Çağımızda artan yabancılaşma serüveni, insan uygarlığının doğaya üstün gelme veya doğa içinde kendi varoluşuna yer açma çabasının sınıflı toplum aşamasıyla eriştiği muazzam bir mahrumiyet çukurudur. Yabancılaşma serüveninin çağımızda eriştiği yoğunluk o denli şiddetli ve dumura uğratıcı niteliktedir ki insanlar artık yaşamak denen mefhumu göz ardı etmeden onu gerçekleştirememektedir. Yaşamak, başlı başına sınıflı toplumun talepkâr dünyasında bir biçimde yer almak ve bu dünyanın akışı içinde, “nehrin akıntısına kapılmış bir dal parçasından öte bir anlama sahip olmayan” hareketliliğe adapte olmaktır. Bu durum insan varoluşunu kendi köhneliğine gömen ve onu esasta kımıltısız bırakan biricik etken biçiminde vuku bulmaktadır.
Bir noktadan bakıldığında bu durum uygarlığın doğanın yerini alma çabasının bir tezahürüdür. Doğa, katılımcıları olan nesnelere, kendisine adapte olma / uygunlaşma seçeneği dışında bir seçenek sunmayan gayet komplike bir oluşum sürecinden başka bir şey değildir. Aynı şekilde uygarlık da kendisini doğayı taklitte var eden bir oluş süreci olup yapıcısı olan insanı kendisine uygunlaşmaya / adapte olmaya mecbur etmektedir. İnsan için bu durum, onun varoluş pratiğine kesinlikle uygun değildir. Çünkü insan, doğaya uygunlaşma (evrimsel adaptasyon/doğal seçilim) zorunluluğunu, çevresel koşulları belirleme dolayımıyla (kültür) aşan eşsiz bir doğal deneyim öznesidir. Bu nedenle verili seçeneklerden birini seçmek üzerinden ilerlemeyen insan evrimi, verili seçeneklerin dışına çıkma teşebbüsüne dayanan bir üretim mücadelesini insan açısından zorunlu kılmaktadır. Uygarlığın insana karşı takındığı tutum ise onu kendi varoluş pratiğine aykırı davranmaya zorlamaktadır. Bundan dolayı da insan en temelde kendisine, kendi varoluş pratiğine; emeğe yabancılaşmak zorunda kalmaktadır.
İşçinin kendi nesnesi içinde yabancılaşması, iktisat yasalarına göre kendini şu biçimde dile getirir: İşçi ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır; ne kadar çok değer yaratırsa, o kadar çok değerden düşer ve saygınlığının azaldığını görür; ürünü ne kadar biçimliyse, işçi o kadar barbardır; iş ne kadar erkliyse, işçi o kadar erksizdir; iş ne kadar us işi olmuşsa, işçi o kadar ustan yoksunlaşmış ve doğanın o kadar kölesi durumuna gelmiştir. (MARX, 2010)
Marx’ın bahsettiği “emeğe yabancılaşma”, işçi sınıfının özgürlük sorununun odağı olmakla birlikte, esasen insanlığın genel problemini de ifade etmektedir. Bu problem, insanın kendi varoluş pratiğinin dışına çıkmaya zorlanması, bütün özsel değerlerinin ona dışsallaşmasıdır. İşçi, kendi emeğine, emeğinin nesneleşmiş formu olan ürüne dışsallaştığı oranda kendisine, kendi özsel değerlerine de dışsallaşır. Bu sadece işçi için değil, onun patronu için de böyledir. Patron da idare ettiği işe, işte gerçekleşen üretime yabancılaşmaktadır. İşçinin ailesi için de durum aynıdır. İşçinin eşi de çocukları da işçinin yaşadığı yabancılaşmaya ortak olurlar. Çünkü işçi, ailesine geri döndüğünde, yabancılaştığı emeğinden kurtulmak istenciyle dönmüş olur. Bu istenç, onun ailesiyle kurduğu ilişkiyi de belirlemektedir.
Nihayetinde insan-emek ilişkisi, işçinin patronu tarafından sömürülmesinin temelinde bir kere bozulduğunda, bütün bir toplumda yozlaşmaya, her türlü ilişkinin dışsal nitelikte kurularak en basit hâliyle tüketime indirgenmesine neden olur. Bu raddede insan için kendisi de dahil her nesne sırf biçimsel ve dışsal olmak zorundadır. İnsanın kendisi de dahil her nesneyle kurabileceği biricik ilişki biçimi vardır, o da o nesneyi dışsal, sırf biçimsel biçimde tüketmektir.
Tüketimin öncelendiği bir toplum pratiğinden, tüketimin yegâne olduğu bir toplum pratiğine geçtik. Artık üretmek imkânsız bir şey, boşa bir uğraş, geçiştirilmesi gerekilen bir angarya; utanılarak, sıkılarak, gizli gizli yapılması gerekilen bir ayıba dönüşmüş durumda. İş, neticesinde alınacak ücretin dışında hiçbir kıymete, değere sahip olmayan bir zarurete dönüşmüştür. Aslına bakılacak olursa bu durum sadece iş ve emek vermekle, üretmekle sınırlı gibi dursa da insan hayatının geneline yayılmış durumdadır. Günümüz toplumunda hiçbir birey yaşamında kendisine tahammül edememektedir. Yapılan şey, son derece keyif verici olsa dahi bir an evvel yapılarak sonuca ulaşılmak istenen, dolayısıyla aslında geçiştirilen bir angaryadır. Anın tadı, kişinin kendisini tatmin edişine indirgenmiştir. Yaşamak büyük bir bocalama ve zorlanma serüvenidir. En uç örneklerde dahi insan, keyif almaya bağımlılaştığı ve asla yaptığı şeyi içselleştiremediği için sürekli bir heyecan arayışı içinde olmak, sürekli kendisini dışsal biçimde tatmin etme mücadelesi vermek zorundadır. Onu bu girdaba atan ve onu bu girdapta tutan şey, nesneyle kurduğu ilişkinin yozlaşmış olmasıdır. En uçtan, en sıradan, gündelik yaşantılara kadar insanı kendisine köleleştiren bu yozlaşma, onun varoluşsal buhranını besleyen ana kaynak ve onu kendi olmaklığından koparan süper yalnızlığın özü durumundadır. Bu özü parçalayıp atmak ise hiç de zannedildiği kadar kolay değildir. Çünkü sorun, bireyde tecelli etse de toplumsaldır.
Hegel’e göre, gerçek (realite), bütün şartlarda ve bütün zamanlarda, belirli toplum ya da siyaset durumuna uygulanan bir vasıf değildir asla. Tam tersine, Roma Cumhuriyeti gerçektir. Ama, onun yerine gelen Roma İmparatorluğu da gerçekti. 1789 Fransız monarşisi öylesine gerçek-dışı, yani her türlü zaruretten öylesine yoksun, o kadar akıl-dışı oldu ki Hegel’in sonsuz bir coşkunlukla anlattığı büyük Fransız Devrimi tarafından yıkılmak zorunda kaldı. Yani, burada monarşi gerçek değildi. Gerçek olan devrimdi. (ENGELS, 1962)
Emeğe yabancılaşmayla açığa çıkan tüketim kültürü (kültürsüzlüğü), insan varoluşuna ters düştüğü oranda gerçek dışıdır ve yıkılma zarureti içindedir. Bu zaruret onu, varlığını daha şiddetli savunmaya, böylece de daha emperyal olmaya; tahakküm altına almaya dayalı yayılıma mahkûm etmektedir. Sınıflı toplumun yozlaştırıcı etkisi arttıkça sahteliği de artmaktadır. Sınıflı toplum sahteleştikçe varlığını müdafaa etmeye ihtiyacı da aynı oranda artmaktadır. Sınıflı toplumun varlığını müdafaa etme zarureti, onu -ister istemez- emperyal ilişkiler ağının içine çekmekte, koyulaşan emperyal ilişkiler kendilerini sınıflı toplumun varlığını müdafaa etme zorunluluğu içinde gerçekleştirerek Emperyalizm özleşmesine ulaşmaktadır. Nihayetinde sınıflı toplum Emperyalizm aşamasına geçmiş, kendi sahteliği içinde Emperyalizm olgusunu üretmiş olur.
Öyleyse denebilir ki Emperyalizm, sınıflı toplumun gerçek dışılığındaki artışın bir dışavurumudur. Sınıflı toplum ve onun temellendiği üretim tarzı (üretim-tüketim ilişkileri bağlamında) toplumu yozlaştırdığı oranda kendi varlığını sürdürme imkânı bulmaktadır. Esasen onun toplumu yozlaştırması, kendi varlığını sürdürme amacına uygun hareket etmesinin doğal bir sonucudur. Buradan iki sonuç çıkmaktadır. 1) Sınıflı toplum gerçek dışıdır ve gerçek dışı olduğu oranda varlığını sürdürmek için çaba sarfetmek zorundadır. 2) Toplumdaki yozlaşma, tüketim kültürünün (kültürsüzlüğünün) açığa çıkışı, sınıflı toplumun kendi sahteleşen varlığını sürdürme çabasının doğal bir sonucudur.
Gerçek dışılık, sınıflı toplumun insan varoluşuyla ters düştüğü noktada gerçekleşmektedir. Sınıflı toplumun insan evrimine külfet teşkil ediyor olması, onun akıl dışı varlığını gözler önüne sermektedir. İnsanın aptallaştığı, değersizleştiği, kendisini hissedemez noktaya geldiği bu akıl dışı durum, insanın gerçekliği bağlamında ortadan kaldırılması gerekilen bir soruna dönüşmektedir. İnsan, özünden gelen bir istençle bu sorunu çözme adına türlü yollara başvurmakta, fakat başvurduğu çözüm yollarının hiçbiri onu çözüme götürmemektedir. Çünkü insan en başta içinden gelen bu çözüm istencini anlayamamakta, onunla ne yapacağını bilemediği için onu da tatmin etmeye çalışmaktadır. Fakat insanın gerçek dışına duyduğu öfke, gerçek dışı yollarla tatmin edilerek dindirilemez. Nitekim dindirilememektedir. Nihayetinde şiddetini artıran gerçekleşme istenci insanı çılgınlığı yahut bağımlılığa götürmekte; onu kendi olmaklığından kurtaracak türlü yollarda kendisini harcamaya itmektedir. Evrimsel/diyalektik bir gereksinim olan gerçekleşme istenci, kendisine engel olan sınıflı toplum gerçek dışılığı ile mutlak surette çatışma hâlindedir. Bu çatışmadan zaferle çıkacak olan elbette ki gerçekleşme istenci olacaktır, fakat bu zafer insandan ne alacak, ona ne verecektir, işte burası muammadır. Çünkü insan bu zaferin öznesi değil de nesnesi olmayı seçerse, öznesi olacak cesareti ve iradeyi gösteremezse muhtemeldir ki gerçekleşme istencinin zaferi insan içinde son derece yıkıcı olacaktır.
Bu istem yorucu ve neredeyse ateşli ve taşkın bir çabaya, insanları duygusal, sıradan ve bireysel sorunlara gömülmekten çekip çıkaracak ve bakışlarını yıldızlara çevirecek olan bir uğraşa karşılık düşer; sanki tanrısalı bütünüyle unutmuşlar ve tıpkı solucanlar gibi kendilerini çamur ve su ile doyurma noktasında durmaktadırlar. (…) Tin şimdiye değin içinde var olduğu ve imgelediği dünya ile bozuşmuştur ve onu geçmişe gömme düşüncesini taşımaktadır: Artık kendi öz dönüşümünün emeği içindedir. Hiç kuşkusuz o hiçbir zaman dinginlikte değildir, tersine her zaman ilerleyen devimi kavramıştır. (HEGEL, 1986)
Tin; insan varoluşunun özünü teşkil eden evrimsel çekirdeğin kendisine aşkın içeriği, o, insanı gerçekleşme istencinde kendi yaratılışının sorumluluğunu almaya çağıran güçlü bir bilinç dışı durumudur. Fakat tin, mutlak surette bilince çıkmaya çabalayan bir olgudur. Bu olguyu bilince çıkartamayan insanlar, onun yakıcı kuvvetiyle tanışırken onu bilince çıkarma cesaretini gösteren insanlar ise doğaya doğru kararlı bir yolculuğu kendi içlerinde keşfetmektedir.
Tin, aynı zamanda, insan varoluşunun pratiğinde gerçekleşen eylemlerde biçimlenen bir manadır. Doğanın kendisini deneyimleyişinin eşsiz bir tecrübesi olan insan, kendi varlığını kendisinde yaratmak için yaşayan bir canlıdır. Her canlı gibi insan da bu süreci yaşamaya mecburdur. Nitekim yaşamı yaratmak, kaçınılmaz olarak canlının kendisini kendisinde hissetmesi biçiminde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla sınıflı toplumun, insanın elinden aldığı şey, insan için her şeydir. Bu nedenden ötürü tin, kendi deviniminde, yani doğanın devinimini kavrayışında sınıflı toplumla çelişmektedir.
Tinle sınıflı toplum arasındaki çelişki çağın ruhuna sıçradıkça sınıflı toplum için sönümleniş kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenden ötürüdür ki sınıflı toplum, yani Emperyalizm, tini uysallaştırmak, onu kendi arzusuna gömmek için çaba sarfetmektedir. Toplumun talepkâr dünyası, kâr güdümlü yaşantıyı insanlara öyle doğal, olağan yollardan dayatmaktadır ki insanlar bu girdaba kapılmış olmayı özgürlük addedecek derece bilinç sahteleşmesine maruz kalmaktadır. İçine doğduğumuz kültür, bütün ağırlığıyla üzerimize çökerken bizi, kendi akışına adapte ederek hareket edenin biz olduğuna inandırmaktadır. Fakat tin, ne kadar baskılanırsa baskılansın, hiçbir biçimde yok edilemez ve asla uysallaştırılamaz. O, sınıflı toplumu içererek aşmaya hem kararlı hem de muktedirdir. Dolayısıyla bu çelişkinin sönümlenmesi ancak tinin sınıflı toplumu içererek aşışıyla gerçekleşebilir.
Bugün sınıflı topluma karşı mücadele vermek, insan onurunun bir gereği olmaktan ziyade, insan evriminin insana dayattığı bir zarurettir. Eğer insan, evriminin kendisinden talep ettiği şeye değil de sınıflı toplumun talepkâr dünyasına uygunlaşma yolunu izlemeye devam ederse, bu durumda onun için yıkımdan, aşağılanmaktan başka bir sonuç görünmemektedir. O, kendi değerinden intihar etmektedir. Anlamlılığını yitiren bir varoluş sırf biçimselliğe düşmüş demektir. Bu da onun asıl varlığını, tözünü yitirdiği anlamına gelir. Nihayetinde bu varlığın ortadan kalkacağı ve yerine yeni bir biçimlenmenin, yeni bir sürecin başlayacağı, diyalektik olarak kesindir.
İnsan, kendi varlığını sürdürmenin bencilliğine sahip olmalıdır. Aksi taktirde sınıflı toplumun sahte varlığını sürdürme kararlılığı karşısında insanın edilgin pozisyondan etkin pozisyona geçişi mümkün değildir. Burada insan şu ayrımı yapmalıdır: Sınıflı toplumun, mevcut uygarlığın talepkâr dünyasında kazandığı (böyle zannettiği) benliğine mi, yoksa tinsel özünün dışavurumu olan doğal benliğine mi itibar edecektir?
Özkan Bakioğlu
Kaynakça
ENGELS, F. (1962). I.FEUERBACH VE KALİSK ALMAN FELSEFESİNİN SONU. İSTANBUL: Sosyal Yayınları.
HEGEL, G. W. (1986). TİNİN GÖRÜNGÜBİLİMİ. İSTANBUL: İdea Yayınları.
MARX, K. (2010). YABANCILAŞMA. ANKARA: Sol Yayınları.
Astrolojiden medet ummak ya da tekkelerde mum yakmak ile kitle iletişim...