Hararet’in notu: Max Haiven’in Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri kitabından en etkileyici kısmı tadımlık olarak sitemize alıyoruz, tüm kitabın okunması dileğiyle.

Hayalgücünün Krizleri
“Sevgili okur, bir savaşın ön cephelerinde savaşmaktasın. Bu savaş, para ile yeryüzü, sermaye ile halk, açgözlülüğün pervasız ahmaklığı ile insanlığın direngen yaratıcılığı arasında sürüp gitmekte olan bir savaş. Belki içinde yaşadığın ekosistemi kar elde etmek amacıyla mahvettiler ya da mahvedecekler. Belki bedenin veya ruhun ya çökmek üzere ya da çoktan enkaz halinde, çünkü hayatta kalmana yetecek kadar para kazanabilmek için manasız, sıkıcı bir işte çalışmak zorundasın – belki de işini seviyorsun ama bütçe kesintileri ve rasyonalizasyon çağında her daim işten kovulma ihtimalinin gölgesi altında yaşıyorsun. Belki derinin renginden, memleketinden, dışarıdan algılandığı şekliyle cinsiyetinden veya cinselliğinden dolayı değersizleştiriliyor, bu değersizleştirmeyi önyargı, sömürü, tehdit veya yabancı düşmanlığı biçiminde yaşıyorsun. Bunların çoğu zaman ekonomik etkileri de oluyor. Belki güçlü ve yetkili bir pozisyondasın ve işini kaybetmemek için değerlerine ters düşen şeyler yapmak zorunda kaldın. Bu, bir türlü iyileşmeyen, daha da kötüsü yadsımaya çalıştığın bir yaran. Belki arkadaşlarının ve ailenin yoksulluk içinde yaşadığını, potansiyellerini gerçekleştiremediklerini, düzene yem olduklarını görüyorsun. Belki evlilikleri ve ilişkileri bitiren en büyük nedenin mali sıkıntılar olduğunu söyleyen istatistiklerin bahsettiği insanlar arasındasın ya da olacaksın. Belki onca yıl başarı peşinde koştuktan veya sürekli başarısızlığa uğradıktan sonra artık kendini tanıyamıyorsun. Belki başkalarının sömürülmesiyle elde edebildiğin ekonomik ayrıcalıkların, dünyanın öbür ucundaki genç insanların fabrikalara hapsedilmesiyle sahip olabildiğin (sana göre) ucuz iPod’un veya kıyafetlerin yüzünden vicdan azabı çekiyorsun. Belki çocukların iş nedeniyle senden uzağa taşındı veya ebeveynlerin parasızlık yüzünden bakımsızlıktan mustarip. Belki zor bela koruyabildiğin mutluluğun, rahatın ve yaşamın için ahlaki değerlerinden taviz vermek zorunda kalıyorsun. Belki de en basit ifadesiyle yoksul, borçlu ve ümitsiz bir halde sürükleniyor, ömrünün geri kalanı boyunca da değersizleştirilip sömürüleceğini hissediyorsun. Her ne olursa olsun, son derece şanslı veya hırslı değilsen, sevip değer verdiğin her şey ve herkes belli bir noktada o veya bu şekilde kapitalizmin hışmına uğraşmış ya da uğrayacaktır.
Kapitalizm ise krizde. Kriz kapitalizmin asla aşılamayacak, olmazsa olmaz bir parçasıdır. Bu yalnızca düzenleme eksikliğinden veya açgözlü bireylerden ötürü meydana gelen bir kriz değil, temelde ahlakdışı olan bir sistemin krizidir. Bu, küresel bir değer krizidir. Serbest piyasa ideologlarına göre, kapitalizm dünyadaki zenginliklere değer atfetmeye elverişli son sistemdir. İnsanların isteklerini, ihtiyaçlarını ve arzularını serbest piyasada bir araya getiren kapitalizm, (devletler tarafından denetlenip düzenlenmediği sürece) bir ayakkabıcının bir saatlik emeği, bir somun ekmek, bir nehir veya iTunes’daki bir şarkı gibi bambaşka şeylere doğru ve etkili bir biçimde değer biçebilir. Düşünceleri “neoliberalizm” terimiyle birlikte anılan bu ütopyacı hayalperestler, özü itibarıyla rekabetçi ve mal düşkünü olan insan doğasını harekete geçiren kapitalizmin en nihayetinde tarafsız işlediğine, piyasaların da eşitlikçi mübadele alanları olduğuna inanırlar. Elbette ki hakikat bundan epey farklı. Bugün piyasanın bizzat kendi değeri insan varoluşunun hemen her yönü hakkında söz sahibi olmaya çalışan kuşatıcı ve sorgulanamaz bir belirleyici haline gelmiştir. Bütün toplumsal, ahlaki, etik ve kişisel değerler, paranın değeri karşısında ikincil konumdadır. Bunun sonucunda da piyasanın ihtiyaçları olduğu düşünülen şeylerin hemen her durumda diğer bütün etmenlere baskın geldiği bir sistem ortaya çıkmıştır. Örneğin insanlık tarihinin en geniş katılımlı dünya liderleri toplantılarının birinde, küresel ısınma ve beraberinde getireceği iklim değişikliği felaketi karşısında bir türlü anlamlı bir eylem planının hazırlanamayışını düşünelim. Dünyanın dört bir yanındaki bilim insanlarının bu konuda daha önce görülmemiş ölçekte bir fikir birliğine varmasına, karbon salınımının halihazırdaki seviyelerde devam etmesi durumunda (çoğunluğu yoksul ve siyahi) milyonlarca (belki de milyarlarca) insanın hayatını ve geçim kaynağını kaybedeceği kanıtlanmış olmasına rağmen, bu toplantıda kapitalist piyasa ihtiyaçlarının daha önemli olduğuna, “iktisadi büyümeyi” riske atacak veya engelleyecek herhangi bir müdahalede bulunulmayacağına karar verilmiştir.
Ne yazık ki, aslında neyin değerli olduğu konusundaki bütün mantıklı düşüncelerin böylesine sapkınlaşması yeni bir şey olmadığı gibi şaşırtıcı da değil. Bu, her zaman her yerde ortaya çıkan bir durum. Sırf piyasalar daha düşük vergiler vermeyi, kaynaklara ve ucuz işgücüne erişebilmeyi talep ettiği için, dünyanın dört bir yanında insanlar ve topluluklar yoksulluk, hastalık ve çatışma içinde çürümeye terk ediliyor. Sırf piyasalar ülkelerin para birimleri, gıda fiyatları ve devlet tahvilleriyle pervasızca kumar oynayabilmeyi arzuladığı için, ülkeler ve halklar spekülatif yatırımlarla iflas ettiriliyor. Kemer sıkma politikaları çağında; hastaneler, emekli aylıkları, ruh sağlığı hizmetleri, okullar, üniversiteler, hatta kentsel altyapı hizmetleri krizdeki piyasanın kanayan yaralarını sarabilmek adına durduruluyor. Dahası, dünyanın dört bir yanında yeryüzünün, bireylerin ve emeğin değeri, kontrol edilemezliği ve sorgulanamazlığı gittikçe artan şirketlere ve bu şirketlerin hizmet ettiği o tanrıvari piyasaya kar ettirebilme kapasitelerine göre belirleniyor. Süreç sinsi sinsi ilerliyor. Bize, atmosferin değerinin en iyi şekilde “karbon kredileri” aracılığıyla kavranabileceği, bireylerin değerinin en iyi şekilde emek sürelerinin ücretlendirilmesiyle belirlenebileceği, okulların, üniversitelerin ve diğer kamu kurumlarının değerinin “müşterilere” sağladıkları mali “yatırım getirisi” üzerinden ölçülebileceği söyleniyor. Para her yerde hayalgücünün, yani birlikte yaşadığımız dünyayı kavrayıp ona göre hareket edebilmek için kullandığımız araçların tek ölçüsü haline geldi. Sonuç olarak, şu an karşı karşıya olduğumuz krizlerin hepsi ( ekolojik kriz, küresel piyasalardaki iktisadi kriz, kemer sıkma politikalarının neden olduğu siyasi kriz, yabancılaşmanın yarattığı toplumsal kriz, yer değiştirmelerle ortaya çıkan kültürel kriz, gıda krizi, su krizi, eğitim krizi, işyerine hapsolmanın yarattığı kriz) birer değer krizidir. Bu değer krizlerinde, piyasanın patolojik değeri, insanlığın çoğul değerlerine taban tabana zıttır.
Geçmiş çağlardaki krizler gibi bu çağın krizleri de kapitalizmin neden olduğu krizlerdir. Dışarıdan bakınca devlet krizi, liderlik krizi, finans, enerji veya tarım sektörü krizi ya da peşi sıra gelen birtakım ekolojik krizler olarak ayrı ayrı ele alınabilecek gibi görünen bütün bu krizler, hayatımızı ve yeryüzünü tüketen merkezi bir kural koyucu paradigmanın etrafında dönmektedir. Bu kitapta, kapitalizm, toplumsal yeniden üretimin “kumaşındaki” ölümcül bir arıza olarak temsil edilmektedir; bu arıza, neyin ve kimin değerli olduğu konusundaki anlayışımızı çarpıtarak ve bizi çoğunluğun çıkarları için değil, azınlığın kısa vadeli çıkarları için çalışan bir sistemi yeniden üretmeye zorlayarak iş görmektedir. Şu an karşı karşıya olduğumuz birçok küresel krizin, kapitalizmin doğası gereği meydana getirdiği krizler olduğunun kabul edilmemesi, hayalgücünün büyük bir fiyaskosudur. Hayalgücünü radikalleştirmeden de bu krizleri aşmak için umutlanabilmemiz imkansızdır. Söz konusu hayalgücü krizi birbiriyle ilişkili birkaç düzeyde birden meydana gelmektedir. Her şeyden evvel, bu kriz bir dargörüşlülük krizidir. 2008 ekonomik krizi Kuzey Yarımküre’deki (özellikle de bu kitabın konusunu oluşturan Anglofon Kuzey Atlantik ülkelerindeki) birçok insanı hayrete düşürmüş olsa da, Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ve nesiller boyunca finans piyasalarının tehlikeli dalgalanmalarına, talancı bir borç verme tarzına ve haraç benzeri borçlara maruz bırakılan coğrafyaların insanlarını hiç şaşırtmamıştır. Aslında “kemer sıkma politikaları’: belli bir açıdan bakıldığında, eskiden yalnızca kolonilere uygulanan ekonomik bir disiplinin Birinci Dünya’ya uygulanmasından, bütün içsel kusurlarına ve hatalarla bezeli rezil tarihine rağmen çıldırtıcı bir inatla dayatılan neoliberal bir ekonomik gündemden ibarettir. Benzer şekilde, Anglofon Kuzey Atlantik ülkelerindeki orta sınıfın büyük üzüntü yaratan zayıflayışı ve çöküşü de sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyetle ilişkili nedenlerle bu afilli statüye zaten hiç erişememiş, borcun ezici yüküne, yoksulluk ve sefaletle karşı karşıya kalma korkusuna ve “güvencesiz” (yarı zamanlı, geçici, gündelik, vasıfsız) çalışmaya nesillerdir aşinalık kazanmış kesimlere pek şaşırtıcı gelmemiştir. Diğer bir deyişle, halihazırdaki kemer sıkma politikalarının yarattığı krizler, yalnızca yakın zamana kadar küresel bir sömürü sisteminden öncelikli olarak faydalanan kesimleri şaşırtmış, yalnızca bu kesimlerin hayalgüçlerini sarsmıştır. Benzer şekilde, iklim değişimi, artan toksidite oranları, kuraklık ve gittikçe dengesizleşen hava koşulları nedeniyle ortaya çıkan küresel ekolojik krizin yarattığı endişeler, dünyanın dört bir yanındaki yoksul halkları, köylüleri ve yerlileri yıllardır etkileyen faktörlerin görece geç farkına varıldığını, söz konusu halkların bulduğu çarelerin de “Birinci Dünya” ülkeleri tarafından yıllar boyunca (genel olarak) ya sistematik bir biçimde savuşturulduğunu ya da patolojik bir biçimde bastırıldığını göstermektedir. Kapitalizmin asla krize girmediğine ilişkin düşünce, yalnızca imtiyazlıların sahip olabileceği bir imtiyazdır. Kapitalist krizler derinleşip genişledikçe, kendilerini bu krizlerden muaf görenlerin büyük bir kısmını (özellikle de Anglofon Kuzey Atlantik ülkelerindeki beyaz orta sınıfı) içine çektikçe, hayalgücü de tutunacak dal bulmakta zorlanmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz krizler aynı zamanda yönetim paradigmasıyla ilişkili hayalgücü krizleridir. Büyük bir gösteriş ve hevesle “tarihin sonunu” ilan edenler ve serbest piyasalara sonsuz ve sorgulanamaz bir değer atfedenler, Bedin Duvarı’nın yıkılışını takip eden son yirmi yıla damgasını vurmuş, umutsuz bir teslimiyet havasının ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Aslında dizginlenmeyen serbest piyasaların refah düzeyi yüksek, sürdürülebilir, barışçıl ve tatminkar bir dünya yaratacağına inanan pek kimse kalmadıysa da, siyasetçilerin ve politika üreticilerin büyük çoğunluğu nekro-neoliberalizmin artık zombileşmiş ideolojisinin büyüsü altındadır. Neoliberal politikaların beraberinde getireceği düşünülen bütün değerleri (refah, barış, yenilik) tehdit eden büyük çaplı ( ekonomik, ekolojik, toplumsal) krizler karşısında, ana akım siyasi yelpazede bulunan çeşitli unsurlar daha önce görülmemiş bir fikir birliği sergilemektedir. Bu hayalgücü yetersizliği, bayağılaşmış ya da beyni yıkanmış bireylerin kabahati değildir. Düzenlenmeyen kapitalizmden “başka alternatif yok” diyen Margaret Thatcher’ın bu meşhur sözü; halinden memnun birinin yukarıdan sarf ettiği sözler olmaktan çıkmış, dünyanın dört bir yanındaki hem alenen sağ hem de görünürde sol neredeyse bütün hükümetler tarafından kölevari bir teslimiyetle taklit edilmiş, krizle yoğrulan bu intihara meyilli sistemin kulak tırmalayıcı çaresizlik mantrasına dönüşmüştür.
Hayalgücü krizi çok daha derin, çok daha geniş bir krizdir. Ekonomik sistemler, bütün bu maddi serveti ve son derece gerçek emek ilişkilerini, sömürüyü, şiddeti, açlığı ve elle tutulacak ölçüde somut eşitsizlikleri üretebilmek için hayalgücüne yaslanırlar. İleriki sayfalarda ayrıntılı bir biçimde ele alacağım gibi, kapitalizm fabrika ve tarlalardaki işçileri acımasızca baskılamakla kalmaz, her birimizin hayalgücünü ele geçirir. Kapitalizm en temel düzeyde hepimizin kendimizi aslen yalıtılmış, yalnız ve rekabetçi ekonomik failler şeklinde tahayyül etmemize bağlı olarak ayakta kalabilmektedir. Kapitalizm, bu sistemi insan doğasının doğal bir dışavurumu olarak hayal etmemize, onun değiştirilemeyecek kadar sağlam olduğunu düşünmemize ya da arzulanabilecek başka bir sistem olmadığına inanmamıza dayanır. Daha geniş bir düzeydeyse değer atfettiğimiz şeyleri dönüştürerek, eylemlerimizi statükoyu yeniden üretecek faaliyetlere yönlendirmemizi sağlama işlevi görür.”
Syf. 7-14 arası.
Bir Tartışmanın Düşündürdükleri: Sosyalizm, Cumhuriyet ile Nasıl İlişki Kurmalı?