Erhan Sandıkçı

Sosyal bilimler pozitif bilimlerden farklıdır, kesinlik iddiası yoktur, yoruma açıktır, farklı bakış açıları vardır…

Her sosyal bilimciden duyarız bu sözü. Ama aynı zamanda şu sözleri de duyarız her sosyal bilimciden:

Bu memlekette herkes tarihçi kardeşim, seksen milyon siyaset bilimci yaşıyor Türkiye’de, ipini koparan uluslararası ilişkiler uzmanı kesiliyor, herkes hukuk âlimi olmuş, kıraathâneler iktisat profesörlerinden geçilmiyor, ayranı yok içmeye sosyoloji dersi veriyor millete…

Evet, sosyal bilimler metodolojik çoğulculuğu sebebiyle farklı yaklaşımlara açıktır ama anti-entellektüalizmin güçlü olduğu ülkelerde en güçlü yaklaşım her zaman câhil cesaretidir. Fizikten kimyadan farklı olarak nesnesi duygu, düşünce ve ilişkileriyle bizzat insanın kendisi olan sosyal bilimleri o nesnenin câhil cesaretinden korumak için havas ile avam arasında güçlü platformlar inşâ etmek gerekir. Bol dipnotlu akademik metinlerde üretilen bilgi süzülerek popüler mecralara aktarılmalı; televizyonda, internette, konferanslarda, anlaşılır bir dille yazılmış kitaplarda sıradan insana sunulmalıdır.

Fakat ne kadar uğraşılsa da alınacak yol sınırlıdır. İnsanların zihnî tembelliği, yeteri kadar boş zaman bırakmayan sosyo-ekonomik koşullar, devletin ve çeşitli ideolojik grupların siyasî çıkarlarına uygun yüzeysel anlatıları yayması, demagoji ve hamaset gibi duygulara hitap etmenin reyting, şöhret ve para getirmesi gibi birçok nedene bağlı olarak cehâlet bilgiye galebe çalar. Özellikle son iki etken yâni işin tüketim değil üretim bölümü yoğun bir şekilde propagandaya hasredildiği için durum tedavi edilemez bir yere doğru gidiyor. Hele düşünceden çok duyguya hitap eden kurgusal üretimler devreye girince araştırma ve tartışma zemininin yerini mutlak bir “tavır alma” talebi hattâ mecburiyeti alıyor.

Sayısız örnek arasından 2013 yılında TRT’de yayınlanan En Uzun Yüzyıl dizisini seçebiliriz. Dizinin Abdülaziz’in tahttan indirilmesini anlatan ilk bölümünde Serasker Hüseyin Avni Paşa darbe konusunu Askerî Mektepler Nâzırı Süleyman Hüsnü Paşa’ya açarken “Biz kaç kişiyiz, onu görmek gerek.” demektedir. Bu sahnede Ergenekon davasında darbecilikle yargılanan Tuncay Özkan’ın 2007 yılındaki Biz Kaç Kişiyiz hareketine gönderme yapıldığı açıktır. Aslında 2007’den 2013’e gelene kadar Biz Kaç Kişiyiz hareketi çoktan unutulmuştu, dolayısıyla göndermeyi fark eden pek kimse olmamıştır. Fakat bu diziyi izleyen birçok kişi Birinci Meşrutiyet denen tarihsel olayı mahkeme duvarı suratlı kötü adamlarla mâsum Osmanlı Padişahı gibi yüzeysel bir dikotomiyle algılamaya başlamıştır. Böylece popüler tarih ve siyaset algısı İslâmcı ideolojinin iddialarına göre şekillendirilmektedir.

2001 yapımı Deli Yürek: Bumerang Cehennemi, En Uzun Yüzyıl’dan çok daha fazla izlenen ve popüler tarih/siyaset algısına önemli etkiler yapan bir film. Yapımcısı Mustafa Şevki Doğan, yönetmeni Osman Sınav, senaristi Raci Şaşmaz. Bu isimleri iki yıl sonra yayına başlayacak ve yine popüler tarih ve siyaset algısını şekillendirecek olan Kurtlar Vadisi’nin jeneriğinde de görecektik. Oyuncu kadrosunda da benzerlik var. Oktay Kaynarca yine başrolün yakın dostu, Zafer Ergin yine kötü adam, Selçuk Yöntem yine baş kahramanın akıl hocası, Nihat Nikerel yine iyi adam. Kenan İmirzalıoğlu yerine Necati Şaşmaz’ı koyarsanız film bir nevi Kurtlar Vadisi’nin fragmanı gibi.

Çekimi Irak Savaşı ve 1 Mart tezkeresine denk gelen Kurtlar Vadisi’nin bu konuları işlemesi gibi film de kendi dönemindeki güvenlik sorunlarına odaklanıyor. Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK’nın terör eylemlerinin durulduğu, gündemi Hizbullah terörünün işgâl ettiği dönemde çekilen filmin olay örgüsü Gaffar Okkan suikasti etrafında dönüyor.

Filmin başlangıcında Yusuf Miroğlu asker arkadaşı Cemal’in düğünü için Diyarbakır’a gitmektedir. Cemal ile komando birliğinde PKK’ya karşı yapılan operasyonlara katılmışlardır. Sık sık flashback’lerle bu operasyonlara gideriz. Bir harekât sırasında bulundukları konum Cemal’in nişanlısı Eylül’ün evinin yakınındadır. Yusuf komutanı Bozo’dan Cemal için izin ister, eve gittiklerinde Eylül abisinin ölümüne ağlamaktadır. Komando Cemal’in müstakbel eniştesi PKK’ya katılmış ve çatışmada ölmüştür, hattâ Cemal’in de katıldığı bir harekâtta ölmüştür ama bunu Eylül’e söyleyemezler. Biri orduya komando diğeri örgüte militan yetiştiren iki ailenin arası açılmış, senaryoya göre iki aileyi Gaffar Okkan barıştırmıştır.

Gaffar Okkan’ın “devletin gülen yüzü” olduğu sık sık vurgulanır. Çünkü devletin bir de “gülmeyen” yüzü vardır. Hizbullah’ı destekleyen, faili meçhûl cinâyetler işleyen, devletle halkın arasını açan “karanlık” bir yüz. Film bu yönüyle bir anlamda 1996’daki Susurluk kazası ile başlayan derin devlet tartışmasını sinemaya taşıyor.

Düğünde Yusuf ile Cemal, Gaffar Okkan suikastiyle ilgili konuşurlar. Cemal’in bildiği bir şeyler vardır. Ancak Yusuf bunları öğrenemeden Cemal vurulur. Cemal’i öldüren tetikçiyi de uzaktan akrabası Abdi oracıkta temizler. Yusuf dönüş yolunda benzincide Abdi’yi komiser Doğan’la beraber görür ve garip şeyler sezer. Uzun lâfın kısası, Cemal, Hizbullah’ın devlet içindeki bağlantıları ortaya çıkmasın diye öldürülmüş, tetikçi de “ötmesin” diye ortadan kaldırılmıştır. (Bu arada Yusuf -tipi sanki Abdullah Çatlı’yı andıran- Doğan’ı gördükten sonra arabasına binip yola çıkarken karpuzcunun arabasıyla çarpışır. Bu sahnenin Susurluk göndermesi olduğunu zannediyorum.)

Dönmekten vazgeçip Abdi’nin peşine düşen Yusuf Hizbullahçılarla boğuşurken her şeyi uzaktan sessizce izleyen Bozo birden ortaya çıkar ve Yusuf’un yardımına yetişir. Sonra Kurtlar Vadisi’nin ilk bölümlerinde Aslan Akbey’in Polat’a derin devletin sırlarını açıkladığı sahnelerdeki gibi Bozo da Yusuf’a terör meselesinin arka plânı hakkında ders vermeye başlar.

Dananın kuyruğu da burada kopar. Buraya kadar Susurluk’un fikr-i tâkibi diyebileceğimiz film artık fantastik olaylara ve ilginç mesajlara yer vermeye başlar. Bu sahneler Türkiye’de komplo teorilerine duyulan şehvet derecesindeki ilgiyi harlamış, yıllar boyu “büyük oyunu görmeye” hevesli olacak bir düşünme biçimini beslemiştir. Yakın tarihte Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye yapıldıktan sonra İsrail’le tek devlet hâline getirileceğini iddia eden Erbakan’dan sonra belki komplo teorisyenliğini en çok yayan kişiler bu film(ler)in ekibi olabilir. Erbakan’ın Nakşibendî tarikatıyla olan bağlarını ve Deli Yürek ile Kurtlar Vadisi’nde imzası bulunan Şaşmaz ailesinin Kadirî tarikatındaki yerini düşününce bu durum pek de şaşırtıcı gelmiyor. Zira “mazlum benlik-zâlim öteki” ikiliği üzerine kurulu yüzeysel komplo teorilerinin sorgusuz itaate dayalı tarikat ve cemaatlerin yayınlarında ve “eğitim”lerinde önemli bir yer işgâl ettiğini biliyoruz.

Filme dönelim. Bozo, Orta Doğu’daki enerji kaynaklarından ve büyük güçlerin bölgedeki çıkarlarından yola çıkarak terörün dış desteğini izah eder. Fakat bu izah tarzı yapısal ilişkilerden çok kaçınılmaz mukadderat havası içindedir. “Derin” işlere komutanı kadar vâkıf olmayan Yusuf safiyâne sorar: “Bu kader değişmez mi?” Cevap: Hayır, değişmez, bu topraklarda gözü olan yedi düvel gelir ortalığı karıştırır, bir gün PKK’yı öbür gün Hizbullah’ı başınıza belâ eder. Yusuf’a hep bu tehlikeli işlere girmeyip kendini ateşe atmaması telkin edilir. “Bu oyunu bozmaya çalışan herkes ölür.” der Bozo. Devletle halk arasında iyi ilişkiler kurmak bir çözüm olabilir, ama Gaffar Okkan tam da bunu yapmaya çalışırken öldürülmüştür, yâni “çomak sokan ölür” yasası yürürlüktedir.

Bu kadir-i mutlak düşman tasavvuru, filmin üzerinden aşağı yukarı 10 yıl sonra yaygınlaşan bloglarda, forumlarda, Youtube’da, Facebook’ta yazılıp çizilen komplo teorilerinin de temelini oluşturacaktı. Dünyayı yöneten aileler, Illuminaticiler, güllük gülistanlık ülkede turuncu devrim yaptıran Soroslar, uzaktan kumandayla hükûmet düşüren Amerikalılar bu kadir-i mutlak düşman tasavvurunun farklı versiyonları oldular.

Filmin bütün suçu “dış güçler”e atarak “biz”i tamamen mâsum ve edilgen gösterdiğini iddia etmek hakkaniyetli olmaz. Üstelik yukarıda bahsettiğimiz üzere Susurluk ve faili meçhûller gibi konular üzerinden çuvaldızın devlete batırıldığını da görüyoruz. Ancak senaryodaki olay örgüsü ve karakterlere genel olarak bakıldığında bu rasyonel eleştirel tutum gölgede kalıyor. Hele bir “Kuzey Dakota’lı David” karakteri var ki evlere şenlik. Kasap Hasan diye bilinen Hizbullah’ın bölge imamı meğerse Amerikan derin devletinin yetiştirdiği, Kürtçeyi ana dili gibi konuşan bir Amerikalıymış! Yıllar önce bölgeye gelmiş, fiziği de Kürtlere çok benzediği için yabancı olduğunu kimse fark etmemiş!

Bu ayrıntılar bir kurgusal eser için ilginç unsurlar olabilir, ama neticede film gerçek hayatta var olan birtakım sosyal/siyasî sorunları ele alıyor ve Gaffar Okkan, Hizbullah, PKK gibi gerçek isimlerden bahsediyor. ABD’nin veya herhangi bir büyük gücün Orta Doğu’daki olaylara bigâne kaldığını, bölgeye yönelik politikalar geliştirmediklerini, istihbarat örgütlerinin sınırlarının dışında faaliyet göstermediklerini söylemek de gaflet olur. Ancak meseleyi “Kuzey Dakota’lı David” şeklinde resmettiğiniz zaman zihniniz, varlığı gerekli bir “yükü” atmış oluyor. Güneydoğu’daki aşiret ilişkilerini, tarikat ağlarını, laik eğitimin topluma nüfuz edemeyişini, insanları suça sürükleyen yoksulluğu, gençlerin örgütlerin kucağına düşmesini dert edinmenize ve bu sorunlara çözüm üretmenize gerek kalmıyor. Salt polisiye tedbirlerle, yabancı istihbaratçılara göz açtırmayan sıkı güvenlik politikalarıyla her şeyi hâlledebileceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Filmdeki eski albay Şeref karakterinin kirli ilişkilere girmesi dahi izleyicinin zihninde uyuşturucu ticaretinden elde ettiği kâr ile değil “hainlik” gibi psikolojik/kişisel gerekçelerle anlamlandırılıyor.

Filmi eleştirel olmayan bir gözle izleyen seyirciye panzehir olarak şu soruların sorulması gerekir: Türkiye’nin güneydoğusu (veya Sakarya’sı, Konya’sı, Bayburt’u …) Kasap Hasanların organik olarak yetiştiği bir toprak değil midir? Kuzey Dakota’dan veya başka bir yerden birileri gelmezse kardeşçe güllük gülistanlık yaşar gider miyiz? Yoksa bizzat kendimizde değiştirmemiz gereken özellikler var mıdır?

Filmin bu bölümündeki izah biçimi sıkı güvenlik politikalarının yanı sıra kişisel düzeyde “yüksek sadakat”i de çözüm yöntemi olarak benimsiyor. Tabiî bu öznel yaklaşım Türk toplumunda oldukça rağbet gören bir görüş. İnsanlar günlük ilişkilerindeki sevgi, dostluk, düşmanlık, sadakat, ihânet gibi rolleri siyasete de yansıtıyor. Cumhurbaşkanlığı Arşiv Dairesi Başkanı unvanlı kişinin İsmet İnönü’nün “İngiliz ajanı” olduğu için Musul’u İngilizlere verdiğini ve 12 Ada’yı da vermek istediğini ima ettiği bugünkü Türkiye’de bu düşünme biçimi hüküm sürüyor.

Ancak 20 yıl önce de durum çok farklı değildi. Eline tek kitap almamış birinin “Osmanlı neden yıkıldı?” sorusuna vereceği yanıt her zaman tek kelimeden ibârettir: İhânet! Fakat enteresan olan ömrünü okeye vakfetmiş bir “kıraat”hâne câhilinin değil, Kurtlar Vadisi’nin bütün ilimleri yalamış yutmuş bilge istihbaratçısı Aslan Akbey’in de aynı yanıtı vermesidir. Vadi’nin Aslan Akbey’i Bumerang Cehennemi’nde de Bozo karakteriyle ihânet-sadakat ikiliği içinden konuşur. Kasap Hasan’la bağlantılı elemanı sorgularken ondan gerekli bilgiyi almasına rağmen ağzına sıkar. Şaşkınlık içindeki Yusuf’un itirazına kendisinden emin bir şekilde karşılık verir: “Bu memleketin ekmeğini yiyip ihânet eden bir gün mutlaka ekmeği yediği yerden kurşunu yer.”

Bu söz zamanla anonimleşti, popüler muhafazakâr milliyetçi hamaset literatürüne yerleşti, kamyon arkalarından Facebook gönderilerine her yere yazılıyor. Belki ironik bir şekilde, devletin “karanlık” yüzünü eleştiren filmin (Bumerang Cehennemi) ve dizinin (Kurtlar Vadisi) unsurları tam da o karanlık yüzleri sâhiplenen çevrelerin ikonu hâline geldi. Dizide Pala (Cem Ersever) gibi kontrgerilla unsurlarıyla mücadele eden Polat, Abdullah Çatlı ile özdeşleştirildi. Filmdeki “Devlet halkına gülmemiş.” yakınmaları unutulurken “kurşun yedirme” ilkesi hatırlandı. “Belki ironik” dedim ama şaşırtıcı da değil. İhânet-sadakat gibi kavramlar ve hukuk çevçevesinin dışındaki “inisiyatif”lerin silahlı külahlı kahramanları öne çıkarılırsa hâliyle hamaset kültürünün esas sâhipleri sahneye çıkar ve verilmek istenen mesajın içini boşaltarak kendi dünya görüşüne göre doldurur.

Filmler ve diziler hayâl ürünü olan senaryolara göre çekilir. Bunları belgesel ölçütleriyle değerlendirmemek gerekir. Ama siyasî olayları işleyen eserlerde mevcut gerçekliğin simülasyonu yapılır. Bu simülasyonda gerçek dünyayı temsil eden unsurlar arasında birtakım ilişkiler ve olaylar gelişir. Bütün bunlar toplumsal gerçekliğin hakikatine dair birtakım iddialardır. Söz gelimi uzak bir galakside geçen bir filmde bile karakterler arasında dostluk, düşmanlık, aşk, kadın-erkek ilişkisi gibi gerçek hayatta karşılığı olan unsurlar vardır. Terör, devlet, uluslararası ilişkiler gibi konuları ele alan eserler ise bilim-kurgu filmlerinden çok daha kapsamlı “iddialar” ortaya koyar.

Bu iddialar açık ve nesnel bir üslûpla ifâde edilmediği için ancak izleyicinin algılama ve yorumlama şekline bağlı olarak anlaşılabilir. Deli Yürek: Bumerang Cehennemi’nin iddiaları özetle Orta Doğu’daki toplumsal sorunların Batı ülkeleri tarafından yaratıldığı, Batı ülkelerinin bu güce sâhip oldukları, devletin içindeki “hainlerin” de bu sorunların çözümüne engel olduğu, insanların yalnızca ahlâkî niteliklerinin var olduğu, yâni ya hain ya vatansever olabilecekleri, iyi niyetle veya en azından “hain olmadan” yapılan hatalar ve başarısız politikalar gibi teknik ölçütlerin var olmadığı, vatanseverliğin mutlak bir itaati gerektirdiği, hainliğin ise mutlak bir cezalandırmaya lâyık olduğu, örneğin derdest edilen bir suçlunun yargılanmadan infaz edilebileceği, fakat yine de bu sorunların çözülemeyeceği, çünkü düşmanların çok güçlü olduğu, ama hiç değilse Yusuf’un direksiyonu nişanlısına verip bazukayla Kasap Hasan’ı öldürdüğü final sahnesindeki gibi bireysel kahramanlıkların yapılabileceği şeklindedir.

Bu iddialar da doğal olarak komplo teorilerine olan yatkınlığı ve hamaset kültürünü beslemiş, toplumun siyasî ve sosyal hayata bakışını olumsuz yönde etkilemiştir. Sorunlar mazlum benlik-zâlim öteki ikiliğine, çözüm de ihânet-sadakat ikiliğine indirgenmiştir. Zâten Türk toplumunun psikolojisinde var olan bu algılama biçimi Osman Sınav’ın katkılarıyla derinleşmiş ve bugünkü medya düzeninde gerçekliği “ifşa” etmekten çok gizlemek için kullanılır olmuştur.