10 Mayıs’ta ve etkisinde çok kalmışlığımdan olacak 30 Mayıs’ta ikinci kez Atatürk Kültür Merkezi Türk Telekom Opera Salonu’nda La Bayadère balesini izleme şansına eriştim. (Her ne kadar koreografisinin ilk kez Marius Petipa, bestelerinin Ludwig Minkus tarafından yapıldığı, Rus İmparatorluk Balesi ilk kez sahneledindiği bilgilerine kolayca erişilebilse de, bu tür yazılarda genel bilgilerin usulen verilmesi adetleştiğinden bu adeti de yerine getirmiş olduk.) İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından başarılı şekilde sahnelenen La Bayadère balesi tek kelimeyle büyüleyiciydi.

Hikayenin arkaplanını katı ve keskin Hint kast sistemi ve onun eski zamanları oluştururken ana temaları aşk, kıskançlık, intikam, korkaklık ve acı gibi bir eseri klasikleştirmek için yeterince elverişli konular oluşturuyor. Özetle; sonradan cesaretinden şüphe edeceğimiz ‘cesur’ savaşçı Solor ve baş tapınak dansçısı (bayadère) Nikiya birbirlerine sonsuz aşk yemini ederler. Yüce Brahman aşık olduğu ve kendisini reddeden Nikiya’nın Solor ile olan aşkını öğrenir ve kıskançlığa kapılır. Bir sonraki perdede Solor’un savaşçılığını ve kahramanlığı duyan bir Hint Racası, onu kızıyla evlendirerek ödüllendirmek ister. Solor, Raca’nın bu isteğine Nikiya’ya olan aşkına rağmen karşı çıkmaz ve boyun eğer. Raca’nın kızı prenses Gamzatti ise Solor’un resmini görür görmez ona aşık olmuştur bile. Düğün hazırlıklarına karar verilmişken Nikiya’ya aşık Brahman, Raca’ya Solor ve Nikiya arasındaki gizli aşkın sırrını ele verir. Brahman Raca’nın Solor’u cezalandıracağını ve sonrasında Nikiya’yı elde edeceğini düşünse de olaylar hiç de öyle gelişmez. Gamzatti, Brahman’ı duymuştur, Nikiya’yı çağırtır, Solor’dan vazgeçmesi için onu ikna etmeye ve hatta ‘rüşvet vermeye’ çalışır. Gamzatti’nin boğucu ısrarından Nikiya deliye döner ve Gamzatti’ye saldırır. Perde Gamzatti’nin intikam duygusuna düşüşüyle kapanır. Bir sonraki perdede Solorve Gamzatti’nin ihtişamlı, haşmetli ve pırıltılı düğününden kesitler izleriz. Bir manada saray cariyelerinin, savaşçıların, Gamzatti’nin nedimelerinin, Solor ve ‘nökerlerinin(?)’ kendilerine özgü ama sert ama yumuşak üsluplu dansları ile görsel bir şölen yaşadıktan sonra hikayenin kırılma anı gelir; Nikiya’ya düğünde dans etmesi emredilmiştir. Solor tarafından ihanete uğramış Nikiya, hüzün ve sitem dolu figürler ve iç burkan müzik eşliğinde sahneyi doldururken; Gamzatti’nin intikam almak için gönderdiği meyve tabağından çıkan yılan tarafından ısırılır ve zehirlenir. Nikiya’nın zehirlenmesine dolaylı yoldan etki eden Brahman son pişmanlıkla Nikiya’ya panzehir vermek ister. Tam bu noktada, zehir Nikiya’nın bedenini ele geçirirken ve Brahman panzehri uzatmışken anlık bir olay meydana gelir. Solor Nikiya’nın zehirlendiğini görür, harekete geçmek ister, Raca tarafından durdurulur; Nikiya panzehri alıp arkasını dönmüşken Solor’u Gamzatti’ye dönük biçimde, kendisine arkasını çevirmiş olarak görür. O an Nikiya için ihanetin en kesinleşmiş halidir artık, panzehir şişesini yere fırlatır ve hayata veda etmeyi seçer. Brahman, Raca ve Prenses ile yüksek zümre sahneyi paniklemiş halde terk ederken Solor savaşta gösterdiği cesareti aşkta gösterememenin alçaklığı ve sevgilisinin kaybının acısı ile Nikiya’nın yanı başına koşturur, perde kapanır. (Vülgerize bir sınıfsal yorumla Brahman-Raca/Prenses-Solor arasındaki bağın tipik bir feodal bağ oluşturarak ezen sınıfı; Nikiya’nın ise kendini feda eden yahut kurban edilen ezilen sınıfı, Nikiya’nın mevcut düzeni kendisine tercih eden silahlı güce, Solor’a duyduğu aşkın bir tür “yanlış bilinç” olduğunu, Brahman’ın verdiği panzehri (din-inanç) kabul etmeyerek yanlış bilinci aşmak suretiyle kendisini ölümün kollarına bırakmasının çaresiz bir pasifizmi temsil ettiğini söylemek bilmem ne kadar isabetli olur.)  Son perde, ‘Gölgeler Krallığı’ Solor’un acıdan azade olmak için afyondan medet umduğu ve hayaller dünyasına daldığı perdedir. (Solor, istediği aşka sahip çıkamayıp istemediği evlilik bağına ve bu bağı onu dayatan güce boyun eğen, güçlü savaşçı imajının ardındaki zayıf ve iradesiz erkeğin dramını yansıtan bir karakter olarak parantez açılmasını hak ediyor. Politika, iş vesair hayatın alanlarında bizi istemediğimiz şeyleri yapmaya zorlayan güce karşı aynı çaresizlikle asli tutkularımızdan vazgeçtiğimizde, sonuç sadece hüsran doğurduğunda Solor gibi uyuşmak ve bu dünyadan kopmak için şu veya bu araca başvurmuyor muyuz? Hiçbir şey değilse bile kendimizi kandırışlarımız acıdan kaçmanın en kolay ve ucuz yolunu oluşturuyor.)   Önceki perdeler rengarenk, pırıltılı, cafcaflı bir örgüye sahipken bu son perde sade ve duru icrası ile önceki ‘dünyevi’ olandan farkını ‘ilahileşerek’ gösterir. Nikiya’nın ruhu ile rüyalarında, gölgeler içinde birleştiğini gören Solor, afyonun etkisinin geçmesiyle yeniden dünyaya, çektiği acıya döner ve daha fazla dayanamayarak intihar eder. (Başka bir final versiyonunda Tanrılar lanet yağdırır, tapınak yıkılır, Solor ve Nikiya’nın ruhları ‘berzah aleminden’ birleşir.)

Bu trajik öyküyü, sözden ve sözün yerini tutası abartılı jest ve mimiklerden azade bir sanatın, balenin, ince estetiği ile izlemek son derece etkileyiciydi. Sahneler birbirini izlerken sahnede gözü doyuran dekorlar, başka bir dünyaya gitmişlik hissi veren kostümler, yetenek ve becerileriyle her biri son derece değerli balerinler, baletler ve sahneledikleri hikaye arasındaki sessiz ilişkinin şahitliğini yapmak insanda rüya görmüşlük hissi bırakıyor. Özellikle son zamanlarda izlediğim tiyatroların icralarının ne denli kör göze parmak ve gittikçe yoğunluktan uzak, sığ bir şekle girdiğini gördüğümden beri anlam yoğunluğunun ne kadar anlamlı olduğunu La Bayadère balesiyle hatırlamış oldum. Aslında olayın tiyatrolarla sınırlı olmadığını, bütün hayata yayılan sözsel bir manasızlığın, içi boş konuşmaların, anlamdan uzaklığın hakimiyetinin mevcut olduğunu söylemek de mümkün. Kafa şişiren ve hiçbir şey söylemeyen bu kaotik zamanda sanat bir sığınak olacaksa bunu bale gibi sözden en arınmışları başaracak diye düşündürdü La Bayadère.

Dekor, kostüm ve koreografi uyumunun ise hikayenin içeriği ile son derece bağdaşır olduğunu ve verilen sanatsal emeğin oldukça değerli olduğunu söyleyebiliriz. Yine de La Bayadère’deki Oryantalist havaya ilişkin yapılan eleştirileri hatırlamamak maalesef mümkün olmuyor. Zira eski zamanların Hindistanı’nda geçen bir hikayede, Hint Racası’nın bir Pers padişahını andırması, yer yer Hindistan-dışı Doğulu unsurların sahnede ama kostüm ama dekor olarak yer alması yüz yirmi yıl önce bir Batılı’nın Doğu’ya olan karman çorman bakışına dair arkeolojik bir tespit yapmamızı sağlasa da; seyir zevki açısından daha isabetli seçimler yapılabileceği fikri de bir köşede kendisini göstermeden edemiyor. Yine de dekor, kostüm ve koreografinin bu küçük pürüze rağmen daha başından hikayenin trajik karakterini hissettirdiği ‘ürpertici’ bir güzelliği vardı La Bayadère’in.

Nikiya olarak Berin Kocabaşoğlu tüm hafifliğiyle ve kritik figürlerin üstesinden gelmesi ile yüksek yeteneğini gösteriyor. Solor olarak Yılmaz Berkay Günay cesur ve atak savaşçının aşkına ihanet ederek keder ve pişmanlığa düştüğü bedbaht halini yeri geldiğinden sertliğini gösterebilecek kadar keskin yeri geldiğinde hüznünü ifade edecek kadar yumuşak adımlarıyla oldukça başarılı şekilde ifade ediyor. Gamzatti’ye hayat veren Ami Naito, kıskanç ve şımarık prenses Gamzatti’nin haset ve elde etme isteğini bedeninin tüm kıvraklığını kullanarak şekle döküyor. Altın İdol olarak Can Bezirganoğlu’nun birkaç dakikalık fakat akıllara kazınan, zor figürlere olan ustaca hakimiyetini de zikretmeden geçmemek gerek. Sahneye koyan ve düzenleyen yönetmen Ayşem Sunal Savaşkurt karmaşık örgüye sahip hikayeyi tüm unsurları ahenkli bir şekilde sahneleyebilmesi ile alkışı doğal olarak hak ediyor. Seyirciye görsel bir şölen sunarak bu dünyadan parçalarla bambaşka, apayrı bir dünya yaratılabilmesi takdir ve tebrik edilesi. İstanbul Devlet Opera ve Balesi tüm emektarları ile içinden geçtiğimiz bu günlerde, sahneledikleri pek çok opera ve bale ile; bu yazı özelinde La Bayadère ile sanatın sığınak niteliğini pekiştiriyor, biraz olsun teselli bulmamızı sağlıyor. Tekrar izlemeyi umduğumu ve herkese tavsiye ettiğimi belirterek bu yazının da son cümlesini yazmış oluyorum.

M. Emre BİLGİ