Home / Yazılar / GELİN, DÖVÜŞÜYORUZ – Özkan Bakioğlu

GELİN, DÖVÜŞÜYORUZ – Özkan Bakioğlu

İnsan olma onurunun hiçe sayıldığı, çünkü bütün senaryoların önceden yazılıp kafalarda oynandığı, yani yaşamın sanal, gerçek dışı, teorik olarak çoktan tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu acınası durumun içinden çıkmak oldukça güç görünüyor. Gölgeler büyüyorken, güneşin battığını anlamak gerek. Oysa biz, zamanın akıp gitmekte olduğunu düşünüp daha da acele ediyoruz. Nereye ulaşmak için bu telaş? Temelinde ölüm korkusu var, anlıyorum; oysa ölüm kıyıya çıkmaktır ama herkes suda boğulmaktan korkuyor.

Yaşamak, karası olmayan bir okyanusun içinde olmak gibidir. Bazen yüzeye çıkıp güneşi, bulutları, maviliği izlemek geliyor insanın içinden; bazen derinlere, karanlığa dalıp unutmak, unutulmak ama inci mercan avcıları var derinlerde ve onlar hatırlatmak için orada. Yine de hatırlanan, unutturuyor her şeyi. Zamanın gelip geçiciliğini, dünyanın berbat bir yer olduğu gerçekliğini, iki yüzlülüğü, aldatmayı, aşağılamayı, bütün yenilgileri unutturuyor. Uyuşturarak da değil üstelik, bilakis, beş duyunun beşi de hiç olmadıkları kadar keskinken yapıyor bunu.

Öyle bir şeyi sev ki sevilip sevilmediğini düşünmek aklına dahi gelmesin. Öyle bir şeyi hatırla ki unuttursun sana her şeyi.

Kelimelerle sınır çekilebilen bir şey olabilir mi bu? Vatan, halk, adalet, eşitlik, özgürlük, iyilik, yardımlaşma veya Allah; öyle bir şey olmalı ki hiçbir kelime ona ulaşamaz, hiçbir sözcük tarafından kuşatılamaz, hiçbir kurguya dahil edilemez, nesnesiz bir şey, yani kategorik hiçbir ilişkiselliği yok, nedensiz. Kategorilerden bağımsız bir şey. Tıpkı yaşam gibi. Gerçek gibi. Üzerine, hakkında konuşulamaz olan. Ancak susmakla beraber olunabilen bir şey.

Bütün rasyonelleştirmelerin ötesinde, kavramsal izahların erişemediği bir yerde olmalı bu şey. İşte devrim, böyle bir şeyden beslenen, insan olma onurunun zorunlu kıldığı, en temel insan davranışı, insan ahlakı ve varoluş biçimi. Devrimci olmak, bu varoluş biçiminde biçimlenmeyi istemektir. Devrimci olmak, elde reçeteyle hasta aramak değildir; yani mesele herhangi bir ideolojiyi savunmak değil. Mesele, insan olma ereğinde samimi olmak. Mesele, dünyaya karşı gelmek, asi olmak. Verili olanı olduğu gibi kabul edememek meselesi. Tıpkı biyolojik atalarımızın doğaya karşı yaptığı gibi, bizim de aynı şeyi kültüre karşı yapmak istememiz.

Nasıl ki doğayı verildiği gibi kabul etmedik, onu değiştirdik ve böylece evrimimiz eşsiz bir gelişime sahip oldu; aynı şekilde, kültürü de verildiği gibi kabul etmemeliyiz. Kültür bizim ikinci doğamız ve ikinci sınavımız. Onu değiştirmeyi öğrenmeliyiz. Amacımız iyiyi, güzeli ve doğruyu yakalamak olmalı. Bugün postmodernitenin yok saydığı mutlaklar, evrenseller bunlar ama hayır, varlar ve yakalanmalılar. Davranışlarda yakalanmalılar, bakışlarda, mimiklerde, duygulanımlarda, fikirlerde ve insan olmakta yakalanmalılar. Aksi hâlde ne için bütün bu karmaşa, çekilen çile, katlanılan sorunlar?

Bu bir özgürlük savaşı ve bu savaşta doğru tarafta olanlar özgürlük savaşçılarıdır. İyiyi, güzeli ve doğruyu isteyen, onlara ulaşmak için nefes alan özgürlük savaşçıları. Egomuzu esir eden her türlü beklentiye karşı yürütülen bir savaş bu. Arzular, istekler, biyolojik temelli yahut çevresel her türlü baskı, her türlü toplumsal, kültürel, tarihsel beklentiye karşı açılmış bir savaş. “Elini sobaya değdirme, yanarsın”, denildiği yerde, elini sobaya uzatan çocukların dünyaya karşı duruşlarını sahiplenen bir savaş. Merakı ve empatiyi yitirmektense her türlü zaferi feda eden bir savaş. Açıklanamaz şeylerin coşkunluğunda gelişen ve geliştikçe harikalar yaratan bir savaş.

Yenilginin mümkün olmadığı bir savaş bu. Kazanmak kaçınılmaz. Tek yapmamız gereken özgürlüğümüz için savaşmak. Savaşa sadık kalmak.

“Aşık-ı sadık menem, Mecnun’un ancak adı var.”

Fuzulî

Etiketlendi: