Hararet çerçevesinde gelişen Kemalizm ile sosyalizm ilişkisi üzerine tartışmaları bir süredir takip ediyoruz. Bu mesele Türkiye sosyalist geleneğinde öteden beri tartışıldı, konuşuldu, çokça yazılıp çizildi. Öyle ki biz de bu tartışmaya meseleye en doğru biçimde yaklaştığını düşündüğümüz Gelenek dergisi çevresinden edindiğimiz birikimle dahil olmaktayız. Umuyoruz ki kaleme aldığımız bu yazıyla edindiğimizi düşündüğümüz bu birikimi doğru bir şekilde yansıtma şansını yakalarız.
Hararet’te bizden önce yazan birçok yazar bu ilişkiye pek çok açıdan yaklaştı. Kimi yazarlar Kemalizmin, sosyalist mücadeleye hazırladığı zemin açısından önemli olduğunu ve fakat artık aşılması gerektiğini, kimi yazarlar aşağı yukarı bu yaklaşıma katılmakla Kemalizmin sosyalistler için bir ayak bağı olmadığını, sosyalist gündemden de düşmemesi gerektiğini, kimi yazarlar Kemalizmin sosyalizm için bir sıçrama tahtası işlevi gördüğünü birtakım nedenlerle açıkladı, kimi yazarlar ise Kemalizm ile sosyalizm arasında bir kader ortaklığının varlığına inandığını belirtti.
Eni sonu üzerinde uzlaşılan husus, sanıyoruz ki, Kemalizm’in Türkiye’de sosyalizm için önemiydi. Ancak yine de bizce çözülmesi ve yanıtlanması gereken soru ve sorunlar var. Biz ise bu soru ve sorunları ifade etmekle tartışma alanını genişletmek niyetindeyiz.
Kemalizmin Neliği Sorunu
Bizden önce yazılan metinlerde gördüğümüz, Kemalizmin neliği sorununa açıklık getirilememiş olmasıdır. Öyle ki tartışmanın öteki yanındaki sosyalizm kavramının oldukça belirli bir yanı var iken Kemalizm’in neliğine ilişkin sorunun yanıtsız bırakılmış olması tartışmanın sağlığı için de oldukça zararlı görünmektedir. Bu yanıt verememe hali ya Kemalizmin kavramsal olarak neye işaret ettiğine ilişkin belirliliğin hiç olmamasından yahut da bir tanım ortaya koymak hususunda bilinçli bir kaçıştan ileri geliyor ki her ikisi de aşağı yukarı birbiri ile bağlantılı sorunlardır.
Hararet’teki Kemalizm/Sosyalizm tartışmasında, Kemalizme her dönem yüklenen anlamın ayrıklaşmasından ve üzerinde uzlaşılamamış olmasından bir nebze bahsedilmekle birlikte bir kapsam ve içerik belirleme çabası da sunulmuş ancak Kemalizm’i laiklik ve ilericilik/ilerlemecilik ile açıklamaktan öteye gitmemiş ve bunlarla da sınırlamış görünmektedir. Pek tabii ki bunlara bağımsızlıkçılık da eklenebilir. Ancak bu çaba da nihayetinde bir tanım çabası değildir.
Düşüncemiz şudur ki, Kemalizmi derli toplu bir programı ve yöntemi olan bir ideoloji olarak anlamaktan çok onu, tarihin bir aşamasında meydana gelen ilerlemeci, laik ve bağımsızlıkçı pratiğin Türkiye’deki yerel adlandırması olarak görmek yerinde olacaktır. Nitekim ona bir ideoloji demek, hem ideolojinin karşılık geldiği anlama uygun düşmeyecek hem de bu yolla ideolojiler tartışmasında karşı-devrimci tarafın simetrik karşıtı olarak konumlanmak onun bu topraklar üzerinde her türden karşı-devrimci gücün kendi gerici programlarını uygulamasında karşıtlık kuracağı bir araç haline getirilmesine imkan sağlayacaktır. Şöyle ki;
Her ne kadar neliğine ilişkin bir açıklama getirmek olanaklı olmasa da bu memleketin kurucu hareketi ile özdeşleşmiş Kemalizmin karşı-devrimci güçlerce olası bir toptan reddi, bu güçlerin halk nezdindeki meşruiyetine zarar vereceğinden Kemalizmin ilerlemeciliğini gerici burjuva reformculuğuna evirme, laisizmini bulandırma, anti-emperyalist tarafını ilga edip NATOcu yayılmacılığa paydaş olma ve Cumhuriyet devrimlerinin bütün ilerici mirasını bu yollarla politik olarak iğdiş etme, devrimci yönü inkılapçılığa indirgeme ve halkı politikadan arındırma niyetiyle kullanışlı bir araç olarak “Atatürkçülük” icat edilerek “Kemalizm” ideolojiler alanı içerisinde kötücül bir tarafa itilmiştir. Zaten hakimiyeti elinde bulunduran burjuva ideolojisi kendini bu alandan soyutlarken ideolojiler alanının kendisini de “özgür birey”in dahil olmaması gerektiği bir düzlem olarak imlemiştir. Ve bunun yanında da muhafazakar-gelenekçi toplamın, “yabancı” unsurlar taşıdığından bahisle “-izm”lere düşmanlık anlatısı Kemalizm açısından da işlenmiştir. Bu işlem, aynı zamanda kurucu hareketin yurtsever tarafının milliyetçilik ile, halkçı tarafının dinsellikle bulandırılması sürecini de desteklemiştir. Böylece Kemalizm hem ideoloji olarak hem de içeriği itibariyle toplumun hafızasında katmanlı ve kapsamlı biçimde yıpratılmıştır. Diğer bir deyişle, Kemalizm bir ideoloji olmak ile saldırıya açık hale getirilirken Atatürkçülük ise yurttaşa önerilen apolitik ve belki de ideolojiler-üstü “makbul” pozisyon olmuştur.
Tüm bu söylenenlerle ifade etmek istediğimiz Atatürkçülüğe karşı Kemalizmi hortlatmak veya onun savunusunu yapmak değil, Kemalizm üzerinden alınan karşı-devrimci pozisyona karşı durmaktır ve peşinen söylemek gerekirse bu tutum onun sahiplenilesi mirasına yüz çevirmek olarak da anlaşılmamalıdır. İşte sosyalistlerin Kemalizm mevzusunda alacağı konum budur. (Yazının ilerleyen aşamalarında sosyalistlerin bu konuda üzerine düşen göreve ilişkin öneriler sunulacaktır.)
Şu noktada belirtmek gerekecektir ki yazının bundan sonrasında Kemalizm kavramı yukarıda açıkladığımız sorunlar ve soru işaretleri ile birlikte kullanılacak olup bu husus göz ardı edilmemelidir.
Son kertede Kemalizm bizim için içeriği belirlenebilir olsa da sosyalist pratik açısından karşı-devrime konu edilmesi bakımından mücadele alanı oluşturulması gereken bir kavramdır.
Kemalizmin Uslu Çocuğu: Atatürkçülük
Eğer konumuz bugün sosyalistlerin Kemalizm ile ilişkisini tartışmak ise bunu yukarıda ifade ettiğimiz Atatürkçülük olmaksızın kavramak hatalı olacaktır. Öyle ki bugün Kemalizm, yalnızca karşıtlığı ile var olmakta, onun iğdiş edilmiş hali olarak görülebilecek olan Atatürkçülük içinde ise eser miktarda bulunmaktadır.
Yukarıdaki açıkladıklarımızdan yola çıkarak Atatürkçülüğün, Kemalizmin uslu çocuğu olduğunu söylemek yanlış bir tabir olmayacaktır. Bugün kendisini milliyetçi, muhafazakar, merkez sağcı, sosyal demokrat ve hatta doğrudan solcu olarak tanımlayan yurttaşların bunlarla birlikte Atatürkçü de olduklarını söylemeleri pek abes kaçmamaktadır. O halde biz Atatürkçülüğün türlü düzen siyasetine dahil olma yetisiyle ve her türden düzen siyasetini meşrulaştırma yeteneğiyle onun düzen içi bir konumlanış ve bir yönüyle gericiliğe hizmet eden bir içerik, biçim ve imkan taşıdığını söyleyebiliriz.
Yakın dönem siyasetinde Memleket Partisinin “Ne sağdan ne soldan Atatürk’ün gösterdiği yoldan” sloganı bunun cisimleşmiş hali olarak karşımıza çıkıyor. Ancak Atatürkçülüğün bu imkanı Memleket Partisine özgü de değildir. Örneğin, Turgut Özal’ın 10 Kasım 1989’da yaptığı Atatürk’ü anma konuşmasında2 İzmir 1. İktisat Kongresine yaptığı atıfla liberal ekonomi savunusu3, Erbakan’ın “Adil Düzen” adını verdiği ekonomik modelin “Atatürk ilkeleri” ile ne kadar uygun düştüğüne ilişkin Meclis konuşması, AKP’nin Milli Mücadele’nin dini motivasyonu ve güvenlik siyaseti üzerinden Atatürkçülük iddiaları, Alparslan Türkeş’in MHP’nin kurulmasındaki amacı CHP’nin Atatürk’ün yolundan ayrıldığı olarak ortaya koyması, CHP’nin öteden beri “ortanın solu”ndan yaptığı muhalifliğini parti içi değişen siyasi pozisyonlara rağmen Atatürkçülüğe yaslaması, en basitinden Baykal CHP’si ile Kılıçdaroğlu CHP’si arasında derin uçurumlar olmasına karşın her ikisinin de Atatürkçü olma iddiaları, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı “Emrine Amadeyiz” vurgulu 3 Ekim 1980 tarihli mektup4 ve hatta Fethullahçı dinci-gerici çetenin 15 Temmuz gecesi kendisine “Yurtta Sulh Konseyi” adını vermesi ve TRT’de okuttuğu tamamen Atatürkçü vurgularla bezeli bildirisi ifade ettiğimiz bu düşüncenin açık göstergesidir.
Böylece Atatürkçülük, kimisi için NATO’cu yayılmacılığın ve yağmanın kimisi için apolitikliğin ve politik konfor alanının, kimisi için emperyalist destekli darbeciliğin ve genelde de bütün karşı-devrimci güçlerin ve düzen siyasetinin bütün “renklerinin” kullanışlı aracı olmuştur ve dediğimiz gibi zaten bunun için icat edilmiştir.
Peki ya Kemalizm?
İlkin, genel kabul odur ki hem 1919-1923 arasında verilen mücadelenin hem de ardından gelen devrimsel sürecin sınıfsal karakteri yoktur. Verilen mücadele her ne kadar anti-emperyalist olsa da ulusal bir karakter taşımış ve ardından gelen devrimsel süreç de “ulus devlet” inşasını hedeflemiştir. Bu devrimsel süreç içerisinde atılan adımlar içinde kamucu bir taraf ve tutum var ise de esas itibariyle direksiyon sermayeden yana kırılmıştır. Çok detayına girmemekle tüm bu itibarla, yüzeysel de olsa bu sürecin burjuva devrimi karakterli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.”5 düsturu, hem direksiyonun sermayeden yana kırılmasıyla zaten olanaklı olamayacaktı hem de bu düstur günümüzden bakıldığında sınıf mücadelesinin önünü kapatma niyetinin de örtük göstergesi olarak anlaşılabilecektir.
Bununla birlikte 1920 TKP’sinin maruz kaldıkları ve ardından Cumhuriyetin kuruluş dönemi içinde komünizme karşı alınan sert önlemler de sınıf mücadelesi karakterli bir siyasete izin vermeme niyetinde olan ulus devlet inşası iradesinin ve sermayeden yana tavır almış olmanın önemli göstergelerindendir.
Diğer yandan kuruluş sürecinin diğer bir ayağı işbirlikçi saltanatın kaldırılması ve eşlikçisi İslamcılık dinamiğini yıkmak olarak öne çıkıyordu. Saltanatın karşısına halkçılığın, İslamcılığın karşısına laikliğin konması elbette ilerici bir tutumdu.
Yine de tüm bu anlatılanlardan çıkardığımız, kuruluş sürecinin ilerici, laisist, bağımsızlıkçı ve halkçı içeriğinin yanında sermayeci, sınıfsal karakterden yoksun, aydınlanmacılığının ve ilericiliğinin de sınırlı, süreksiz ve yüzeysel bir içeriğe ve biçime de sahip olduğudur.
Burada uzun uzadıya Türkiye’nin burjuva devriminin çözümlemesini yapmaktan kaçınacağız, zaten yazının konusu da bu değildir ancak aydınlanmacılık için de şunları da söylememiz gerekiyor. “Burjuvazinin aydınlanmadan anladığı (…) emekçilerin kendi ihtiyaç duyduğu niteliklerle donatılmasından ve işlerini görmesini zorlaştıran dinsel kurum ve ilişkilerin yeniden kurulmak üzere tasfiyesinden ibarettir. (…) Burjuva aydınlanma süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması boşuna değildir.” (Gelenek, “Burjuva Aydınlanmacılığın Tükenişi ve Sosyalist Aydınlanmacılık”, Gelenek 83, Şubat 2005)
Tüm bunlarla birlikte Metin Çulhaoğlu’nun şu tespiti de yerindedir: ‘Piyasa’, ‘rekabet’, ‘dolaşım serbestisi (sermaye)’, ‘toplumsal uzlaşma’, ‘girişimci özgürlüğü’, ‘sosyal diyalog’, ‘özerklik’, ‘yerelleşme’, ‘sivil toplum’, ‘temsili demokrasi’, ‘doğrudan demokrasi’ vb. (ve yerine göre ‘piyasanın yol açtığı kimi adaletsizlikleri azaltıcı müdahaleler’ ve ‘yoksullukla mücadele’). İşte, bunların istisnasız hepsi, Aydınlanmanın yarattığı birikimle doğrudan doğruya ilgilidir. İstisnasız hepsinin bizatihi kendisini ya da öncüllerini Aydınlanma düşüncesinde bulmak mümkündür.” (M. Çulhaoğlu, “Aydınlanma: Bizi Taşımaz, Biz Onu Taşırız”, Gelenek 83, Şubat 2005, s. 31-32)
Şöyle ya da böyle burjuva karakteri taşıyan tüm devrimlerin ilericiliği ve aydınlanmacılığının, esasında, sermayenin özgürleşmesi ile anlaşılacağı, diğer bir deyişle özgürlük kavram ve pratiğinin merkezine serbest piyasa ekonomisini alacağı, tüm yapıların bu merkezde tekrardan inşa edileceği ve dolayısıyla gerileşeceği su götürmez bir gerçektir. Bu nedenle tekraren söylemekte yarar olduğu üzere burjuvanın devrimci yanı tarihin bir dönemine sıkışarak yarım kalmaya ve sonrasında gericileşmeye mahkumdur. Kemalizmin ilericiliğini de peşinen bu biçimde anlamak mümkündür. Bu nedenle sırtımızı yaslayacağımız yer onun “ilericiliği” ve aydınlanmacılığının biçimi ve yöntemi değil, tarihin bir noktasında gösterdiği ilerici ve devrimci cürettir.
Öyleyse sözü çok uzatmadan sorumuza gelelim: Peki ya Kemalizm? Atatürkçülüğün, Kemalizmin uslu çocuğu olduğunu söylemiştik. Kemalizmi ise yukarıda karşı-devrimin konusu olarak ele alınması gereken bir kavram olarak saptamıştık. Bu bağlamda derli toplu bir saptama yapmak gerekirse Kemalizm; karşı-devrimci güçlerin ve karşı-devrimin konusu olarak, devletin içinde var olan askeri bürokrasinin ve yargı bürokrasisinin elit kesiminin vesayetinin kurulmasına kaynaklık ettiği iddiasıyla karşı-devrimci güçlerin baskıcı, tek-tipleştirici, anti-demokratik ve bunun gibi birçok kötülüğün müsebbibi bir ideoloji olarak gördüğü ve bu yolla düşmanlaştırarak onun ilerici, laisist ve bağımsızlıkçı içeriğini tahrif ettiği ve böylece kendi gerici programlarını halk nezdinde meşrulaştırdığı anti-Kemalist içeriğin karşılığı olmuştur. Ancak öteden beri, Kemalizmin içerisinde barındırdığı sermayeciliğe karşı bu karşı-devrimci güçler hiçbir eleştiri getirmemiş, getirmişse de bu eleştiri onu yeterince sermayeci olmamakla ve baskıcı olmak ile sermayenin serpilip gelişeceği bir alan yaratmaması açısından ortaya konmuştur. Öyle ki Aydemir Güler’in Türkiye’nin kapitalistleşme süreci için “işin sahibi burjuvazinin bile devrim diye adlandırmaktan kaçınmaya çalıştığı” tespiti oldukça yerindedir.
Nitekim yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Kemalizmin toptan reddi, halk nezdinde meşruiyet sorunları ortaya çıkarabileceğinden, Kemalizm kötücül bir ideoloji olarak tanımlanıp düşmanlaştırılarak ayrıştırılması yoluyla gerici güçler tarafından siyaset alanına karşı-devrimin konusu olarak dahil edilmiştir.
Oysa biz sosyalistler için Cumhuriyetin müspet kazanımları gerileyebileceğimiz son nokta iken onun sermayeci ve giderek gericileşen karakteri de sosyalist kavganın Türkiye’deki ilk noktasıdır. Bu nedenle Kemalizmin sermayeci ve kamucu olmayan yanlarının budanarak yeniden üretilmesi ve sınıf mücadelesi ile birleştirilmesi amacı sosyalistlerin ne konusu ne de gündemi olmalıdır. Zaten elde bir yöntem, program ve pratik var iken bu yeni üretimin işçi sınıfının mücadelesine bırak sıçrama noktası olmayı ve onu ivmelendirmeyi, katkı yapacak olması dahi kuşkuludur. Bu nedenle bizce -eğer bu anlamda ise- sol-Kemalizm üretimi gereksiz ve beyhude bir çabadır.
Şimdi bize denilebilir ki “Kemalizmin neliğini sorunsallaştırarak onu başı sonu belli bir ideoloji olarak görmekten (değilse de inşa etmekten) kaçınma önerisini sunuyor ve bunu karşı-devrimci güçlerin simetrik karşıtı olmamak adına önerdiğinizi söylüyorsunuz. Ancak yazının genelinde karşı-devrimci güçlerin Kemalizm üzerinden yıprattığı yurtsever, bağımsızlıkçı, laik ve ilerici değerleri savunmayı istemek de bunun simetrik karşıtı olmak anlamına gelmeyecek midir?”. Bu soruya yanıtımız “Hayır.” olacaktır. Söylediğimiz, aşağıda da açıkça ifade edileceği üzere, bu değerleri savunmak ve daha ileri taşımak için elimizde sosyalizmin var olduğu ve Cumhuriyetin sosyalizm ile taçlanması gerektiğidir.
Sosyalistlere Düşen Görev
Yazının bu kısmına değin birtakım saptamalar yapıp görüşler öne sürdük. Gelelim bu konuda sosyalistlerin Kemalizme yaklaşımı ve ilişkilenme pratiğine.
İlkin, biz bu ilişkilenme biçiminin bir görev ilişkisi olarak kurulması gerektiği görüşündeyiz. Bu itibarla sosyalistlere yüklediğimiz birinci görev Kemalizm hususunu sosyalist bir gündemin meselelerinden biri yapması ancak bunu anti-Kemalizm üzerinden gerçekleştirilen karşı-devrimci programların memleket sathında uygulanmasına karşı mücadele ile birlikte yürütmesidir. Ve bu gündemin de sosyalist bakış açısı ile Kemalizmin bir tanımını yapma ve varsa bile onun program ve yönteminin ne olduğunu ortaya koyma, yok ise ona program ve yöntem icat etme ve nihayetinde onu şöyle veya böyle işçi sınıfının mücadelesine kader ortağı yapma çabasına sahip olmaması gerekir.
Nitekim, Kemalizm Türkiye’de sosyalist bir mücadelenin “aşama”sı olarak değil sosyalist mücadeleye imkan veren koşulların zeminini oluşturan bir anlayış seti olarak görülmeli ve sosyalistler için onun mirasının ihtiva ettiği değer bir “aşama” olmasından kurulmamalıdır. Buna karşılık bugün geleceğe uzanmak isteyenlerin bu tarihi miras olarak sahiplenmemeleri olacak şey değildir. (Kemalizm… Var mı yok mu?, Aydemir Güler, Gelenek, Sayı 99, 2008)
Kemalizmin sosyalist değerlerle uyuşmayan içeriğinin budanarak buradan bir sol-Kemalizm üretmek veya onu sosyalist mücadelenin aşaması olarak görmek veya yeniden inşa etmek, karşı-devrimci güçlerin Kemalizmin yeniden inşasının simetrik karşıtı olmaktan öteye geçemeyecek ve bu bağlamda biz, karşı-devrimci güçlerin kurduğu oyunda oynamaktan da öte onların karşı-devrimcisi haline geleceğiz ki bu, hem karşı-devrimin karşısında bir yenilginin kabullenilmiş olduğu tehlikesine hem de asıl devrimci enerjimizin bu gündeme sıkışmasına yol açacaktır.
Bu da bizim bu konuda sosyalistlere önerdiğimiz ikinci görevdir: Cumhuriyetin tarihi mirasını sahiplenmek ancak devrimci enerjilerini yeni bir Kemalizm inşası yapmaya adamamak.
Ancak her şeyden önce sosyalistlerin görevi; kimlikçiliğe ve sol-liberal bataklığa düşmeden, halk dalkavukluğuna ve popülizme yönelmeden anti-emperyalist, laisist ve işçi sınıfının mücadelesini veren müstakil bir sosyalizmde, işçisiyle, genciyle ve aydınıyla halkı örgütlemektir. Çünkü biz biliyoruz ki ÖRGÜTLÜ BİR HALKI HİÇBİR KUVVET YENEMEZ!
Dipnotlar:
- “Kemalizm neden hala önemli?” Saltuk Buğra Yurteri https://hararet.org/kemalizm-neden-hala-onemli-%e2%80%95saltuk-bugra-yurteri/
- Ölümünün 51. Yılında Atatürk’ü Anma Toplantısı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: IV, Sayı: 16, Kasım 1989
- Turgut Özal’ın bu konuşması yalnızca İzmir 1. İktisat Kongresine yapılan atıfla ekonomik anlamda bir liberalizm savunusundan ibaret olmayıp liberalizmin neredeyse tüm niteliklerini Atatürk’e yaslayacak biçimde kaleme alınmıştır.
- https://haber.sol.org.tr/turkiye/12-eylulu-en-net-anlatan-mektup-emrinize-amadeyim-247389
- Onuncu Yıl Marşı, Faruk Nafiz Çamlıbel
Bir Tartışmanın Düşündürdükleri: Sosyalizm, Cumhuriyet ile Nasıl İlişki Kurmalı?