Birkaç gün önce atılan bir tweet şunu söylüyordu: “Benim gibi alt-orta sınıf ailelerden gelenlere sesleniyorum. Kesinlikle, tarih, edebiyat, sosyoloji, felsefe gibi bir bölüm okumayın. Aç insandan kimseye hayır gelmez. Muhakkak iş bulma ihtimali yüksek olan, sizi meslek sahibi yapacak bir bölüm seçin.” Kabul ve destek gördüğü kadar tepki de topladı.
Tepkilerin bir kısmı “sosyal bilimleri zenginlere mi bırakalım?” minvalindeydi. Hayır bırakmayalım ama buradaki cümlelerin tam anlamıyla ifade edemese de altında yatan çok ciddi gerçekler var. Aile evinde yl/doktora yapmanın konforu ya da bir şekilde vakitlice bir kadroya yerleşmiş olanlar karşısında bu kadar şanslı olamayan insanlar da var. Öncelikle en temel sorunu tespit etmek gerekiyor ki o da her alanda artık çok fazla insan olduğu sorunudur. Herkese yetecek burs, kadro, proje yok; ne yurt dışında ne de Türkiye’de. Hal böyleyken her şeyi idealizme, disipline, akıllı yahut bilgili olmaya, tutkulu ya da meraklı olmaya indirgeyen ifadelerin de bir anlamı kalmıyor. Bir yandan geçimini sağlamak için x meslek yapıp diğer yandan yl/doktora sürecini sürdürmeye çalışan insanlara liyakattan, tutkudan, idealizmden bahsetmek ayıp bir gevezelikten başka bir şey değil. Üstelik belirli konumlara gelmiş ya da belirli bir maddi sermayenin kaymağından beslenen insanların da derdi çekene şifa satması da bayat kaçıyor. Nitekim sıralanan şahsi hususiyetlerin kapıda kaldığı bir acı hakikatten söz ediyoruz burada ki o da sosyal bilimlerin sınıfsallığı meselesidir.
Dahası verilen bursların, dahil olunan projelerin ya da yerleşilen kadroların da ne kadar karın doyurduğu muamma. 2023’te de “bu işi karın doyurmak için yapmayacaksın” romantizmi de bir tuhaf. İşin maddi sermaye kısmıyla beraber kültürel ve simgesel sermaye boyutu da dahil olmak üzere herkes çıkarına binaen bu alana yatırım yapıyor. Yani tabiricaizse nihayetinde herkes ekmeğinde. Yıllarını kim bilir ne şartlarda geniş anlamda okumaya adamış insanların belli bir seviyeye geldiklerinde karınlarının belli bir düzeyde doymasını beklemek abes değil. Burada tartışılması gereken önüne geleni acımasızca öğüten makinenin[1] yarattığı yıkım karşısında sosyal bilimlerin ve beşeri disiplinlerin meşruiyetlerini nasıl sağlayacağı meselesi değil de nedir? Bütün bu olanlar romantik bir asketizm ya da zevk ü sefadan mest olunan bir uğraşıdan fazlası değilse yani bir çeşit hobi ya da tutku ise mesleğin epistemolojik hatta ontolojik meşruiyetini nasıl tahkim edeceğiz?
Titrek bir mum aleviyle önündeki masada yığılı tozlu kitapların üzerine kapanmış arkasında kitaplığı münzevi bir alimin ömrünü ilmi irfanı uğruna delicesine tükettiği bir “akademisyen” imgesi fazla bayat değil mi? Sosyal bilim sadece bilim değildir. Hele “bilim”, metafizikleştirilmiş bir ideal şeklinde tahayyül edildiğinde, uğruna hiç çıkarsız ömrü törpülenen mukaddes bir “fetiş” olarak tasavvur edildiğinde bütün epistemolojik bağlamsallığının içi boşaltılmış oluyor. Nazım Hikmet’in bir nüvesini sunduğu “sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin” idealizmiyle şiirselleştirilen “bilim için bilim” anlamında bir çıkarsız romantizmin anlamı yok. Öncelikle sosyal bilimlerin ayağının yere sağlam basması, bu anlamda bağlamsallaştırılması ve meşruiyetlerini -mükerreren- yeniden üretmesi gerekiyor.
Meseleyi yeni baştan ele alalım. 1. Sosyal bilimlerde para kazandıracak bir konuma yerleşmek çok zor. 2. Elde edilen konumun getirdiği para, doyurduğu karın muamma.
Şimdi yeniden işin adını koyalım, yukarıda sayılan pek çok şahsî ve afakî hususiyetlerin (tutkulu ve meraklı olmak, akıllı ve bilgili olmak, idealist ve adanmış olmak ilh.) yerini bulduğu takdirde dahi bir kadroya yerleşmek, burs sahibi olmak ya da projeye dahil olmak güç. Öncelikle Bourdieuyen anlamda alan’a dahil olmak önemli bir referans ve ağ şebekesinin içinde bulunmayı gerektiriyor. Böyle bir şebekenin içinde olunsa dahi sürecin işlediği vakit boyunca aç kalmayacak bir ekonomik sermaye de lazım. Ekonomik sermayenin kaymağından beslenemeyecek durumda olanlar eğitim ve kendine maddi imkânlar sağlayacak bir mevkiye yerleşme sürecinde uzmanı olduğu ya da uzmanlaşacağı alanın haricinde pek çok iş yapmak zorunda kalacaktır. Ki bu durum, maddi yük ve yarattığı ruhsal baskı bir tarafa, şahsın alana yönelik yapacağı çalışmalara ayırması gereken vakti çalışmaya ayıracağı anlamına gelir, bu, alandaki diğer şahıslardan kişiyi koparacaktır. Birileri harıl harıl çalışır, okur, yazar çizer üretirken, kişi para kazanma gailesinde olacaktır. Heyhat.
Diyelim ki artık bir burs sahibi olundu, bir kadroya girildi ya da bir süre idare edecek bir projenin bir parçasısınız artık. Bu ne kadar sürecek? Burs yahut proje kaç yıl sürecek, kadro sözleşmeli mi -ki çok yüksek ihtimalle sözleşmeli-, bütün bunlar bitince ne olacak? Bu süreç esnasında kişi ders mi vermeli, makale mi yazmalı, araştırma mı yapmalı, yemek mi yemeli yoksa? Ama pardon, epey idealist olduğumuz için bunları düşünmeyip yola devam edeceğiz. 3 yıllık projemiz, 2 yıllık bursumuz, 5 yıllık kadro sözleşmemiz sona erdi. Ana-babadan zengin değiliz, peki şimdi ne yapacağız? Ziyadesiyle liyakatlı oluşumuz bizi yeni bir kadro ya da projeye bağlayana kadar birkaç aylık vakit var diyelim. Bu süre içerisinde nasıl geçineceğiz? Aç açıkta işimize devam etmeliyiz. İlim bunu gerektirir çünkü tutkumuz var.
Bütün bunlar yazıya kaynak olan tweeti haklı mı çıkarıyor? Sosyal bilimler gerçekten zengin olunmaksızın okunmamalı mı? Ben buna katılmıyorum. Sosyal bilimlere eli yüzü bulaşmış bir kimsenin yaşadıklarından mütevellit “okumayın” kolaycılığına kaçmasını anlamakla beraber bunu sorumsuzluk olarak görüyorum. İşin doğrusu mesele göstermeye çalıştığım üzere bu da değil. Ancak kaynak tweetin altında yatan hakikatlerin de şuurunda olmak lazım. Üstelik mezkûr hakikatlerin sosyal bilimlerin ontolojik meşruiyetini sarstığı da bir gerçek. “Bu işi para için yapıyorsan yapma” diyerek sanki bu mesleği karın tokluğuna yapıyormuş gibi konuşan insanlar, güvencesiz, geleceği meçhul bir yaşamın kıyısından bile geçmemişler belli ki. Bu bağlamda kaynak tweeti “yeterince kumaşınız sağlam olursa paranızı da kazanırsınız” demeye getirerek eleştiren konformizmden kaçınmak gerek. İnsanlara yalan satmanın da alemi yok. Ama bu yola girmeye hevesli insanları caymaları için değil daha saldırgan, daha “kan kusturucu” olmaları için bir şeyler söylemek lâzım. İnsanlar nasıl bir canavarla karşılaşacaklarını bilmeliler.
Eğer sosyal bilimler akademisyenliği önünde sonunda aç kalınacak bir iş grubu ise sosyal bilimler meşruiyetini epistemolojik ve ontolojik olarak nasıl kuracak, yeniden üretecek? Bilim denilen şey tarihsel, kültürel, toplumsal bağlamsallığından bağımsız bir şey değil. Sosyal bilimlerin -tıpkı doğa bilimleri gibi- kendinden menkul bir kıymetleri yoktur. Dolayısıyla bilginin bile metalaştığı bir çağda sosyal bilimlerin varlık sebepleri tartışılır hale geliyor. Bunun yanı sıra maddî dar boğazdaki bilimsel alanların özgürlüklerini nasıl koruyacağı da bir başka mesele. Çünkü sosyal bilimlerle alakalı olarak üniversite kadrolarının daraldığı, maddi kaynakların azaldığı ve imkânların git gide daha az tatminkâr bir hale geldiği şerait dahilinde işin sınıfsallık ve meşruiyet boyutu dışında bağımsızlık ve varlığını koruma meselesi de kendini gösteriyor. Sosyal bilimleri salt keyif için yapılan bir pul koleksiyonculuğundan ayırmak lazım.
Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun şu sözleriyle bitireceğim:
“Özetle, bugünkü koşullarda akademik yaşamın iç yapılanışı ulus-devletin önceliklerine ve ‘Pazar’ tanrısının tekelci arz-talep terazisine kayıtsız kalamıyor. Tekno-bilim ve pazarlama ethos’unun ‘uygulamalı’ disiplinlere verdiği aşın primin, temel bilimsel araştırmalar yapmaya dönük doğa, insan ve toplum bilimlerini, hatta felsefe gibi tam da contemplatio’nun en fazla gerçekleşmesinin beklendiği alanlan pragmatik kaygılarla daha da olumsuz yönde etkilemesinden, karşılığında da bu disiplinlerin de Heidegger ve Adomo’nun uyardığı meslekleşmenin bile ötesinde, birer albenili ‘paket servisi’ne dönüşmelerinden korkulur. Pazarın gizli diktatörlüğünün yanında, ne zaman siyasi bunalıma düşse açıkça diktatörleşen rejimlerin tek çatı altında denetlemeye geçtikleri üniversiter eğitim kurumlarının bu tür eğilimlere karşı direneceğini, özgürce düşünen insan yetiştiren Universitas modelini sonuna dek sürdüreceğini düşünmek safdillik olurdu. Çoğu gelişen (!) ülkede istenilen insan tipi de bir tür insan-mal ve bu arada kendini tüketen kuldur; yoksa bıraktık özgür düşünen yurttaş idealini, ‘stajyer yurttaş’ bile değil.” Arayışlar, “‘Modern Çağ’da Universitas kavramına ne oldu?”
[1]Burada Makine diyorum çünkü “neoliberal kapitalist sistem” gibi artık neredeyse içi boşaltılacak raddeye gelinen bir kavramı tekrar etmek istemiyorum. Mütemadi olarak sisteme atılan suç bir yerde artık deterministik bir ruh hali yarattığı gibi sebebi sonuçla bağdaştırmaya sebebiyet veriyor. Çünkü failliği ortadan kaldıran bir ifade söz konusu. “Neoliberal kapitalist sistem/düzen” ifadesi, değiştirilmesi imkânsız, öyle olduğu için öyle sanrısına yol açan pesimistik bir determinizmi barındırdığı ölçüde bu ifadeden kaçınmak şahsi bir tercih. Makine lafzıyla “sisteme” bir faillik atfetme niyetindeyim, yani tarihsel anlamda teleolojik bir varılan son nokta anlamından sıyrılarak mücadele edilmesi gereken esas düşmana bir ad koyma derdindeyim.
Bir Tartışmanın Düşündürdükleri: Sosyalizm, Cumhuriyet ile Nasıl İlişki Kurmalı?