Kaan EROĞUZ
Hararet’deki dostların Kemalist literatüre dair paylaştığı kitap listesiyle başlayan tartışma oldukça kıymetli iki yazı çıkardı ortaya. Emirhan arkadaşımın “Sosyalist miyiz? Kemalist mi?” yazısı[1] ve Saltuk Buğra arkadaşımın “Kemalizm Neden Hala Önemli?” yazısı, tartışmaya dair dikkatle okunması gereken bir çerçeve sunuyor.
Her iki arkadaşım da yazısına bir soruyla başlıyor. Sorular iyidir. Sorular bir “derdimiz” ve “arayışımız” olduğunu gösterir. Bugün bizim ikisine de ihtiyacımız var. Bu soruları gören, dışarıdan bir okuyucunun içeride yaşanan tartışmayı “bir ideoloji karmaşası” olarak görebilmesi muhtemel. Özellikle tartışmanın ilk yazısının “Kemalist miyiz? Sosyalist mi?” sorusuyla başlamış olması, “ya bu ya da bu” gibi bir ikilem içerisinde konuyu ele almaya dönük bir algının yerleşmesine sebep olabilir. Ancak ben bu soruyu ortaya çıkaran temel dinamiğin, ideolojik bir karmaşa veya arkadaşların Kemalizme ve sosyalizme bakışındaki farklılıktan ziyade, Türkiye’nin bugün önünde duran zorlukları aşacak devrimci teori ve yöntemin, siyasal söylem ve pratiğin oluşmasında Kemalizmin ve sosyalizmin bize ne gibi imkanlar sunduğunu anlama kaygısından ileri geldiğini düşünüyorum. Eğer bu bir niyet okumaysa ve bu tartışma tam tersi bir motivasyonla başlamış olsa dahi bunu düşünmemize sebep olduğu için ortaya çıkan iki yazıyı da önemli bulduğumu belirtmeliyim.
Somut Durumun Somut Tahlili
Bilimsel sosyalizmin büyük ustalarının kavramsal çerçevesini çizdiği tarihsel materyalizm, içinde yaşadığımız toplumun ve dünyanın maddi gerçekliğini anlamaya ve en nihayetinde onu değiştirmeye dönük devrimci bir yöntem edinmemizi sağlar. İçinden geçtiğimiz koşulların toplumsal gerçekliğini anlamak ve buraya “müdahale etmek”, somut durumun (ki Lenin’in dediği gibi gerçeklik her zaman somuttur. Soyut gerçeklik olmaz) somut tahlilini yapmaktan geçiyor. Bunu çok ayrıntılı teorik tartışmalara girmeden özetlemek istiyorum.
Yaşadığı krizlerle yeniden üretimini gerçekleştirebilen kapitalist sistem, 1970’lerin sonunda önemli yapısal krizlerinden birini yaşadı. Bu kriz, refah devleti modeli dediğimiz Keynesyen ekonominin terk edilmesi ve neoliberal birikim modeline geçilmesiyle neticelendi. Bu geçişin sadece merkez kapitalist ülkelerde değil, onlara bağımlı ülkelerde de sarsıcı etkileri oldu. Ulusal piyasaların, uluslararası sermayenin kurumları aracılığıyla daha da küresel sisteme bağımlı hale getirilmesi, emekçilerin “refah” döneminde kazandığı özlük haklarının gaspı ve artan sömürüsü, en özet itibariyle David Harvey’nin “sermayenin emeğe karşı taarruzu” olarak tanımladığı sürecin miladı oldu. Kapitalist sistemde her yeni birikim modeli, bu birikim modeliyle uyumlu yeni bir hegemonya stratejisini de beraberinde getirir. Neoliberal dönemin hegemonya stratejisi de ideolojik düzlemde “milliyetçi-muhafazakâr” eğilimleri içerisinde barındıran “Yeni Sağ” yaklaşımı oldu. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de “Demir Leydi” Margaret Thatcher bu dönemle cisimleşen liderler olarak ön plana çıktı.
Ülkemizde gerçekleşen dönüşümler dünyadan yalıtık olarak gerçekleşmiyor. Türkiye’de 24 Ocak Kararlarıyla başlayan ve bu kararların uygulanması için Amerikancı 12 Eylül cuntasının darbesiyle gelişen süreç, Türkiye’nin tüm siyasal, ekonomik, sosyal ve düşünsel alanlarıyla neoliberal küresel sisteme entegre edilme süreci olarak değerlendirilebilir. 1982 Anayasası’nın yürütmeyi, yasama ve bağımsız yargı karşısında kuvvetlendiren ve bir anlamda Türkiye’nin yarı-başkanlık rejimine geçişini sağlayan yapısı, Yeni Sağ’ın Türkiye’ye yansıması olarak okuyabileceğimiz “Türk-İslam Sentezi”nin “devlet ideolojisi” haline getirilmesi, emekçilere dönük artan siyasal ve ekonomik baskılar, yaşanan bu dönüşümün parçalarıdır. En özet itibariyle aktarmaya çalıştığımız bu dönüşüm, bugünün Türkiye’sinin siyasal ve ekonomik yapısını anlamak açısından önemlidir. Çünkü gerek, kapitalist-emperyalist sisteme bildirilen bağlılık, gerek “Türk-İslam Sentezi” adı verilen milliyetçi muhafazakâr siyasetin “devlet ideolojisi” haline getirilmesi, gerekse de yürütmenin ve “tek adamın” diğer siyasal erkler üzerinde artan etkisi, bugün yaşadığımız sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Tayyip Erdoğan’ın saray rejimi, Evren’in postalından çıkmıştır.
1980 sonrası başlayan bu süreç, dünyanın geniş coğrafyalarında olduğu gibi Türkiye’de de siyasal alanın olabildiğince “sağcılaştığı” bir süreçtir. 1991’de SSCB’nin dağılması, sermayenin sonsuz dolaşımı için küreselleşme dalgasının tüm dünyayı sarması, “tarihin sonu” denilerek neoliberal düzenin insanlığın vardığı “en yüksek aşama” olduğu dolayısıyla da buradan ileriye gidilecek bir nokta kalmadığı söylemi, post-modernizmin modernizm eleştirisinden de beslenerek bir aydınlanmacılık karşıtlığına dönüştü. “Meta anlatılar” denilerek aydınlanmacılığın insanlığa mal olmuş tüm düşünsel birikimi “antika” muamelesi görmeye başladı. Bu süreçte sosyalizmin geri çekilişiyle, Türkiye’de Kemalist devrimin kazanımlarına dönük saldırıların yoğunlaşması eş zamanlı olarak gelişti. Sermayenin kraliçesi Tansu Çiller’in 1994 yılında yaşanan ekonomik krizin “acı reçetesini” halkın sırtına yüklerken Kemalist devrimi hedef alan “son sosyalist devleti yıktık” söylemi veya biraz daha günümüze yaklaştığımızda Ergenekon-Balyoz davaları devam ederken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Devletin içindeki Sovyetler Birliği” çöküyor sözleri, egemen sınıfların Türkiye’de Kemalist devrime olan bakışlarını ve düşmanlıklarını özetlediği gibi, Kemalizme ve sosyalizme olan düşmanlıkları arasında “o mu yoksa bu mu” ikiliği kurmadıklarını, “Türkiye’de sosyalist bir modelin oluşum nüvelerini içermesi veya buna zemin sunacak asgari demokratik kurumsallaşmayı sağlaması anlamında” Kemalist devrime olan düşmanlıklarını her koşulda ifade ettiklerini göstermektedir.
Yirminci yüzyılın başında emperyalist-kapitalist sistemi tehdit eden iki büyük atılım olarak 1917 Bolşevik Devrimi ve 1923 Türkiye Milli Kurtuluş Devrimi, yüzyılın sonunda aynı çevreler tarafından yoğun saldırılara maruz kalmış ve geri çekilmiştir.
Türkiye’nin entelektüel hayatında bu politik baskı, kendisini “post-Kemalizm” olarak yakın dönemde kavramsallaştırılmaya başlanan yayınlarla besleme imkânı bulmuştur. Burayı yazıyı uzatmamak için açmayacağım. Nitekim Emirhan ve Saltuk Buğra arkadaşlarımın ortaya koyduğu yazılarının yanı sıra, kendisi yüksek lisans döneminden de sınıf arkadaşım olan Erhan Sandıkçı arkadaşımın yüksek lisans tezi bu konuda oldukça ayrıntılı ve bilimsel tespitler içeriyor. Post-Kemalizm parantezinde konumuz açısından esas önemli nokta, yukarıda özetlemeye çalıştığımız doğrudan karşı-devrimci sürecin entelektüel alandaki hegemonik ayağını oluşturan post-Kemalist dalganın, Türkiye’nin siyasal spektrumundaki birçok alanı etkilediği gibi sol/sosyalist harekete de tezahür etmesidir. Özellikle 1980 sonrası ülke solu, Cumhuriyet ve kazanımlarının eleştirisi üzerinden yükselen ve bunu en sert ve yıkıcı şekilde yapabildiği ölçüde kendisini “daha ilerici, daha solcu” ilan eden bir yanılsamanın içerisine girmiştir. Bu durumun en aşağılık noktası 2010 Referandumunda “Yetmez ama evet” çizgisinde billurlaşmıştır. Bu yüzden Erhan’ın yüksek lisans tezi okunmalı.
“Kemalizm İlhamlı Marksistler”
Emirhan arkadaşımın keyifle okuduğum yazısında Mao’dan alıntı yaparak aktardığı “armudun tadını bilmek isteyen, armudu yiyerek, değiştirmek zorundadır.” Alıntısı benim oldukça hoşuma gitti. Sol Kemalistlerin, sosyalizmi/komünizmi kastederek armudu yemeyi deli gibi merak ettiğini söylüyor. Doğrudur. Ancak ben bunun tersinin de doğru olduğunu iddia etmek istiyorum. Bugün sol/sosyalist veya kendisini komünist olarak tanımlayan siyasal aktörler de Kemalist devrimin yirminci yüzyılın başında gerçekleştirdiği büyük atılımın önemini daha fazla anlamaya ve bunları siyasal söylemlerine işlemeye başlamış bulunuyor. Bugün “Laiklik, Bağımsızlık, Kamuculuk, Cumhuriyet” sloganlarının sol/sosyalist hareketin temel mücadele hatları haline gelmesinde Kemalist devrimin yarattığı birikim yadsınamaz önemdedir. Bugün, kimlik siyasetiyle arasına mesafe koyan sol/sosyalist partilerin hepsinin siyasal söylemlerine dikkatle bakalım, 1923 Devriminin temel aldığı ve amaçladığı programın savunusu ön plana çıkmaktadır. Bunun gayet “somut gerçekliğe dayanan” sebepleri var, onları kısaca açalım.
Ülkemizdeki karşı-devrim süreci, AKP’li yıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. Tarikat ve cemaatlerin devlet içerisinde yuvalandığı, devletin yüz yıl önce olduğu gibi “saray” ve onun çeperinde kurumsallaştığı, egemenliğin ise “tek adamda” toplandığı bir siyasal rejim resmi olarak 2017 Referandumundan itibaren işlemekte ve en son 2023 seçimlerinde de gördüğümüz gibi günden güne gerici ve faşist niteliğini arttırmaktadır. Halihazırda tüm yasama ve iktidarı denetleme kabiliyetini kaybetmiş bulunan TBMM’nin, Hizbullahçı, IBDA-C’lilerle doldurulmasının bir adım ötesini tahmin etmek zor değildir. Kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bu ülkede emeğiyle namusuyla çalışan emekçi sınıfların “yaşam hakları” dahi tehlike altında bulunmaktadır. Malumun ilamını ve her gün, her saat yaşamak zorunda kaldığımız tabloyu burada uzun uzun anlatmayalım ancak buradan çıkan sonucu açıkça ifade edelim: “Bugün 1923’ün gerisine düşmüş durumdayız.”
Günümüzde, düzen içi muhalefetten sol/sosyalist partilere, tüm muhalefetin neredeyse ortak sloganı haline gelen “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” sloganını bayrak edinmesi bunun ispatı değil midir? 1908’in Abdülhamid’ine karşı bayraklaşan slogan, 2023’ün Abdülhamid’ine karşı yeniden kullanılmaktadır. Laiklik başta olmak üzere, cumhuriyetin tüm kamucu birikimini tasfiye eden, tüm çelişki ve eksikliklerine rağmen Kemalist devrimin ulus egemenliğine dayalı asgari demokratik programını ortadan kaldıran ve NATO’ya, IMF’ye biat ederek ülkenin bağımsızlığını yok sayan bir karşı-devrim iktidarına karşı Kemalist devrimden öğrenecek halen çok şeyimiz var. Bu, 1923 Devriminin tekrarı ve ezberini önkoşul saymak demek değildir. Bu, bu ülkenin devrimci birikiminden güç almadan ileriye dönük tek bir adım dahi atamayacağımızı ve önümüzdeki devrimci süreçte o birikimi kapsam dışında tutamayacağımızı göstermesi bakımından önemlidir.
Bir Fransız Marksistin jakobenizme ve jakobenlere bakışı neyse, bir Latin Amerikalı devrimcinin Jose Marti’ye veya Simon Bolivar’a veya Bolivarcılığa bakışı neyse Türkiye’deki bir Marksistin de Mustafa Kemal Atatürk’e ve Kemalizme bakışı da aynı öneme ve saygıya sahip olmalıdır. Kemalizm bizim trambolinimizdir. Biz ancak bu zeminden kuvvet alarak daha yukarıya sıçrayabiliriz. Kemalizmin ötesini düşünmemiz ise günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde bir tercih değil, bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Son olarak burayı açalım.
Yıllardır süregelen kapitalist sömürünün yıkımını insanlık daha fazla taşıyamamaktadır. Dünyanın en ücra köşesinde yaşayan insanların bile maruz kaldığı salgınlar, küresel ısınmanın sonucu olan felaketler, çölleşme, her türlü çevre kirliliği; gelir dağılımında sürdürülemez boyutlara varan bozulma, insanların onurlu ve refah içinde yaşama olanaklarının yok edilmesi, emperyalizmin etnik ve dinsel parçalanma siyasetinin yol açtığı çatışmalar, yoksulluğun, terörün ve savaşların sonucu olan kitlesel göçler; ABD emperyalizminin dünya hegemonyasını devam ettirme uğruna kışkırttığı çatışmalar ve yıkımlar, hepsinden önemlisi insanın kendisine yabancılaşmasının tarihin hiçbir döneminde olamadığı ölçüde derinleşmesiyle birlikte insanı yıkıma uğratması artık sürdürülemez hale gelmiştir. İnsanlık, ancak büyük kamusal projelerle alt edeceği sorunlarla karşı karşıyadır ve bu sorunlar ancak işçi sınıfı ve emekçi halklar ile ulusal bağımsızlığını ve egemenliğini korumaya çalışan, kendi ekonomisini ve politikasını emperyalizmin ihtiyaçlarına göre belirlemeyi reddeden güçlerin önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle çözülebilir. Yirminci yüzyıldaki ve günümüzdeki tüm eksik ve başarısız uygulamalarına rağmen sosyalizm, kapitalist sömürü sistemine karşı dünyadaki tek alternatif olmayı sürdürmektedir. İnsanlığın sömürüsüz, eşit, uyum dünyasını savunmak, bugün belki de hiç olmadığı kadar hayati hale gelmiştir.
Ben, bu ülkenin devrimci birikim ve kazanımlarından beslenen, dolayısıyla Kemalizmden ve Kemalist devrimden beslenen sosyalist, sınıf perspektifli bir siyasal hattın önemi ve doğruluğuna inanıyorum. Öyle sanıyorum ki bu, sosyal medyada sıkça görmeye başladığımız “Marksizm ilhamlı Kemalistler” söyleminden ziyade “Kemalizm ilhamlı Marksistler” söylemine daha denk düşüyor. Saltuk Buğra arkadaşımın yazısında değindiği gibi Kemalizmin “dört başı mamur” bir ideolojik söylemi karşılayamaması da bunda şüphesiz etkili. Ancak bu kavrayış, benim için kimi sol örgütlerin bugün yaptığı gibi “Kemalizmi araçsallaştırmak” anlamına gelmiyor. Kemalizme, “tarihsel materyalist bir gözle bakmak ve onu tarihsel koşullar içerisinde konumlandırıp daha ileri taşıma gayreti” anlamına geliyor. Avcıoğlu’nun dediği gibi Kemalist prensipleri, Türkiye’de sosyalizme açılamanın “doğal sonucu” olarak görenlerin de benzer bir kavrayışa sahip olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu noktada Saltuk Buğra arkadaşıma yeniden referans vererek, Kemalizmi tamamen kenarda bırakmanın, bugün, “Atatürkçüleri siyasetin/seçimlerin merkezine taşıdık” iddiasında bulunan, NATO’ya destek veren, açıktan açığa ülkede pogrom örgütlemeye çalışan aşırı sağ kuvvetlere terk etmek anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Kemalizm, NATO karargahlarında ideolojisi yazılmış bir siyasetin temsilcilerine bırakılamaz.
Sosyalist alternatifi kuvvetlendirmenin yolu Kemalist devrimi savunmaktan; Kemalist devrimin doğru tahlilini yapıp onun hedeflerini tastamam gerçekleştirmek sınıf perspektifine sahip sosyalist programa sahip olmaktan geçiyor. Türkiye’nin, karşı-devrimci güçler karşısında ilerici iki damarını temsil eden bu kuvvetlerin birliğinin sağlandığı tüm tarihsel anlar Türkiye’de devrimci yükselişlere sahne olmuştur. 1968 öğrenci ve işçi eylemliliklerine bakalım, Gezi Parkı protestolarına bakalım, hepsinde bu tarihsel gerçekliği görürüz. Önümüzdeki görev, bunu yeniden sağlamaktan geçiyor.
“Armut” bir arkadaşlar. Ve evet. Hepimiz yemek için sabırsızlanıyoruz.
Dostluk ve dayanışmayla…
[1] Emirhan Akman, “Sosyalist miyiz? Kemalist mi?”, Hararet, 6 Haziran 2023, bağlantı için bknz: https://hararet.org/kemalist-miyiz-sosyalist-mi-bir-serden-hayir-arama-yazisi-―emirhan-akman-yazdi/
Bir Tartışmanın Düşündürdükleri: Sosyalizm, Cumhuriyet ile Nasıl İlişki Kurmalı?