Emirhan Akman

Aslında Kazuo Ishiguro’nun Değişen Dünyada Bir Sanatçı kitabını bitirmem gerekli. Bir aydır süründürüp, bir günde bitirdiğim kitaplardan biri olmak üzereydi ama bilgisayarın başına geçince aklıma başka bir şey düştü. Bu arada bitirmem gerek kısmındaki ‘gerek’ sadece kendimle ilgili bir şey, yoksa bir yere bir şey yetiştirdiğim yok.  Bazen iki, bazen üç hatta bazen dört kitabı aynı anda idare etmeye çalışıyorum. Çok şey merak edip, alanı daraltamıyorum. Neyse bu başka bir yazının konusu olsun.

Hararet’in ismi nerede bulundu

Aklıma düşen şey beş arkadaş giriştiğimiz ve hâlâ yoluna devam eden Hararet ve onun akıbetiydi. Hararet’in ne olduğunu açıkçası biz de bilmiyoruz. Youtube yayını yapıyoruz, yazı yazıyoruz, tivit atıyoruz bazense sosyal medyada mecburen sadece kavga ediyoruz. Esasında Hararet ismi Kadıköy’de Nazım Hikmet’te demlenirken Kubbealtı sözlükten seçilmeden önce de biz kendi aramızda devamlı bir şeyleri tartışıyor, bazen sosyal medyada uzun uzun bunları yazıyorduk. Fatih’te Türk Ocağı’nda, Fındıkzade’de bekâr evinde ya da İstanbul’un muhtelif bir bölgesinde her görüşmemizde Türk modernleşmesi, kalkınma sorunları, Türkiye’nin güncel politik sorunları, altyapı/üstyapı gibi meseleler hep masamızın mutad mezesiydi. Bizim uzun vadeli derdimiz her bakımdan zorlu bir iş olan: Türkiye’de devrimi istemek, ona karşı iştiyak duymak, onun peşinde koşmak. Biliyoruz ki yol uzun, bazen ara yollar olabilir; olmalıdır da. Şimdi bu konularla birlikte, merak ettiğimiz başka şeyleri de kamuya açık bir alanda yürütüyoruz. Hararet aslında şimdilik merakımızın, bilme arzumuzun ve münazara isteğimizin bir sonucu. Bundan fazla olabilme ihtimali var, bunu hâyâl de ediyoruz. Her şeyin bir sırası olduğunu, bazen sebat etmek gerektiğinin de farkındayız. Bazen kendi aramızda Hararet’in ne olduğuna ve ömrüne dair sohbet ettiğimizde hep bir uyarı yaparız birbirimize: “Kendimizi ciddiye almayalım ama kendimize hep güvenelim.” Bunu özellikle yapıyoruz çünkü Türkiye’de kendini “fazla ciddiye alma” sorunu olduğunu görüyoruz. Halbuki maksadı başka olsa da bu türden hareketler fazlasıyla karikatürize olmak zorunda kalıyor. Hikâyenin sonu herkesin general olduğu, kimsenin er olmadığı; herkesin efendi olduğu kimsenin hizmet etmediği, herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin bir şeyi bilmediği mecralar yaratmak oluyor, nihâyetinde de hüsran bir kader oluyor elbette. Bu nedenle Hararet içinde hiç kimse hiç kimseyle yarışmıyor, birçok konuda farklı düşünmemize rağmen birbirimizi eksiltmek yerine tamamlamayı tercih ediyoruz. Mesela Saltuk herhangi bir dine inanmazken, sırf benim heyecanlanacağımı ve esaslı bir program olabileceğini düşündüğü için Marmara İlahiyat’tan Mustafa Öztürk’e ulaşıp Emirhan bunu sen sunmalısın diyebiliyor. Başka bir gün ise ben Saltuk’un Gün Zileli’yle program yapmak istediğini bildiğim için Gezi Parkı programına Gün Zileli’yi davet ediyorum. Basit şeyler gibi görünse de Türkiye’deki iş yapma/yürütme kültürünü düşününce hasetten uzak, birbirini tamamlamaya yönelik bu küçük örnekler Hararet’in geleceği için de umut veriyor.

Hararet’in dört temel derdi

Hararet’i kurarken bir manifesto/biz kimiz arası karışık bir yazı da yayınlamıştık. Orada:

“HARARET eski düzenden kalanların ve yeni gelenlerin teşhir mekânıdır.

HARARET dünyayı ve olayları, klişe şablonları aşarak kavrama çabasıdır.

HARARET herkesi birleştirmeye yönelik beyhude bir teşebbüs değil, çokluk içinde kendi iddiasını topluma sunma mecrasıdır.

HARARET, yükselmekte olan harareti gözler önüne serme ve Türk düşünce hayatına ihtiyaç duyduğu canlılığı kazandırma hedefiyle yola çıkıyor.”

Üstteki dört maddede açıklamıştık derdimizi. Özellikle Youtube üzerinden yaptığımız yayınlarda bu ilkeleri gözettiğimizi söyleyebilirim. Türkiye’de özellikle Kemalist ve Marksist çevrelerin sıklıkla eleştirdiği Tanıl Bora’yı ağırlamak, yine Kemalizm eleştirileriyle bilinen Gün Zileli’yle Gezi Parkı programı yapabilmek; her ne kadar son zamanlarda protest bir tavrı olsa da İslamcı Mustafa Öztürk’le tarihselcilik üzerine yayın yapmak normal şartlar altında Kemalistlerin işinin olmaması gerektiği düşünülen türden işlerdir. Biz bunları yaparken doğrusu gelebilecek her türlü eleştiriyi bilerek yapıyoruz, bu konudaki artık şablona dönüşmüş ezberleri hiç umursamazken, ezber içermeyen papağanlık yapmayan her türlü eleştiriyi de kıymetli buluyoruz. Çokluk içinde kendi iddiamızı sunmak, klişelerden uzak durmak diye açıkladığımız bazı ilkelerimizin en somut uygulanma hâli bu programlardır herhalde. Bunları yaptığımız için hiç pişman değiliz.

Haklılık cemaatleri

Türkiye’de toplum olma/ulus olma bilinci çatladıkça, parçalandıkça ideolojik anlamda da bir cemaatleşme meydana geldi. Bu cemaatleşme, cemaatlerin kendilerine bir aydın seçerek kendi “haklılık” pozisyonlarında kalmalarını sağlıyor. Böylece herkes kamusal tartışma alanlarını bir ring, kendini de her bir köşeye çekilmiş dövüş bekleyen boksör gibi görüyor. Bu aslında herkesin başkasına dilsiz, sağır, kör olmasını beraberinde getiriyor. Herkes haklı ama herkes İslamcılar karşısında mağlup, acep bu nece iştir diye soran kimse yok. Kemalistler, Sosyalistler, Liberaller, Kürtçüler herkes AKP tarafından adeta dövülmüş hâlde ama hâlâ birbirleriyle ilgili ortaklıkları keşfetmede cesur  ve istekli değiller. Hâlâ ringde, köşede pozisyonda kalmayı tercih ediyorlar. İşte Hararet kamusal alanı ne bir ring görüyor, ne de kendisini boksör tayin etmek istiyor. Sanırım bu nedenle de Hararet yayına başladığı günden beri taşlanıyor. Bunu taşlanıyoruz, oh demek ki iyi bir şey yapıyoruz anlamında övgüyle kabul etmiyorum, kabul ettiğim tek övgü taşları rahatlıkla göğüsleyebiliyor olmamız. Dediğim gibi kendimizi ciddiye almıyoruz ama kendimize güveniyoruz. Hararet bizim için bir araç, amaç değil; şimdilik çalışan ve hâlâ gidebilecek yolu olan bir araç. Yarın yol tükendiğinde Hararet değil, belki Zaruret kurulur, bu sefer orada yol alırız; en nihayetinde “Milli Mücadele yürütmüyoruz” sadece merak ediyor ve münazara ediyoruz…