Apartheid Fetişinden Komünalizme: Yerli ve Milli Kürdofaşistler -E. Haktan Altın yazdı II Forum

Mehmet Tatlı’nın Medyascope’ta yayımlanan “Kürt sorununda Atatürkçü entelektüelizmin iflası” başlıklı yazısı, son dönemde giderek yaygınlaşan bir siyasi dilin sembolü: Kendini muhalif olarak tanıtıp, hedefini doğrudan muhalefete çeviren, meşru tartışma zeminlerini yaftalarla bastıran ve barış kavramını eleştirilmez kutsal haline getirip herkesin susmasını isteyen bir söylem. Yazı, en başta kendisini “tarihi bir anın entelektüel analizi” olarak sunuyor. Oysa dikkatli okunduğunda, 12 Temmuz’u bir milat ilan eden bu anlatının, içeriğinden çok tribünlere konuşan, provokatif bir dile yaslandığı görülüyor. Eleştirilen Kemalist entelektüeller değil; hedef gösterilen. Tartışılan CHP değil; hizaya sokulmak istenen bir özne. Sorun da tam burada başlıyor. Zira yazının bütününde, bir çözüm önerisinden ziyade, bir tür politik baskı oluşturma, hizaya çekme ve belli bir ideolojik çizgiye biat ettirme amacı açıkça hissediliyor. Apartheid Ne Zaman Bu Kadar Ucuzladı? Tatlı, 12 Temmuz’u “bir apartheid rejiminin devletin en yüksek makamı tarafından tasfiye edildiği” gün olarak niteliyor. Güney Afrika’daki ırk temelli, anayasal ayrımcılığı temsil eden, yüzyıllar süren […]

Apartheid Fetişinden Komünalizme: Yerli ve Milli Kürdofaşistler -E. Haktan Altın yazdı II Forum

Mehmet Tatlı’nın Medyascope’ta yayımlanan “Kürt sorununda Atatürkçü entelektüelizmin iflası” başlıklı yazısı, son dönemde giderek yaygınlaşan bir siyasi dilin sembolü: Kendini muhalif olarak tanıtıp, hedefini doğrudan muhalefete çeviren, meşru tartışma zeminlerini yaftalarla bastıran ve barış kavramını eleştirilmez kutsal haline getirip herkesin susmasını isteyen bir söylem.
Yazı, en başta kendisini “tarihi bir anın entelektüel analizi” olarak sunuyor. Oysa dikkatli okunduğunda, 12 Temmuz’u bir milat ilan eden bu anlatının, içeriğinden çok tribünlere konuşan, provokatif bir dile yaslandığı görülüyor. Eleştirilen Kemalist entelektüeller değil; hedef gösterilen. Tartışılan CHP değil; hizaya sokulmak istenen bir özne. Sorun da tam burada başlıyor. Zira yazının bütününde, bir çözüm önerisinden ziyade, bir tür politik baskı oluşturma, hizaya çekme ve belli bir ideolojik çizgiye biat ettirme amacı açıkça hissediliyor.

Apartheid Ne Zaman Bu Kadar Ucuzladı?

Tatlı, 12 Temmuz’u “bir apartheid rejiminin devletin en yüksek makamı tarafından tasfiye edildiği” gün olarak niteliyor. Güney Afrika’daki ırk temelli, anayasal ayrımcılığı temsil eden, yüzyıllar süren kurumsal şiddetin sembolü olan bu kavramı, Türkiye’nin Kürt meselesine benzetmek sadece analitik zaaf değil, tarihsel şımarıklıktır. Türkiye’de hiç kimse hukuken etnik kimliği nedeniyle ikinci sınıf vatandaş yapılmamışken, bu türden bir kavramı bu topraklara ithal etmek, meselenin doğasına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyolojik gerçekliğine yapılmış ağır bir haksızlıktır. Bu, kavramsal karşılığı olmayan, dışarıdan yapıştırılmış bir etiketin iç kamuoyuna dayatılmasından başka bir şey değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarını etnik kökenine göre sınıflandıran veya dışlayan bir sistem kurmamıştır; mesele, bu vatandaşlık hukukunun etnik temelli siyasal ayrıcalık talepleriyle zayıflatılmak istenmesidir. Sorun, bireysel hakların tanınması değil, bu taleplerin zamanla kolektif ayrıcalık ve siyasal özerklik çerçevesine çekilmesidir; yani yurttaşlık bağının yerine etnik aidiyetin konulmasıdır. Bu da, ulus-devletin doğrudan hedef alınması demektir. O nedenle, Kürt meselesi denen yapının merkezinde bir inkâr değil, taleplerin yönüyle ilgili bir gerilim vardır. Dolayısıyla, apartheid kavramı burada sadece bağlamsız değil; aynı zamanda maksatlıdır. Barışçıl çözüm arayışlarının propaganda malzemesi hâline
getirilip, meşru devlet yapısının suçlanması için kullanılması, bir çözüm arayışı değil, bilakis devletin meşruiyetini imha girişimidir.
“Apartheid sona erdi, barış geldi” deniyorsa, şu soruyu sormak zorundayız: Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarla mı? 20 yıldır çözüm süreçlerini defalarca araçsallaştırıp ardından hepsini tasfiye eden, hem yasal hem de toplumsal zeminde Kürt siyasetinin neredeyse tüm unsurlarını kriminalize ettiğini yıllarca söyleyip yazdığınız bir iktidarın, şimdi sadece bir günde yaptığı açıklamalarla “demokrat” ilan edilmesine bizden inanç bekleniyor. Peki neye dayanarak? Aynı liderin daha önce çözüm dediği süreçleri kısa vadeli seçim yatırımı olarak kullandığı bilinirken, şimdi neden inanalım? Bu soruları sormak yerine, Erdoğan’ın ağzından çıkan her cümleyi kutsayan bir analiz, tarafsızlık değil; propaganda olur.
Üstelik bu sözlerin topluma ne getireceği değil, muhalefete ne götüreceği üzerine kurulmuş olması, yazının niyetini deşifre ediyor. Bu siyasal analiz değil; duygusal telkin, iyi niyetli sanılan ama son derece bilinçli bir algı mühendisliğidir. Gerçeklikle bağını koparmış bir iyimserlik hali değilse, bu söylem, siyasal manipülasyonun ve yönlendirilmiş algının ta kendisidir. Çünkü bu söylem, halkın yaşadığı hakikatleri değil, belirli kesimlerin görmek istediği sahte bir gerçeği esas alıyor.

Kemalist Aydınlar Niye Konuşmadı? Mezarda mı Yazsınlar?

“Bir tane bile Kemalist aydın çıkıp devlet retoriğine alternatif tek cümle kurmadı” demek, ancak bu ülkenin yakın tarihini hiç bilmeyen biri tarafından yazılmış olabilir. Ya da belki bilen ama görmezden gelmeyi tercih eden biri tarafından. Bu ülkede yıllarca bu konuda yazanlar DGM’lerde yargılandı, üniversitelerden atıldı, medyada linç edildi. Kimi susturuldu, kimi fişlendi. Kimi hâlâ içeride. Ve kimileri… doğrudan öldürüldü.
Muammer Aksoy’u, Bahriye Üçok’u, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Uğur Mumcu’yu hatırlatmak gerekir. Her biri, Cumhuriyet’in temel taşlarını savunurken hedefe kondu. Aksoy, sokak ortasında başına sıkılan kurşunlarla susturulmak istendi. Bahriye Üçok, kadın haklarını ve laikliği savunduğu için evine gönderilen bombayla katledildi. Ahmet Taner Kışlalı, düşüncelerini kaleme aldığı köşe yazılarının bedelini arabasının kapısına konan bombayla can vererek ödedi. Uğur Mumcu, yıllarca devlet içindeki yasa dışı yapıları ifşa ettiği için arabasına yerleştirilen bombayla hayattan koparıldı. Onlar sadece aydın değil, cumhuriyetin direnen vicdanlarıydı. Yalnızca fikir söyledikleri, sadece laikliği, halkçılığı, cumhuriyetin temel değerlerini savundukları için sokak ortasında, evlerinin kapısında, arabalarının içinde
canlarından oldular. Bu ülkede Kemalist aydın olmak, yalnızca akademik ya da gazetecilik faaliyeti değil, hayatını ortaya koymaktır. Herkes sustuğu zaman konuşmak, herkes konuşurken hedef haline gelmeyi göze almaktır.
Bugün bu isimlerin yokluğunu, onların bıraktığı boşluğu Kemalistlerin konuşmamasına yoranlar ya art niyetlidir ya da hafızasız. Bu aydınlar yalnızca fikir üretmedi; bedel ödedi. O yüzden, Kemalist entelektüelleri suçlamak kolaydır; ama belki de en azından onların sessizliğinde biraz basiret, biraz ihtiyat, biraz da bu acıların ağırlığı vardır. Tatlı’nın bu ısrarlı sözleri, “neden konuşmadınız” demekten çok “neden bizim gibi konuşmadınız” öfkesi taşıyor. Oysa biz Kemalistler, dün nerede duruyorsak bugün de oradayız. Değişmedik, savrulmadık, pozisyon değiştirmedik. Konjonktürlere göre kimliğimizi, ilkemizi, duruşumuzu eğip bükmedik. Sizlerse, bugün çıkarlarınız uğruna iktidarla iş tutmayı göze alıyor, kendi ideolojik gündeminizi meşrulaştırmak için devletin en baskıcı organlarıyla yan yana düşmekten rahatsız olmuyorsunuz. Bu yüzden, birilerinin suskunluğu size suç gibi görünürken, sizin konforlu bağırışlarınız samimi bulunmuyor. Çünkü tarih, sadece kimin konuştuğunu değil, kimin ne zaman, nerede, kiminle konuştuğunu da yazar.

Ulus-Devlet Geride Kalmadı, Siz Onu Gömme Fantezisi Kuruyorsunuz

“Zaman değişti, dünya dönüştü, Atatürkçülük miadını doldurdu” diyor yazı. Teorik olarak havalı; pratikte boş. Zira bugün hâlâ dünya üzerindeki siyasal sistemlerin ezici çoğunluğu ulus-devlet formundadır. Almanya’dan İran’a, Çin’den Brezilya’ya tüm siyasal düzenler bu yapının içinde işlemektedir. Hatta Kürt hareketinin kendisi de bölgesel düzlemde yeni bir “ulus modellemesi” inşa etmenin yollarını aramaktadır.
Tatlı’nın, ulus-devletin halen geçerli olmasını “zamanın ruhuna aykırı” gibi sunması, bu fikre karşı çıkanları “faşist”, “eski Türkiye” kalıntısı gibi kodlaması, sıradan ideolojik rekabet değil, psiko-politik bir üstünlük kurma çabasıdır. Aynı çevrelerin Fransız’a Fransız, Alman’a Alman demesine rağmen Türk’e gelince ‘Türkiyeli’ deme ısrarı da bu zihniyetin niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bu, Türk kimliğini sıradanlaştırma, etnik çoğulculuk adına ulusal birliği aşındırma girişimidir. Ulus-devlet fikrine yönelik bu sistemli saldırı, sadece entelektüel değil, aynı zamanda siyasal bir mühendisliğe işaret eder. Bu da yalnızca bir kimlik tartışması değil; ulus kimliğiyle hesaplaşarak cumhuriyeti yıkma girişimidir. Gerçeklikle değil, pozisyonla ilgilenir.

Komünalizm Mi Dediniz? Gerçekten Mi?

Tatlı, Öcalan’ın ideolojik dönüşümünü öve öve bitiremiyor. Bookchin’in fikirleri üzerinden yaratılan “komünalizm” tahayyülünü bir siyasal model olarak sunuyor. Sanki Mezopotamya’da radikal demokrasi uygulanıyormuş da Batı’dan biz göremiyormuşuz gibi. Oysa bu ‘komünalizm’ dedikleri şey, sahada yaşayan halkın gerçek gündemleriyle örtüşmekten çok uzak. Ne Diyarbakır’da, ne Hakkari’de, ne de Şırnak’ta insanlar hayatlarını Bookchin’in “libertaryen belediyecilik” ilkelerine göre düzenliyor. Bu fikirler, Batılı akademik çevrelere sempatik görünebilir; ancak bölge halkının gerçek sorunlarıyla, geçim derdiyle, eğitim sıkıntısıyla, sağlık hizmetlerine erişimiyle neredeyse hiçbir teması yok.
Radikal demokrasi retoriğiyle cilalanan bu model, aslında son derece merkeziyetçi, tek ideolojiye dayalı, yerel ölçekte bile çoğulculuğu barındırmayan bir yapı sergiliyor. Yerel meclisler dedikleri yapıların gerçek bir toplumsal irade mi, yoksa belirli fraksiyonların dikey kontrol mekanizması mı olduğu ciddi biçimde tartışmalıdır. Farklı seslere kapalı, otoriter ve içe kapalı bu sistem, bırakın demokrasi olmayı, alternatif bir hegemonya projesi bile sayılamaz.
Dahası, bu yapının sözde feminizmle makyajlanmış halinin samimiyetini sorgulamak da gerekir. Doğu’da kadın sünnetini savunmaya cüret eden, töre cinayetlerine, çocuk yaşta evliliklere ses çıkarmayan yapılar, Batı’da kameralar karşısında kadın özgürlüğü üzerine nutuk atıyor. Kadını sembolleştirip onu siyasal bir aparat olarak kullanan bu anlayış, kadın haklarını değil; vitrini güzelleştirmeyi hedefliyor. Hatta bu yapıların içinde, bizzat PKK tarafından kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüz vakaları yaşanmış, bu iddialar defalarca eski üyeler ve insan hakları örgütleri tarafından gündeme getirilmiştir. Kadını özgürleştirme iddiası taşıyan bir hareketin, kadın bedenini denetim altına aldığı ve kimi zaman doğrudan istismar ettiği gerçeği, bu söylemin ne kadar ikiyüzlü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Özgürlükle değil, araçsallaştırmayla ilgili bir söylemdir bu.
Siyasal gücün algıyı biçimlendirmesi, onu entelektüel zafer gibi sunmaz. Hele ki, bu gücün medya ve akademiyle kurduğu ilişki hegemonik bir söylem üretimine dönüşmüşse, buna sadece “düşünce özgürlüğü” demek de saflıktır. Bu, olsa olsa propaganda etkisidir. hem de ideolojik romantizmle cilalanmış, post-kolonyal alıntılarla süslenmiş bir tür taşra propagandası.

Barış Söylemi Mi, Siyasi Şantaj Mı?

Tatlı’nın satır aralarından çıkan esas mesaj şudur: CHP bu sürece karşı çıkarsa DEM oylarını kaybeder. Bu, barış söylemiyle kamufle edilmiş siyasal şantajdır. Demokratik tartışma değil, hizaya çekme dili. Bu yazının asıl işlevi, CHP’yi korkutup susturmaktır. Ancak unutulan şu: CHP geçtiğimiz yerel seçimlerde DEM ile açık bir ittifak kurmadan da Türkiye’nin en büyük belediyelerini kazandı ve birinci parti oldu. CHP’nin DEM’e mahkûm olduğu yönündeki söylem, sadece siyasal gerçeklikten değil, seçmenin sağduyusundan da kopuktur. %8’lik oya sahip bir partinin Türkiye’nin kaderini belirlemesine, uzlaşmaz bir azınlık gibi hareket edip sürekli taviz dayatmasına izin verilemez. Eğer bazı kesimler iktidardan bu kadar memnunsa, Erdoğan’a oy verirler. CHP, bu ülkenin kurucu partisidir ve şantajla yön değiştirilecek bir yapı değildir. Kimsenin, Kemalistleri ya da CHP’yi korkutarak hizaya sokabileceği bir Türkiye yoktur. Bizim sahici olanı konuşmaya ihtiyacımız var; yapay krizlere değil.
Oysa asıl soru şu: Bu süreç gerçekten bir barış süreci mi, yoksa Erdoğan’ın siyasi manevra alanını genişletme çabası mı? Şayet ikincisiyse, bu süreci eleştirenler değil, koşulsuz destek verenler tarih önünde sorgulanmalıdır. Şantajla, imayla, korkutarak barış inşa edilmez. Bu, olsa olsa yeni bir vesayet düzeninin kamuflajıdır. Barış adı altında, halkın iradesini dolaylı yollarla bastırmak, toplumsal muhalefeti sindirmek ve Cumhuriyet’in temel kurumlarını itibarsızlaştırmak, bu sürecin en görünür sonuçlarıdır. Bu bir çözüm süreci değil; anayasayı fiilen askıya alıp yeni bir rejim inşasına girişmektir. Demokratikleşme değil, otoriterliğe uzanan bir patikadır. Üstelik ‘barış’ söylemi üzerinden halkı manipüle edip, Cumhuriyet’in kurucu değerlerini sorgulamak, doğrudan doğruya bu halka karşı işlenen bir fikrî isyan teşebbüsüdür. Kimsenin “barış” adı altında Cumhuriyet’in altını oymasına, millet egemenliğini pazarlık konusu yapmasına, anayasayı bir mutabakat değil dayatma metnine dönüştürmesine sessiz kalacak değiliz. Sonuçta biz, temsil edilmediğini hissettiği her tarihi dönemde devlet yıkıp devlet kurmuş bir atanın çocuklarıyız. Cumhuriyet bizim eserimizdir, onu sokakta bulmadık; ama sokaklarda kurduk. Masa başı hesaplara da feda etmeyiz. Bu toprakların devrimci geleneği, bir masaya mahkûm edilmez, tehditlerle dizayn edilemez. O gelenek, gerektiğinde mücadeleyle kurulmuş, gerektiğinde mücadeleyle savunulmuştur.

Kimsenin Aklıyla Alay Etmeyin: Anti-Kemalizmle Barış Kurulmaz

Tatlı’nın yazısı, barış adına yapılmış bir katkı değil; muhalefeti çözmek için yazılmış bir metindir. “Kemalist entelektüeller” düşmanlaştırılmakta, CHP şantajla hizaya getirilmekte, ulus-devlet mezara konulmuş gibi anlatılmaktadır. Bu yazı, iktidarı değil, muhalefeti hedef alan bir medya aparatı görevi görmektedir. Barış, bu topraklarda hepimiz için değerli bir
arayıştır; ancak bu arayışın, muhalefeti susturma, cumhuriyeti dönüştürme ve anayasal düzeni aşındırma hamlesine dönüşmesine asla izin veremeyiz.
Gerçek barış, korkuyla, ithamla, yukarıdan aşağıya “aydın tanımı”yla kurulmaz. Ancak eşitlik, hukuk ve toplumsal sözleşme temelinde inşa edilebilir. Sizin yazdığınız metin, bu sürecin değil; bu sürecin kimin tekelinde olması gerektiğine dair bir güç arzusunun ürünü gibi duruyor. Bu yaklaşım, halkı ikna etmeye değil, hizaya sokmaya yöneliktir. Buysa ancak otoriterliğin dili olabilir.
Tatlı bir yana, Medyascope’un bu yeni yönü de sorgulanmalı: Bağımsız gazetecilik mi yapılıyor, yoksa belli bir ideolojik tribünün sözcülüğü mü? Artık bu platformda habercilik yerine, ideolojik pozisyonları tahkim etmek, karşıt görüşleri itibarsızlaştırmak ve kamuoyunu maniple etmek gibi yöntemler mi benimsendi? Muhalefeti sindirme, halkı yönlendirme ve Cumhuriyet değerlerini itibarsızlaştırma amacı güden bu gibi yazılar, her şeyden önce “muhaliflik” adına yapılan gerici bir manipülasyondur. Anti-Kemalist bir hesaplaşmanın aracı haline gelen bu yazılar, barışa değil, kutuplaşmaya, ortak zemine değil, entelektüel zorbalığa hizmet etmektedir.

 

E. Haktan Altın

Benzer Yazılar

Meşgul adamın derkenar notları, II.-Emirhan Akman yazdı

Kitap 1 gün önce

KİTAP OKUNMAZ KARIŞTIRILIR Süheyl Ünver’i tanıyor musunuz? Muhtemelen tanımıyorsunuzdur. Bizde kitap okuyanların çoğu kültür ve ilgi alanlarını melezleştirmezler. Bir dünyayı bilen, diğerine sağır kalır. Ünver daha çok muhafazakâr camiada tanınmış bir adam. Ünver çizer, doktor, yazar ve fazlası! Kültür taşıyıcısı. Onun bir yerde kitaplar hakkında şöyle söylediğini hatırlıyorum, “Ben sırf folklor noktasından; altmış senede altmış bin kitabı okumayarak, ama karıştırarak bazı şeyler topladım. Çünkü altmış bin kitap okunmaz, karıştırılır, okudum dersem inanmayın.” Üniversite yıllarımda bu “kitap karıştırılır, okunmaz” tanımını reddetmiş, hoşuma gitmemişti. Şimdi hoşuma gidiyor çünkü bende bazı kitapları okumuyor, karıştırıyorum. İhtiyacım olanı bulunca bırakıyorum. Bu bir yetkinlik mi, yoksa sonsuz bir zenginliğin içinde neyi alacağını bilemeyen birisinin oburluğunu terbiye etmeye çalışması mı? Bilemiyorum. Çünkü her merak ettiğimizi okumaya vaktimiz olmadan bu dünyadan ayrılacağız ve bu kesin bir bilgi. Her kitabı değil ama bazı kitapları karıştırmayı bu yüzden artık kabul ediyorum, gerekli görüyorum… BÜTÜNLÜK BİR KAYGIDIR Meşgul adamın derkenar notları […]

Meşgul adamın derkenar notları, I.-Emirhan Akman yazdı

Blog 1 hafta önce

Hararet bir politik dostluk grubu. Aramızdaki herkesin iki başat özelliği var; herkes dost ve devrimci. Tabi üzerine düşünürseniz kolay olan devrimci olmak, dostluk çok daha zor. Aramızda kimse kimseyle yarışmaz. Abilik, kardeşlik hukuku da vardır. Artık herkes belirli bir yaş grubu üzerinde. Hepimiz öğrenciydik, hayatlarımızı kurduk, bir şekilde iaşe kaygısına düştük. Farklı meslek grupları var… Bir de doktor var, doktor Umut! Ne zaman yazı yaz desem ‘zaman olmuyor ki, fırsat yok’ diyor, kaldı ki haklı. Nasıl çalıştığına grup ve sosyal medya sayesinde şahidim… BENİM İÇİN 6 SAAT UYKU İDEAL Esasında ben de aynı dertle muzdaribim. Buna en kolay çözümü, 00.00 ile 02.00 arasını yaşamıma dahil ederek buldum. Her ne olursa olsun, nereden dönersem döneyim 00.00 ile 02.00 arası bana ait. O saatlerde eşim ve çocuğum uyumuş oluyor, hatta neredeyse tüm Türkiye. Sabah 8’de kalkıyorum, yani günlük 6 saat uyku bana yetiyor diyebilirim. ESİR OLMAM LAZIM Neyse bu yazıya neden başladım? […]

Politik Bilinç – Özkan Bakioğlu

Yazılar 1 hafta önce

Modern zamanların insanlığa getirdiği şeylerden biri de ideolojidir. Pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane tadında bir şey olan ideoloji, gerek kuramsal anlamda belli başlı ideolojiler biçiminde sınıflandırılabilen gerekse de her bir kişiye kadar indirgenebilen bir tür “bilincinin sorumluluğunu alma” biçimidir. Bununla birlikte elbette size yer yüzünde sadece iki ideoloji ve neredeyse sonsuz yorumları olduğunu söyleyen birileri de çıkacaktır. Bu kimselere göre bu ideolojilerden biri Kapitalizm, diğeri Komünizmdir. Şöyle bir şeydir yani bahsedilen ya liberalsin ya sosyalist. Bir de üçüncü yolcular vardır ama onlara genelde faşist denir ve liberaller onları sosyalistlerle birlikte anar, sosyalistler de liberallerle birlikte. İdeoloji için bir tür “bilincinin sorumluluğunu alma biçimi” dedik ve bu doğru. Bunun doğru olduğunu içinde yaşadığımız Postmodern dönemde ideolojilerin gitgide göz ardı edilebilir şeyler olarak görülmesinden de çıkarabiliriz. Nitekim Postmodernite, bilincin sorumluluğunu almak bir yana, bu sorumluluktan olabildiğince kaçmaya dayanan bir modanın annesidir. Her anne gibi o da çocuğunu korumak, sahiplenmek […]

0 Yorum

Rastgele