Geçinmek için günlük işlerde çalışmaya başlayan bir üniversite öğrencisinin günlüklerinden alınan bu satırlarda bölünmüş bir karakter bulacaksınız: Kültürel/bireysel beklentiler ile maddi gerçeklik arasında, tarımsal aile ekonomisi ile kurumsal hizmet sektörü arasında, “sınıf bilinci” ile “yanlış bilinç” arasında…


İlk tecrübem olacağı için merak ve bilinmezlik içindeydim. Yapabilecek miydim? Umutsuz değildim. Çünkü mecburdum. Sadece mecbur olduğum için değil, yapabileceğimi düşündüğüm için de rahattım.

Taksim’e biraz erken gittim. Metrodan çıkar çıkmaz sağ tarafta sahaf festivalinin başladığını söyleyen yazılara gözüm çarptı. Hemen girdim kitaplara bakmaya başladım. Beş yıldan bu yana İstanbul’un benim için ifade ettiği anlamın en önemli parçalarından biri bu festival. İstanbul’a ilk kez gelmişsin. Üniversite hayatının ilk günleri. Sahafların toplandığı alana gidiyorsun, müzik çalmaya başlıyor. Cebinde biraz para var. Hoşuna giden eski kitapları, gazeteleri, dergileri alıyorsun. Hayatı keyif alarak yaşamanın o günkü düşünceme göre ucuz, bugün anladığım şekilde pahalı bir şekli…

Bugün de aynı tadı alarak girdim kitapların arasına. Çalan müzikte de klişe denemeyecek eski güzel şarkılar… Ama zamanın kısıtlı olduğunu bildiğin için uzun boylu bakamıyorsun. İşte eski yazıyla birkaç gazete baktım, Orhan Veli’nin bazı yazılarının toplanmış olduğu bir kitabı biraz karıştırdım, o kadar. Saate bakıp geldiğim yola doğru döndüm. Eski şarkılar eşliğinde eski eserleri karıştırma zevkini daha fazla tadamayacaktım. Artık koşullar başka idi. Hayattan zevk almak değil, çalışmak, para kazanmak vardı.

Yeni “personel” girişi için gerekli “prosedür”lerden sonra yola koyulup “mesai” yapacağımız yere geldik. Yükleri taşı, kaldır, indir, diz, ört, bekle, dinle, yap, söyle… Başımızdaki herif işin kurdu olmuş bir uzman edasıyla akıl veriyor. Önemli bir kokteyl olacakmış. Son derece seçkin konuklar gelecekmiş. Dikkatli olunacakmış. Hizmette kusur edilmeyecekmiş. Biri bilmediğimiz bir şey sorarsa “Bilmiyorum.” değil, “Hemen öğreniyorum efendim.” denecekmiş. İlk işim olduğu için benim görevim boşları almakmış. Buyurun. Ne istersiniz. Hemen efendim. Bir şey arzu eder miydiniz. Şunu alabilir miyim efendim. Tabiî. Hemen…

Sergi öncesinde verilen bu kokteyle katılanlar epey “yüksek tabaka” adamlar ve kadınlar. Sanatçısı, aydını, eleştirmeni, ünlüsü, daha ne zıkkım varsa… Alan dar olunca masalar arasında dolaşırken konuşulanlara kulak misafiri oluyorum. Selâmlaştığı dostunun yakasında Türk bayrağı görünce “Sen milliyetçi mi oldun hah hah hah.” diye gülüyor bir kodaman. Öteki “eklektik” bilgilerden bahsediyor. Biri “Jean-Paul Roux’nun kitabını oku mutlaka!” diyor ahbabına. “Türklerin Tarihi’nden mi bahsediyorsun?” diyemiyorum tabiî. Benim statüm Jean-Paul Roux’lu teşrik-i mesailere değil kız çalışana yürürken Çin seddinin Cengiz Han’a karşı yapıldığını söyleyen avanak “kıdemli personel”in laklaklarına uygun düşer. Fakat ben Çin seddinin Cengiz Han’a karşı yapılmadığını biliyorum. Jean-Paul Roux’nun kitaplarını da şöyle bir karıştırmışlığım var. Ne yapalım. Burada davetli değil hizmetçiyim.

Kendimi bulunduğum konuma o kadar uzak hissediyorum ki gözüm hemen ressam bir dostumu arıyor. Belki o da bu sergiyi görmeye gelmiştir. Selâmlaşırız, ayaküstü muhabbet ederiz de hem davetliler hem hizmetçiler benim “gerçek” yerimin burası değil orası olduğumu görür. Nafile… Kodamanların konuşmalarına bildiğim yerlerden dalıp “kültürlü çoban”ı oynamaya hevesim de hiç yok. Orta derece bir topluluk olsa neyse de böyle herif ve karılar ukalâdır, bilgiçliği kaldırmaz. Var git işine. Akbaba gibi başında bekleyen “mekân sahibi” karının azarını da işitme. Kafamdakilere değil cebimdekilere göre belirlenen sınıfıma sadık kaldım, ilk iş günümü oraya buraya koşturarak ve “Daha ilk günden tembellik yapıyor, kovun bunu gitsin.” hükmüyle karşılaşmaktan çekinerek geçirdim.

Zannettiğimden daha yorucu saatler… Mevzunun esas aktörü olan şu eğlenen insanlara bakıyorum, bir de kendime. Çektiğim şeyi rasyonelleştirmek için bu kodamanların cebindeki para ile benim cebime girecek 60 lira arasında bir döngü sistemi kurmaya çalışıyorum. Gerçi kokteyl ücretsiz ama… Bunlar zengin olduğu için belediye paraya kıyıp etkinlik düzenliyor. Belediyenin organizasyon şirketine verdiği, miktarı meçhûl paranın bir kısımcığı bana veriliyor. Tamam, oldu. 60 lira.

Düşünüyorum. Geçen hafta köydeyken odunlarını taşıdığım eski muhtar bana 70 lira vermişti. Hangisi daha ağırdı? 250 kilo kışlık çalı mı, doluları taşıyıp boşları almak mı? Köydeki Ahmet amcanın odunlarını taşımak mı, kültür sanat muhabbetleri yapılan bir ortama garson olarak dahil olmak mı?

21 Eylül 2017, akşam saatleri