Türk düşünce hayatının bitmeyecek konularından birisi de Kemalizm ve Sosyalizm üzerine yapılan tartışmalar. Bu tartışma bitmez çünkü muhakkak ki bu ikili arasında bağlar vardır, aynı zamanda her yeni dönemde değişen güç dengeleri bu ikili arasında yakınlaşmalara ya da uzaklaşmalara sebep olur.

Kemalizm ve Sosyalizm (ya da daha kapsayıcı olması açısından sol) üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla liberal (veya o eksene doğru kayan) takımın kalem oynatmalarına denk geldik, burada “Kemalizm” adına oluşturulan bir adet cadı önce engizisyon mahkemesinde yargılandı sonra da “solu kirleten” bir adet günah keçisi olarak idama mahkum edildi. Daha sonrasında bununla da yetinilmedi solun da aslında “Kemalist” bağlara sıkı sıkıya bağlı olduğu, en azından o kökten yetiştiği ve bu yüzden doğuştan kirli olduğu sonucuna varıldı. Burada “Kemalizm” adı altında yaratılan öcünün gerçekliği bir kenara asıl görülmesi gereken Kemalistlerin ve sosyalistlerin kader ortaklığıdır, çünkü birine saldıran hikayenin sonunda ötekinin de üzerini çizmekten imtina etmeyecektir.

Hararet üzerinden başlayan tartışma ise bütün bunlardan çok daha değerli, çünkü bu tartışma salt “Kemalist mi yoksa sosyalist mi olmalı?” meselesi değil, aynı zamanda bu iki kavram arasındaki ilişkiye ışık tutacak yapıcı bir tartışma. Bu noktada kendi meramımı anlatmak, hiç yoktan bölük pörçük de olsa kafamda dönenleri yansıtmak istedim. Her ne kadar bugün “Kemalist” olma gibi bir iddiada bulunmuyor da olsam hayatımın bir anında ben de kendimi orada gördüm, daha sonrasında elimden geldiğince katkı sunmaktan çekinmedim. Elbet değindiğim kadar değinemediklerim de olacaktır, kimi noktalarda eksiğim de bulunacaktır ancak önemli olan doğrusuyla yanlışıyla bir katkı sunmak, hiç değilse yazılar üzerinden dönen bir polemiğe eklemeler yapabilmektir.

Şimdiden sürçülisan ettiysek affola diyelim ve başlayalım.

Kemalizm dediğimiz zaman akıllara gelecek olan ilk soru “hangi Kemalizm?”dir. Bu bağlamda Attila İlhan’ın “Hangi Atatürk” ismiyle kaleme aldığı kitap eleştirel bir biçimde okunabilir, Tanıl Bora’nın bu konuda ilgi çekici makaleleri olduğuna da değinmek lazım, benim için ise geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Zafer Toprak hocanın destansı bir çalışmayla yayınladığı “Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi” kitabı başyapıttır.

Burada “hangi Kemalizm?” sorusunun en büyük nedeni bu kavramın çok farklı çevreler tarafından sahipleniliyor oluşu, bugün kimileri açısından Celal Bayar da bir Kemalisttir, Bülent Ecevit de, ve hatta Kenan Evren de!

Dahası bizzat Gazi’nin sağlığında birbirinden farklı Kemalizm formülleri ortaya çıkarılmıştır. Celal Bayar’ın İş Bankası grubu, Recep Peker çevresinde gelişen Ülkü Dergisi, yetmezse Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör gibi aydınlarımızın başı çektiği Kadro Dergisi bunlara örnek gösterilebilir.

Çünkü karşımızda sınırları ve kalıbı net bir ideoloji yok! Zafer Toprak hocanın çözümlemelerinden yola çıkarak Kemalizm’i belki solidarizme doğru çekebiliriz, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasi yapı sonucu ideolojik spektrumun bir ucunun komünizme diğer ucunun ise kapitalizme bağlandığı bir süreçte bunun da bir geçerliliği kalmadı, dolayısıyla en soldan uç sağa kadar pek çok fikre eklemlenen bir Kemalizm gerçekliğine sahibiz. Aynı zamanda “en gerçek, hakiki, saf Kemalizm’in tam olarak neye karşılık geleceği” üzerine yapılacak hiçbir tartışmanın elle tutulur bir sonuca çıkma olanağı kalmıyor.

Bu noktadan sonra Kemalizm’e bir ideolojiden ziyade bir değer, hareket, ya da kurucu bir gerçeklik gözüyle bakmak ve solla ya da sosyalistlerle olan ilişkisine değinmek gerekiyor.

Karşımızda içinden akıp geldiği kaynak bakımından iki tane kardeş var. Her iki taraf da varlığını Fransız Devrimi üzerinden koşulluyor, dahası Jakobenizme referansta bulunuyor. Yine Marks’ın Rousseau üzerine fikirlerini ve Atatürk’ün Rousseau’ya yaptığı atıfları biliyoruz. Türkiye gerçekliği bakımından da bir kan kardeşliğinden bahsedebiliriz, bunun sebebi Atatürk ve Cumhuriyet kadrolarının İttihatçı kökleridir, bu kökler Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ta da vardır, İştirakçilik Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan kopuşla var olmuştur. Aynı şekilde Atatürk’ün de İttihat ve Terakki çizgisinden çok daha önce koptuğunu biliyoruz.

Ayrımın başladığı yer buradan sonrasıdır. Devrimci bir hareket olarak sosyalist düşünce sınıfsal kurtuluşu esas alır, Kemalizm’in devrimciliği ise ulusal kurtuluş perspektifi sunar. Daha sonrasında ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalistler eliyle verilmesi ve sosyalizmin öncesinde ulusal kurtuluşun bir zorunluluk olması bu gerçeği değiştirmez, neticede sosyalist düşünce adına varılacak son nokta öncesinde işçi sınıfının iktidarı sonrasında ise sınıfsız ve sınırsız komünist toplum idealidir, Kemalizm’in vardığı nokta ise yerli burjuvazisi ve tam bağımsız konumuyla kendi ayakları üzerinde durabilen modern Türkiye’dir.

Verilen referansların ortaklığı, ve örtüşen değerlerle birlikte bu ayrımın korunması önemli, kendimce sebeplerine de değineceğim, ama şimdilik burada duralım.

Sosyalistler açısından baktığımızda Kemalizm’i en ince ayrıntısına kadar incelemek ve tanımak önemlidir, bunun sebebi sadece köklerde yatanlar değil, Kemalizm aynı zamanda Osmanlı-Türk modernleşmesinin vardığı yerdir, Fransız Aydınlanması’nın yanında Anadolu ve Balkanlar’ın tarihsel ve felsefi birikiminden yükselmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodlarına yansımıştır. Bu bakımdan Kemalizm’i anlamak Türkiye’yi anlamaktır, Türk halkının geçmişinden bu yana yaşadığı duyguları hissedebilmektir. Neticede modern bir ulus yaratma ısrarının Balkan coğrafyasında yaşanan travmalarla ve Müslüman Türk halkının adeta kıyımdan geçe geçe Anadolu’ya çekildiği gerçeğiyle ve bu tecrübenin hissettirdiğiyle olan bağını kim yadsıyabilir?

Dahası karşımızda başarılı bir devrim örneği yatmaktadır. Bu aşamada izlenen taktik ve stratejileri kavramak en az Sovyet Devrimi ya da Çin Devrimi üzerine okumalar yapmak kadar kıymetlidir, çünkü Türkiye’nin devrimcileri ancak Türkiye’de devrim yapabilir!

Cumhuriyet sonrası siyasi düşünce ortamına geldiğimizde de çarpıcı ilişkilerle karşılaşıyoruz.

Kaypakkaya çizgisini ayrı tutacak olursak eğer Türkiye solu içindeki çeşitli düşünürlerin ve önderlerin hayatlarının bir döneminde Kemalizm tedrisatından geçtiklerini görürüz. 68 Kuşağı gençlik önderlerinin önemli bir kısmının Kemalist ailelerden gelmiş olması da boşuna değildir. Çünkü Kemalizm burada modernleştirici bir çizgidir, sınıfsal açıdan baktığımızda da eğitim yoluyla belli bir seviyeye gelen (ya da yükselen) kentli tabakaların Kemalizm’i sahiplendiğini görebiliriz. Çevremizde sıkça rastladığımız yanılgının aksine ilk uyananlar ve devrimci hatta sahip olanlar belli bir eğitim seviyesini yakalama ayrıcalığına sahip olanlardan çıkar, gerisi sonra gelir. Bu bakımdan kentli, eğitimli ve memur-bürokrat ailelerin Kemalist olduğu noktada onların çocuklarının çubuğu sosyalizme bükmesi olağandır, sosyalizmin bir kez daha gecekondulardan gelmesi sonraki dönemin (78’in) olayıdır.

Kemalizm ve sosyalistler arasındaki bir başka ilişki dönemsel yakınlaşmalar ile kopmalardır. Öncesinde “Kemalist” tanımını kullanan pek çok aydın 60’lardan itibaren solun da yükselişiyle birlikte Marksist düşünceye yakınlaşmış, 80’lerle birlikte solun geri çekilişi sonucunda ise bu durumun tersi yaşanmıştır, o aşamadan sonra sosyalist düşünceden gelen pek çok aydının kendisini yeniden “Kemalist” tanımıyla tarif ettiği, dahası ulusalcı yaklaşımların benimsendiği görülür. Doğan Avcıoğlu’nun ilk yazıları ile “Türkiye’nin Düzeni”ni yazdığı dönem arasındaki değişimi ilk durumun, Attila İlhan’ın 12 Eylül öncesi yazıları ile yaşamının son safhasında durduğu pozisyon arasındaki yaklaşım farkı ikinci durumun örneğidir. 

Burada bizlere anlatılanın tersini savunmak durumundayım. Sıklıkla solun Kemalizm’e yakın olduğu sonrasında ise Kemalizm’i tümden reddettiği ve bu yüzden etkisinin azaldığı savunulur, burada kimi doğru noktalar olabilir ancak Kemalizm ile sol arasındaki ilişkinin belirleyeni solun özgül ağırlığıdır! Solun güçlendiği dönemlerde Kemalistler sosyalizmin çekim alanına girmiş, solun güçten düştüğü ve etkisini yitirdiği süreçte ise Kemalistler de sağa doğru kaymaya başlamıştır.

Toparladığımız noktada, ya şimdi ne demeli?

Bütün bunların ışığında baktığımız vakit karşımızda sınırları keskin bir ideoloji yok, belli ilkeler doğrultusunda modern ve tam bağımsız bir ulusal cumhuriyete varan, ve vardığı ölçüde bu yapıyı müdafaa etme gayreti içinde olan bir değerler bütünü var. Bu bütün sosyalist siyasetle farklılaştığı kadar ortaklaşabiliyor da.

Sosyalistler açısından bu gerçekliğin dikkate alınması zorunluluktur, üstüne neoliberal yağmanın ve Türk-İslamcı karşı devrimin bulunduğu koşullarda bu değerleri benimseyen herkes kendisini nasıl tanımlıyor olursa olsun potansiyel müttefiktir, dosttur.

Ancak arada bir çizginin de çekilmesi zorunluluktur, çünkü sosyalist mücadele ulusal cumhuriyetin korunmasıyla yetinemez, sınıf iktidarını ve son kertede enternasyonal mücadeleyi gerektirir. Bunun bilincine varılamadığı yerde sosyalistler Kemalizm’in çekim alanına girerek zamanla kendi ideolojik hattından uzaklaşır, özellikle yenilgi yılları bunu göstermiştir, sosyalist siyaset kendi hegemonyasını kalıcı olarak kuramamıştır, işçi sınıfının kendi siyasetinden mahrum kalışı Kemalistleri de devletçi ve korumacı bir siyasete hapsetmiştir. 

Yine Kemalizm’in sağ eğilimlerden arınması sosyalistlerin Kemalizm’i üstlenmesiyle değil, kendi özgül ağırlıklarını artırmaları ve çekim merkezi oluşturmalarıyla gerçekleşebilir, 12 Eylül’den bu yana yaşadıklarımız aksinin mümkün olduğunu göstermekten uzak.

Bağımsız bir sosyalist siyaset Cumhuriyet Devrimleri’ne sahip çıkacaktır, ancak kendi perspektifinden eleştirmeyi de bırakmayacaktır, buradaki mesele Cumhuriyet’ten de ileri bir aşamaya ulaşmak adına yapılacak eleştirilerdir, Cumhuriyet’in gerisine düşme amacıyla yapılan eleştirilere karşı ise verilecek cevap bellidir. Emirhan Akman’ın tartışmayı başlatan yazısında Yalçın Küçük üzerinden verdiği örnek bu bakımdan hakikat niteliğindedir. 

Bütün bunlara ek olarak aşamacı yaklaşımların da krize girdiğini ve tıkandığını görüyoruz, hepsi için denilemezse de kendisini solda gören ve aynı zamanda Kemalist değerleri benimseyen pek çok dost farklı zamanlarda “önceliğin Kemalist Devrimi tamamlamak olduğu, sonrasında ise sıranın sosyalizme geleceği” üzerine kalem oynatmıştır. Buradaki kriz ise zaman içerisinde sosyalist perspektifin ertelene ertelene unutulmasıdır, bugün de CHP’nin il ve ilçe örgütleri “önce demokrasinin tesis edilmesi” gerektiğine karar veren “eski sosyalistler”le doludur. Çizginin net bir biçimde çekilmesi aynı zamanda bu yüzden önemli.

Sözün özü Kemalizm ile sosyalizmin Türkiye’nin mevcut durumunda birer kader ortağı olduğuna inananlardanım, ancak ortada olan kriz ve gerilimlerin ancak yurtsever değerlere sahip bir sınıf siyasetiyle birlikte aşılacağı şartıyla!

Ve bu memleket her türlü sürprize gebedir, yeter ki bizler mücadeleyi bırakmadan ilerleyelim, bulunduğumuz dönemde bizleri bir arada hareket etmeye zorlayan koşulları ise iyi bilelim.

Taylan EKİCİ