanda nöbetçi öğretmen olurdu. Gerekirse o da kendisini ve sınıfını savunurdu.
Elfaz Demirhan:
Her cumartesi günü toplantılar olurdu. Okul başkanını tenkit ederdik. “Onu yaptı, bunu yapamadı” diye. İsteklerimizi, şikâyetlerimizi dile getirirdik. Toplantıdan önce bayrak asar, pazartesi günü bayrağı indirirdik. Enstitülerde cumartesi toplantılarının büyük bir ciddiyetle yapıldığı anlaşılıyor. Bu toplantılar aynı zamanda enstitülerin işleyişinin karakterli, biat kültüründen uzak ve özgüvenli bireyler yetiştirmeye yönelik olduğunu gösteriyor.
Enstitülü Cevat Bir Merasimi Uygulamadan Kaldırıyor
Lemanser Sükan:
Her yemek piştikten sonra aşçı birer tabak alır okul müdürüne tattırırdı. Bu bir tören şeklinde olurdu. Aşçı önde, arkasında tepsiyi taşıyan yardımcısı, yanında nöbetçi sınıfın başkanı öğrenci gider, müdür yemeği tadardı. Sonra öğrencilere verilirdi.
Bir kere hiç unutmam Cevat diye ufak tefek bir arkadaş yemeklerden şikâyet etti. “Bize etli yemek çıkmıyor” dedi. Müdür cevap verdi. “Hayır, yemekleri ilk olarak ben tadıyorum yemekler iyi” dedi. Cevat da “hayır, yemekleri size etli tarafından getiriyorlar” dedi. “Siz onlara inanmayın bize getirdikleri size verdiklerinden değil” dedi. Okul müdürü “böyle bir şey olamaz” dedi. O olaydan sonra müdürün yemek tatma merasimi kalktı. Bir daha uygulanmadı.
Enstitülerde Bayram
Cahit Yiğit:
Biz bayramlarımızı hep Kars’ta yapardık. 23 Nisanları okulda kutlardık. Onun haricinde millî bayramlarda hep Kars’a giderdik. Askeri araçlar gelirdi cemseler bizi alır götürürlerdi. Hatta millet “Cılavuz çocukları gelecekmiş” deyip işini gücünü bırakıp gelirdi. Dinî bayramlarda ise izin veriyorlardı.
Elfaz Demirhan:
Dinî bayramlarda öğrencilere izin verilirdi. Yakın olanlar giderdi. Sarıkamış’a, tren var araba var Ardahan’a giden araba var. Ama biz Artvinliler hiç gidemezdik. Enstitüde bayram zamanı bize özel yemekler çıkardı.
Lemanser Sükan:
Bayramlarda evlerimize gitmez enstitüde geçirirdik. Kızılçullu’da ise İzmir’deki kutlamalara katılırdık. Bayramlarda yemekler daha iyi çıkardı. Helva verilirdi. Bayramlarda kız erkek hepimiz şapka giyerdik. Yeni kıyafet verme zamanını bayrama denk getirirlerdi. Bayramlarda mutlaka yeni kıyafet giyerdik. Bayram öncesi kızlara tayyör (ceket ve etek) verilirdi, diğer günlerde önlük giyerdik. Erkeklere ise takım elbise verilirdi. Onlar da diğer günler işlik giysisi, golf pantolonu, tarımda atölyede çalışabilecekleri şekilde paçaları büzgülü kıyafet giyerlerdi.
Arifiye’de gösterilere köylüler gelirdi. Biz gitmezdik, okulun meydanına yakınlardaki köylerdeki insanlar ve bazı veliler gelirdi. Ama Kızılçullu’da İzmir’e gider büyük törene katılırdık. Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde de bulundum orada da köylüler gelirdi. Beşikdüzü’nde duvarlar ve kapı da olmadığı için binalar meydandaydı. Köylüler millî bayramlarda rahatça gelip kutlamaları izliyorlardı.
Mustafa Yıldırım:
Millî bayramlarda Antalya’daki kutlamalara katılıyorduk. Gerek 19 Mayıs gerek diğer bayramlarda insanlar bizim gösterilerimizi merakla bekliyordu. Dinî bayramların zamanı eğitim dönemine denk geliyorsa enstitüde özel yemekler çıkıyordu. Daha hoş vakit geçiriyorduk. Bunların haricinde din konusunda herhangi bir baskı mümkün değil görmedik.
Gülşen Özteber:
Bulunduğum her iki enstitüde de yani hem Kızılçullu’da hem Beşikdüzü’nde çok geniş arazimiz vardı. Buralarda provalar yapardık. Yürüyüşler, tören provalarımız olurdu. Beşikdüzü’nde bir kere halkı enstitüye davet ettik. Tiyatro yaptık. Ben sarhoş rolündeydim. Uzaktan geliyorum, üzerimde dağınık bir pardösü, bir elimde içinde su olan bir şişe. Hiç unutmam izleyicilerden biri müdürümüze “efendim içeri bir sarhoş girmiş” demiş.
Cılavuz Köy Enstitüsü’nde İntihar
Elfaz Demirhan:
Kızlarımız da çok iyiydi. Baştan yatakhaneleri okulun içerisindeydi. Sonra ayrı yere götürüldüler. Size 5. sınıfta yaşadığımız bir olayı anlatayım… Arkadaşım bir kız öğrenciye kitaplarını ve notlarını veriyor çalışması için. Kızın adı Mehlika’ydı. Bir süre sonra arkadaşım kitaplarını almak üzere Mehlika’nın yanına gidiyor. Hemen ardından sınıftan bir kişi daha içeri giriyor. Sonrasında Mehlika’yla ikisini gördüm diye dışarıda anlatıyor. Bu bayağı yayıldı. Öğretmen disiplin kuruluna verdi bu iki öğrenciyi. Mehlika’nın çok ağırına gitti. Bir sabah bir baktık Mehlika hiçbir yerde yok. Her yerde aradık bulamadık. Sonra okulun elektrik santralinin havuzunda ölüsü bulundu. Gece gitmiş santralin havuzuna kendisini atarak intihar etmiş.
Enstitülerde Din ve Dinî Yaşam
Lemanser Sükan:
Din konusu hiç konuşulmazdı ve bir baskı yoktu. Hiç unutmam Kızılçullu’da ramazan ayında oruç tuttum. Öğlen yemeğine gitmiyorduk arkadaşlarımız bize ekmek getiriyordu. Bunu okul müdürümüz Ahmet Öner duymuş. Bir cumartesi çıktı hiç unutmuyorum öyle bir konuşma yaptı ki… “Aranızda oruçlu olanlar kimler, çıksın” dedi. Çıktık “gidin oruçlarınızı bozun ondan sonra gelin” dedi.
“Sizin oruç tutmaya hiçbir hakkınız yok. Çünkü siz para kazanamıyorsunuz. Siz babanıza muhtaçsınız, devlete muhtaçsınız. Sizin karnınızı devlet doyuruyor. Ne zaman ki kendi karnınızı kendiniz doyurursunuz o zaman istediğiniz gibi oruç tutabilirsiniz.” Dedi.
Cahit Yiğit:
Bizim dönemimizde dinî bayramlarda izin veriyorlardı. Ondan sonra Ramazan ayında diyelim ki oruç tutuyor birisi, ona özel yemek çıkardı. Hiçbir baskı yoktu. Öğretmenimiz ilahiyat fakültesi mezunu bir bayandı. Normalde başı kapalıydı. Sınıfa girdiği zaman “çocuklar ben sizin neyinizim” diye sorardı biz de “annemizsin” derdik, başını açar yerine otururdu. Hatta bizde Malakan çocukları da vardı. Onlar için de ayrı şey tanınıyordu. Dinsel ayrım yoktu.
Elfaz Demirhan:
Enstitümüzde dinî konularda hiçbir şeye karışılmazdı. Ramazan aylarında oruç tutanlara “tutma” veya tutmayanlara “tut” denmezdi.
Gülşen Özteber:
Dinî konularda hiçbir zorlama olduğunu görmedim. Ramazan ayında oruç tutanlara sahurda ve iftarda özel olarak yemekler pişirilir, tatlılar yapılırdı.
Demokrat Parti Döneminde Köy Enstitüleri
Lemanser Sükan:
Bu 1950-51’de oluyor. Demokrat Parti’nin kazandığı bir zamandı. Din baskısı yoktu ama Demokrat Parti başa geçince din dersi bize de kondu. Okul müdürü kendisi geldi. Din derslerinde anneyi sevmek, babayı sevmek, hayvanları sevmek, bunları anlattı ve bize dedi ki; “siz de öğretmen olunca bunları öğreteceksiniz”.
Demokrat Parti işbaşına geçince ilk işi karma eğitimi ortadan kaldırmak oldu. Köy Enstitülerine bir damga vurmuşlardı “kız-erkek bir arada yatıyor” falan diye. Demokrat Parti döneminde de 21 Köy Enstitüsünün kızları toplandı Kızılçullu Kız Köy Enstitüsü’ne gönderildi. 1951-52 iki yıl burada okudum. Bizim Kızılçullu Amerikan kolejiymiş eskiden, Atatürk bunları aldı eğitime verdi. Çok güzel binalardı İzmir’in en yüksek binasıydı o zaman saat kuleli falan… Adnan Menderes Amerikalılara verdiği bir söz vardı herhalde. O sözü yerine getirebilmek için ilk yaptığı şey bizim okulumuzu aldı NATO karargâhı olarak geri verdi.
Kızların bir kısmını Bolu’ya, bir kısmını Beşikdüzü’ne gönderdi. Ben Beşikdüzü’ne gidenlerdendim. Kızılçullu’da işleyiş daha değişikti. Köy Enstitüsü programlarının etkisi devam ediyordu. Şöyle… Köy Enstitülerini kapatmaya niyetlenmişler, programlarını falan değiştirmişlerdi, ama eski öğretmenleri değiştiremedikleri için öğretmenler eski programı uygulamaya devam ediyordu.
Kızılçullu’dayken sınıf geçenler önce gidemiyordu izine. İlk olarak bütünlemeye kalanlar izine çıkar, sonra onlar gelir bu sefer sınıf geçenler çıkardı. Biz sınıf geçenler olarak izindeyken köyümüzdeyken, okulumuz değişmiş bizim haberimiz olmadı. Okul bize mektup yollamış ama benim elime geçmedi mesela… Ben bavulumu aldım yola koyuldum Kızılçullu’nun kapısına vardığımda iki tane asker gördüm. Kapıda okulumuzun NATO karargâhı olduğuna dair bir yazı vardı. Askerler de bunu söylediler. Kapıda benim durumumda olan 15 kız öğrenci vardı. Bir rezalettir o… Bir haftada İzmir’den Beşikdüzü’ne gittik kara trenle. Ama o zaman memleketimizin insanları bu kadar kötü ve yozlaşmış değilmiş herhalde. Biz 15 kız öğrenci trende, kamyon sırtlarında gece gündüz gittik. Yol boyunca başımıza en ufak bir kötülük gelmedi. Herkes bize yardımcı oldu. Okul müdürleri, millî eğitim müdürleri, kaymakamlar valiler hepsi bize yardımcı oldu. Kime gittiysek hepsi seve seve yardımcı oldular. Halktan da bize karşı olumsuz bir yaklaşım olmadı. “Bunlar komünist bunları öldürelim” gibi bir tavır görmedik.
Beşikdüzü’nde son sınıf olarak 50-55 kişi falandık. Değişiklik sebebiyle iki yıl son sınıfı okuduk, toplam süremiz 6 yıla çıktı. Okul müdürümüz Demokrat Parti politikalarını benimsemiş bir adamdı. Ama biz ona pek pabuç bırakmadık.
Kızılçullu, ilk kurulan iki Köy Enstitüsünden birisi olarak, diğer pek çok enstitünün aksine hazır bina temin edilerek faaliyete geçmişti. Bu bina daha önceleri bir Amerikan Koleji’yken Atatürk devrinde kamulaştırılmış ve resmî hizmetlere tahsis edilmişti. 1937’de Köy Öğretmen Okulu olarak faaliyete başladı. Köy Enstitülerinin açılmasıyla da Köy Enstitüsüne çevrildi. Enstitülere karşı kara propagandanın etkisiyle kız ve erkek öğrenciler ayrıldığında Kız Köy Enstitüsü oldu. Demokrat Parti devrinde ise tamamen tasfiye edilip Amerikalılara NATO karargâhı yapılmak üzere geri verildi.
Sözün özü denilebilir ki; Cumhuriyet Devrimi, bu devrime ket vurulması ve geri adım atılması ve dahi bir tür rövanş alınması bu binada vücut buldu. Maddi olarak gözlemlenebilir hale geldi.
İnönü’yle Bir Hatıra
Lemanser Sükan:
Bir gün İsmet İnönü’nün Trabzon’a geldiğini ve okulumuzun önünden geçeceğini duyduk. İnönü’yü karşılamak, onunla görüşmek ve şikâyetlerimizi dile getirmek istedik. Müdür bizi yatakhanelere kilitledi. Öğrenciye engel olunabilir mi? Biz de tabii aramızda organize olduk. Bir gözcü belirledik. O zamanlar asfalt yol yok bir araç gelirken yoldan toz kalkıyor ve uzaktan görülüyordu. Gözcü arkadaşımız havaya kalkan toz dalgasını gördüğü gibi bize haber verdi bizler de hurra yatakhanenin 1. katının pencerelerinden atlayarak bahçeye çıktık ve yola koştuk. Yol zaten bahçemizden geçiyordu. İnönü’nün arabasını durdurduk. İnönü arabadan indi. “Müdürümüz sizi görmeyelim diye bizleri yatakhaneye kilitledi” dedik. “Yaa” dedi. Hiç unutmuyorum onu “demek Halil Rafet Tanışık bunu mu yapacaktı bize, kurduğumuz okulların önünden bile mi geçemeyecektik” dedi. Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’u ise hiç göremedik. Bizim zamanımızda onlar görevden alınmışlardı.
Köy Enstitüleri Kapatılmasa Ne Olurdu?
Cahit Yiğit:
Türkiye şu an kalkınmış olurdu. Köyden kente göç olmazdı. Köy Enstitüsü mezunu öğretmenler görevlerine devam etmiş olsaydı; köylerde ekonomisiyle, sosyal yapısıyla kooperatifiyle sistem oturacaktı. Göç olmayacaktı. İnönü zayıf davrandı. Ona dediler ki “eğer Köy Enstitülerini kapatmazsan siyaseti kaybediyorsun” o da zayıf davrandı. Köy Enstitüleri için “en kıymetli eserimdir” diyor İnönü ama bakıyorsun kapatanlar içinde kendisi de var.
Elfaz Demirhan:
Her yönüyle çok değişik bir ülke olurduk. Ahlak olarak, eğitim olarak, tarım olarak, ekonomi olarak çok başka bir Türkiye olurdu bugün.
Selami Akdeniz:
Köy Enstitüsünden köye giden öğretmenler birer kıvılcımdı. Amaç şuydu; hükumet çağdaş, demokrat ve üretken bir toplum yaratmak istiyordu. Türkiye köyleri o zaman kapalı, hiç kimse bilmiyor köylerde neler olduğunu. Köyler kapalı kutuydu. Mahmut Makal’ın yazılarıyla çıktı köylerde neler olduğu. Köy Enstitüsünden köye gidenler nispeten donanımlı gidiyordu. Köylülere tarım ve hayvancılıkta teknik bilgiler veriyorlardı. Köyler daha verimli işliyordu. El sanatları öğretiyorlardı. Bu sürseydi köyden kente göç olmayacaktı. Bu sistem sürseydi Köy Enstitülerinin her biri bugün bir halk üniversitesi olacaktı. Köylünün her türlü ihtiyaçlarına o bölgenin tarım ve hayvancılık faaliyetlerine göre, teknik ve bilimsel destek vereceklerdi. Nüfusun daha dengeli dağılım gösterdiği çok daha kalkınmış bir ülke olurduk bugün.
Gülşen Özteber:
Köy Enstitülerinin kapatılması insanın vicdanını yaralıyor. Eğer enstitüler kapatılmasaydı bugün çok farklı bir Türkiye olurdu. Her alanda daha ileri gitmiş bir ülke olurduk.
Belki bu metnin kapsamını aşmakla beraber Köy Enstitülerinin önce yapılarının bozulup dönüştürülmeleri ve sonrasında kapatılmaları, bir iki kötü karakterle açıklanabilecek bir trajedi değildir. Pek çok iç ve dış dinamiklerle açıklanacak uzun ve sancılı bir süreçtir.
Başlangıçta CHP içerisinde bazı karşıtları olmakla beraber enstitüler açıldı ve yayılmaya başladı. Enstitülerin ilk mezunlarını vereceği 1945 yılı aynı zamanda o güne kadar dünyanın gördüğü en büyük felaket olan II. Dünya Savaşı’nın sonlandığı yıldı. Tabii bu artık yeni dünyanın nasıl işleyeceğini, neye benzeyeceğini az çok belli ediyordu.
Türkiye yüzünü Batı’ya dönmüş, aynı zamanda devasa bir devlet olan Sovyetler Birliği’yle baş başa kalmıştı. Üstelik Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği, Kars ve Ardahan’ı istiyor, Boğazlarda hak talep ediyordu. İşte tam bu iklimde; Batıcılık, Amerikancılık ve sonrasında NATOculuk kolayca kabul gördü. Dolayısıyla iç siyasette, Amerikancılık ve gericilikten sentezlenen çok şiddetli bir anti-komünist histeri, bir tür kolektif ruhsal bozukluk hali meydana geldi. Bu cadı avının hedeflerinden biri de Köy Enstitüleri oldu. Anadolu’da komüniste pek rastlayamayan Amerikancı çevreler, gözlerine Köy Enstitülü Anadolu çocuklarını kestirdiler ve olağanca güçleriyle saldırdılar.
İsmet İnönü gelen saldırıları layıkıyla karşılayamadı. Öldüğünde iki büyük eserinden biri olarak anılacağını söylediği Köy Enstitülerini koruyamadı. Dolayısıyla Köy Enstitülerinin hazin sonu basit bir CHP – DP görüş ayrılığı olarak açıklanamaz. Zira Hasan Âli Yücel en ağır eleştirilere maruz kalıp görevden alındığında, yerine Köy Enstitülerine karşıtlığıyla bilinen ve ilk işi İsmail Hakkı Tonguç’u görevden almak olacak olan Reşat Şemsettin Sirer atandığında, yıl 1946’dır.
O dönemde CHP’nin sağ kanadının başını çeken kişi olarak Recep Peker, Hasan Âli Yücel’e en ağır eleştirileri yapanlardan ve Köy Enstitülerini -gayrimillî görüyor olacak ki- millîleştireceklerini söyleyen bir kimseydi.
Yine İnönü bir mülakatında, emekli olmadan önce Fevzi Çakmak’ın kendisine “bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın” diye sorduğunu belirtmişti.
Kazım Karabekir Köy Enstitülerinin köylü ve kentlinin arasındaki farkı daha da arttıracağını öne sürmüştü.
Dahası dönemin hükumeti içerisinde dahi Köy Enstitülerine dair bir fikir birliği olmadığını söylemek mümkün.
Örneğin Niyazi Berkes, anılarında bir Köy Enstitüsünü ziyaret etmek istediğini, enstitü müdürü Hürrem Arman tanıdığı olduğu için Düziçi Köy Enstitüsü’nü seçtiğini anlatır. Yakın akrabası Cemil Bey de Trabzon’da Bayındırlık Bakanlığı’nda başmühendis olarak çalıştığı için ulaşımının da kolay olacağını düşünür. Gerçekten de Cemil Bey bakanlığa ait bir kamyonla gelir ve Berkes’i enstitüye götürmek üzere alır. Enstitüye yaklaştıklarında Cemil Bey şoföre durmasını söyler. Berkes şaşırır. Cemil Bey şoföre “beyefendiyi Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ne bırak dönüşte de beni al” der. Berkes ısrar etse de sözünü dinletemez ve başmühendis Cemil Bey’den şunları duyar:
- Bize Nafia Bakanlığından emir var, bunlarla temas etmememiz için. Bizden habersiz
neler yapıyorlar? Sonra çoluk çocuğa yaptırdıkları binalar da hep yıkılacak.[4]
Berkes iyice afallar ve Cemil Bey kamyondan iner, kamyon enstitüye doğru yol alır.
Meselenin binaların sağlamlığı olmadığı açık… Görülüyor ki diğer unsurlara karşı bir ideolojik savunma hattı belirlemek şöyle dursun, dönemin hükumeti içerisinde derin fikir ayrılıkları var. Cumhurbaşkanının biricik projesi, Millî Eğitim Bakanlığı’nın belki de en önemli sorumluluğu, diğer bir bakanlığın baş zıttı olabiliyormuş.
Diğer yandan o dönemde sağdan ve soldan pek çok yazarın, düşünce insanının da Köy Enstitülerini eleştirdiği görülüyor. Sağdan gelen klasik anti-komünist histeriye ek olarak bazı sol isimler de gerek sistemi gerekse çocukların çalıştırılmalarını eleştirdiler. Oysaki anlatılanlardan da görüleceği üzere köyde erken yaşta çalıştırılmaya başlanan kişiler enstitüyü özellikle bu sebeple de tercih etmişler. Enstitülü yılları anlatırken de gereğinden ağır işlere koşulduklarına dair en ufak bir ifadede bulunmuyorlar.
Sağ – sol demişken, hem kayıtlara giren hem de kayıt dışı sohbetlerimize dayanarak söyleyebilirim ki; evet Köy Enstitüleri komünist yetiştirmedi belki ama söyleşi yaptığımız bu değerli öğretmenlerimizin her biri Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine yürekten bağlı kimselerdi. Anladığım kadarıyla enstitü sonrası hayatlarında önemli bir kısmı çeşitli sendikal mücadelelerde bulundular ve özellikle Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kurucusu olarak görev aldılar. Yine bazı öğretmenlerimizin sol ve halkçı çizgideki siyasî partilerde çeşitli görevler aldıklarını söyleyebilirim. Sözün özü bugün belki küçük bir azınlık haricinde herkesin övgüyle ve özlemle andığı Köy Enstitüleri, doğası gereği; başkalarını düşünmeyi, halkını sevmeyi, emek vermeyi, birlik olmayı, sol vicdanı ve bu bağlamda bir siyasî çizgiyi aşılamıştır diyebiliriz.
Toprak Reformu’yla birlikte –ve ilginç olarak yakın tarihlerde- zamanla örselenmemiş, akamete uğratılmamış bir Köy Enstitüsü projesi, bugün hayal bile edemeyeceğimiz kalkınmışlık seviyesinde, ölçülü, düzenli ve üretken bir Türkiye’de yaşamamızı sağlayabilirdi.
Bu da bir ihtimaldi ve çok güzeldi…
TEŞEKKÜR
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Bursa Şubesi Başkanı Jülide Akköprü’ye,
Aksu Köy Enstitüsü mezunu Mustafa Yıldırım’a,
Ernis Köy Enstitüsü mezunu Cahit Yiğit’e,
Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Lemanser Sükan’a,
Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Ayten Gezer’e,
Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Gülşen Özteber’e,
Çifteler Köy Enstitüsü mezunu Selami Akdeniz’e,
Cılavuz Köy Enstitüsü mezunu Elfaz Demirhan’a,
Gazeteci Ozan Kaplanoğlu’na,
Gazeteci Burhan Gökay Küpeli’ye,
Gazeteci Onur Egemen’e,
Ayrıca bu yıl yitirdiğimiz, ömrü vefa etse; metnin taslak aşamalarında, son okumasında yardımını esirgemeyecek olan, esaslı bir Cumhuriyet insanı ve yerel tarihçi olan teyzemin eşi Ayhan Türkay’a en içten teşekkürlerimle…
* Bu metin, Cumhuriyet’in eğitim devriminin biricik projesi olan Köy Enstitülerini, 80 yılı aşkın bir zaman sonra kendi mezunlarından dinleyerek oluşturuldu. Söyleşiler 15, 16 ve 17 Kasım 2022 tarihlerinde Bursa’da yapıldı. Bu süreçte yardımlarını esirgemeyen, dahası, beni emekli öğretmenlerimizle buluşturan Jülide Akköprü’ye ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Bursa Şubesi’ne teşekkürü borç bilirim.
[1] Köy Enstitüleri Kanunu, Resmi Gazete, S. 4491, s. 233: tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR
[2] Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004), s. 188-189.
[3] İsmet Türkmen, Köy Enstitüleri (1940-1954), (İstanbul: Selenge Yayınları, 2022), s. 85.
[4] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2020) s. 254.
0 Yorum