Bugünlerde siyaseten birbirinden habersiz bir çiçeklenme var gibi görünüyor. Kendini giderek ulusalcılıktan da ayrı görme çabası içinde olan bir oğuldama[1] sanki… Adını koymadıkça varlığı anlaşılmayacak ve dolayısıyla kabul de göremeyecek bir oluşum… Her yerde öbek öbek ve birbirinden de habersiz oldukları için var olageldikleri siyaset bilimcilerinin de pek dikkatini çekemiyor. Doğru ya, siyaset bilimcilerimiz ancak adı konmuş, sınırları belirli, partisi, amblemi, sözcüleri veya temsilcileri olan yapılara kulak veriyorlar.
Buna, müsaadenizle, ulusalcılıktan farklı olarak, ulusolculuk diyorum… Peki ulusalcılık neydi?
Ulusalcılık; 90’lı yılların sonu ve 2000’lerin başlarında milliyetçi, solcu, Kemalist ve hatta muhafazakâr çevrelerin yurt veya vatan hassasiyeti, gönül verdikleri partilerin ve diğer hassasiyetlerinin önünde olan, yükselen salon solculuğu veya neoliberal küreselciliğe karşı tepkili seküler bir kamusallıktı. Bugüne kadar bu kamusallığın siyasal örneklikleri, büyük oranda kendilerini nizamî milliyetçilikten ayırt edemedi ve yetkenin baştan çıkarıcı tekliflerine kayıtsız kalamadı. Görünürlükleri sürse de, anılan nedenlerden dolayı kendilerine yeni bir liman aradıklarını düşünebiliriz.
Bugün bundan ders de çıkarmış olarak, sekülerliği yine ön planda, milliyetçiliği etnik düzeyde olmak yerine, Alman romantikleri gibi doğasına ve kültürel genetiklerine bir gelenekçi gibi bağlı, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini sosyalistçe görmese de, tıpkı Fransız devrimi gibi, ona giden ve aşılması gereken zorunlu bir uğrak olarak kabul eden, özgürlük ve eşitlik (sol) idealine kopmaz bir gerçeklikle bağlı, tarihin havını tersine tarayanlarla barışık, halkının Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Hacı Bayram Veli, Niyâzî Mısrî, Dadaloğlu, Şeyh Bedrettin, Ahiler, Abdallar ve Bacılar metafiziğine yaslanmış; Şinasî, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Hasan Ali Yücel, Dr. Kıvılcımlı, Azra Erhat, Eyuboğlular, Turgut Uyar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Niyazi Berkes, Oğuz Atay, Bedrettin Cömert, Vedat Günyol, Yalçın Küçük, Korkut Boratav ve adları bir çırpıda burada sayılamayacak nicesinin özgürlük ve eşitlik geleneğine şahsiyetli olarak ve sevgiyle bağlı olduğunu bilinçle ve/veya sezgiyle bilen ve fakat birbirlerinin de henüz farkında olamayan bir oluşum veya oluşum öbeklerinden bahsediyorum.
Kurtuluş Kayalı’nın kaygısını çektiği gibi, yönünü çeviri aydınlanmaya değil, (çeviri dahil) dünyanın özgürlük ve eşitlik deneyimlerini ihmal etmeden, bu toprakların bilinen bütün medeniyetlerinin verimlerini dikkate alarak, Cumhuriyet’in kazanımları ile ters düşmeyecek şekilde farklılıkları zenginlik olarak görüp, onu potasında yeni bir tarzda harmanlayacak genç kuşağın, bütün bastırılmalara rağmen, hatta belki de bu sayede, söz konusu öbekleşmelerin göbeğinde olduklarını “görüyoruz, duyuyoruz”.
İşte bu gördüğümüzün adına, dünkü gibi ulusalcılar değil, ulusolcular diyorum. Yanlış mı, doğru mu? Bekleyip göreceğiz. Ben bekleyemedim.
Bunları uydurduğumu da pekâlâ düşünebilirsiniz. Öyle düşünüyorsanız, öyle düşünmeye lütfen devam edin. Lütfen uykunuzu bölmeyin. Ancak öyle düşünmeyenler; 23 Nisan’ın, 19 Mayıs’ın, 30 Ağustos’un, 29 Ekim’in ve daha ilginci 10 Kasım’ın nasıl iple çekildiğini, caddelerin nasıl renklendiğini, trafiğin nasıl durduğunu, özellikle muhafazakâr kesimin çocuklarının bayramı bekleyen çocuklar gibi Anıtkabir’den, düşmanı çatlatırcasına nasıl pozlar verdiğini, pencerelerini nasıl al bayraklarla donattığını hatırlayacaklardır.
Bu hatırlamalar size bir şeyleri hatırlatıyor olsa gerek. Ama orasını söylemeyeceğim.
[1] Yazım hatası yoktur: uğuldama değil, “oğuldama”.





