İlk yazı Gazi Paşa yazısıydı.

Yazının başında “Bir Kemalist olarak siyasi iktidar istiyorum” demiş ve  Atatürk’ü anarken ve onu yaşatırken sadece ‘iktidar’da olan Atatürk olarak hatırladığımızı, tarihi şahsiyetlere aşırı yakınlık kurmanın-ki bu doğal- onlara aşırı ‘steril’ bakmamıza yol açtığını ifade etmiştim. Halbuki Atatürk’ün iktidarda değil, henüz merkeze/iktidara yürürken, muhalefette[1] olduğu ve birilerini ikna etmekle yükümlü olduğu dönemin 2020’ye, bize çok fazla şey anlatabileceğini iddia etmiştim. Karşımızda ‘ilkeli siyaset’ adı altında sunulan; hiçbir şeye dokunmama, hiçbir konuda yeni bir şey söylememe ve devamlı asr-ı saadete dönüş arzusu içinde olan bir güruh var. Bu bakış Atatürk’ün mücadele hayatı boyunca steril kalabildiğini sanıyor. Halbuki felsefeci Cengiz Çakmak hocanın da dediği gibi: “Hiçbir şey yapmayarak, steril(ölü ortam) bir yaşam sürerek temiz kalabilirsin ancak. Hayat, kirlenmeyi, masumiyeti yitirmeyi göze alarak yaşamaktır. Steril laboratuvar ortamında herkes iyi ve temiz kalır.” Yani aslında yola çıkan biraz kirlenir, bu kir ilkelerden vazgeçmek, nihai amaçtan sapmak değildir ama yolun da kendi dayatmaları vardır. Gazi sadece savaşsaydı belki hiç böyle konuşmak zorunda kalmayabilirdi ama o yeni insanı yaratmak için iktidarı almak gerektiğini biliyordu, bu sadece savaşarak olabilecek bir şey değildi; hem savaşacak hem de ikna edecekti. 

Kabul etmek gerekir ki bir Kurtuluş Savaşı içinde değiliz, yabancı bir düşmanla savaşmıyoruz ama yine de oradan meşruiyet arıyorsak Gazi’nin yolu bize hâlâ bir şeyler söyleyebilir, iddiam budur. Gazi’nin bazı dönemlerde meselelere yaklaşımı, yapış/ediş tarzı işimize yarayabilir diye düşünüyorum.

Devrimci Lafazanlık ve Gerçek

Başlarken önümüzde basit bir gerçeklik var, önce bunu kavradığımızdan emin olmalıyız.  Manzara şöyle görünmekte: İdeolojik olarak Türk-İslam sentezli bir faşizm denemesi ve onun tek adama dayanan yeni rejiminin kuruluşu. Kurtarmamız gereken şey öncelikle Cumhuriyet’in çatısı. Elimizdeki tek yöntem demokratik yöntemler, dayanmamız gereken tek güç halk. Başkanlık sistemi geldiğinden beri iktidar olmak isteyen her kimse 50+1’i almakla yükümlü, önümüzde sadece bir matematik problemi var ama bu problemi matematikten ziyade sosyoloji ve tarihle açmamız gerekiyor, matematiğin işlemesi için bu ikisi şart çünkü kazanmak için tarihi pratiklere, dayandığımız güç olan halk için de sosyolojiye ihtiyacımız var. Bu basit matematik, sosyoloji ve tarih problemini her kim reddediyorsa, bunu gerçekleştirebilecek çözümlere burun kıvırıyorsa Lenin’in ‘devrimci lafazanlık’ dediği şeyi yapıyordur. Devrimci lafazanlık Lenin’e göre: “Devrimci laf-yapmadan anlatmak istediğimiz, olayların bir dönemince nesnel koşulları, belli bir zamanda varolan durumu hesaba atmaksızın devrimci sloganları yineleyip durmaktır. Sloganlar enfes, cezbedici, mest edicidirler, ama hiçbir dayanakları yoktur; devrimci lafazanlığın doğası budur işte.”  Lenin verili şartlara odaklanmayı ve ona göre tekrar düşünmeyi öğretiyor. Bugün rejim problemine bir çare ararken Atatürk’ün 1930’dan sonra yaptıklarını (muhalefette değil, iktidarda olduğu yılları) konuşuyorsak bu bir devrimci lafazanlıktır, ekmek ve özgürlük için iktidar isterken Atatürk’ün ilkelerini durmadan sayıyorsak bu devrimci lafazanlıktır, şu andaki iktidarın dış politika tercihlerini değerlendirip rejime destek olup sonra Atatürk’ün devrimcilik ilkesi diyerek bir cümleye başlıyorsak bu devrimci lafazanlıktır. Şu an gerçek devrimci ekmeği, özgürlüğü ve geleceği elinden alınırken, kendisini Kemalist olarak değerlendiriyorsa önce iktidarı nasıl alacağını hesaplayan, buna göre düşünüp, buna göre yaşayandır.

Gazi’nin İktidara Yürüyüşü ve Sterillik Meselesi

Şimdi gelelim sosyoloji meselesine. Gazi Kurtuluş Savaşı başlamadan önce Türk insanını, Türkiye halkını tanıyacak kadar imparatorluk coğrafyasını gezmiş, bu toprakların sosyolojisini hem cephede hem de sokakta içselleştirmiş ve analiz etmişti. İstedikleri o anki duruma göre ufuklar ötesiydi,  insana dokunurken iktidarı aldığında yapacaklarını söyleseydi, siyasetini bunun üzerine kurgulasaydı şüphesiz yaptıklarını yapamazdı. Halbuki Gazi Karlsbad’da 1918’in Temmuz’unda doğrudan anılarında şu satırları yazabiliyordu:

“Dedim ki, ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile arzedeyim benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben hayat-ı ictimaiyemizde arzu edilen inkılabı bir anda bir ”Coup” ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira, ben, bazıları gibi efkâr-ı avamı, efkâr-ı ulemayı yavaş yavaş benim tasavvuratım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden, ben, bu kadar senelik tahsil-i âli gördükten, hayat-ı medeniye ve ictimaiyeyi tetkik ve hürriyeti tezevvuk için sarf-ı hayat ve evkat ettikten sonra, avam mertebesine ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar. Mamafih bu meselede şayan-ı tetkik bazı noktalar var. Bunları iyice takarrür ettirmeden işe başlamak hata olur.”[2]

Özetle Gazi iktidarı alabilirse bu kadar yıldır eğitim gördükten sonra, bu kadar memleket gördükten ve sosyal hayatı inceledikten sonra halkın seviyesine neden ineyim, onu kendi seviyeme çıkaracağım diyor, bu arada yılı unutmayın. Hükmedenler ve hükmedilenler vardır, Gazi hükmetmek için bir mesih gibi hayatın ortasına inmedi, yaşadı, sınandı ve başardı, hükmedilenlerle sınandı.  1918’de bu sözleri söyleyebilen insan öldüğünde sahiden de iddialarını gerçekleştirebilmişti. Peki bu uzun yolda yürürken her an, her şeyi olduğu gibi mi söyledi? Hayır, pozisyon kolladı, siyasetin doğası gereği bazı zamanlarda halkın huyuna doğru iki adım attı ama bu iki adım başka zaman elli adım atmak içindi.

Nutuk ve Anayasada İslam Meselesi

Siyasetçi steril kalamaz, Gazi de kalmadı. Bunun örneklerinden birisini anlatarak başlayalım. Gazi Lozan görüşmeleri devam ederken Batı Anadolu’yu kapsayacak Eskişehir ve İzmit arasında bir dizi toplantı tertip etti, gazetecilerle ve halkla doğrudan görüştü son durağı da İzmir İktisat Kongresi oldu. Bu buluşmalar esnasında 16-17 Ocak 1923’te bir gazeteci Mustafa Kemal’e “Yeni kurulan bu devletin dini olacak mıydı; bu yeni devlet bir din ile tedeyyün edecek miydi?” Diye soracak ve Mustafa Kemal şöyle yanıtlamak zorunda kalacaktı: “Edecek mi etmeyecek mi bilmem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir ve dini de din-i İslam’dır; yani komünistlik gibi reddedecek ortada bir sebep yoktur.”[3] Buradan anlaşılacağı üzere Gazi halkın önünde o an, zamanın ruhu ve gücünün henüz yetmemesi yüzünden bir gerçeği ertelemiştir. Bu durumu kendisi de Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir: “Açıkça söyleyeyim ki bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Çünkü pek de kısa olması gereken karşılığın o günkü koşullarda göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum (…) Efendiler, gazetecinin sorusuna karşı: “Hükümetin dini olamaz!” diyemedim; tersini söyledim: “Vardır efendim, İslam dinidir,” dedim. Ama hemen: “İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır,” diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum (…)” Gazeteci bunun üstüne durmuyor ve Gazi’yi sıkıştırıyor: “Yani hükümet bir dine bağlı olacak mı?” Gazi şöyle şöyle yanıtlıyor: “Olacak mı olmayacak mı bilemem!” dedim. İşi kapatmak istedim; ama kapatamadım…”[4]

Gazi şu an siyaseti yorumlayan ‘devrimci lafazanlar’ gibi mi konuşuyor? Olması gerekeni biliyor ama henüz onun olmadığını, sosyolojiyi değiştirecek bir pozisyonda olmadığını görüyor, işte siyasetin doğası budur. Gazi’yi sterilliğe takık, siyasetin ruhunu anlayamamış biri olarak düşünür müsünüz bir an? Yapacağı her şeyi, herkesin içinde hiç ikna ihtiyacı duymadan tak tak söylüyor…Sonra eşyanın tabiati gereği tepkiyi görüyor ve başarısız oluyor, ilkeli olmak diye dayatılan şey bu mudur? İlkeli olmak siyaseti bir taktik ve strateji düzleminde planlamadan ilerlemek, hiç kimseye muhtaç olmadığını düşünmek midir? Siyaset en basit anlamıyla merkeze, güce ulaşmak ve yöneten olma işidir. Gazi’nin pragmatizmini, siyaset yapma tarzını 2020’de hâlâ anlatmaya çalışmak bana sıkıntı veriyor ama yine de devam edelim.

Meclisin Açılışı Meselesi ve Yöntemi (23 Nisan 1920)

Gazi’yi anlamanın bir diğer yolu da önce Attila İlhan’dan “Hangi Atatürk?” sonra da Taha Akyol’dan “Ama Hangi Atatürk?” kitaplarını ardı ardına okumak olabilir. Attila İlhan’ı okuduğunuzda Galiyev’den Atatürk’e, Atatürk’ten Üçüncü Dünya’ya kapı açabilirsiniz, İlhan’ın Atatürk’ü görece sterildir, neredeyse Batı’ya düşmandır; Taha Akyol’u okuduğunuzda da Atatürk’ün birçok hareketinin pragmatik ve asıl amaca yönelik olduğunu görürsünüz. Nedir o asıl amaç? Çok basit anlamda bir ulus devlet kurmak ve bu minvalde Batılılaşma/Modernleşme programını uygulamaktır.

Taha Akyol’un Ama Hangi Atatürk’ündeki Meclis’in açılış faslını çok önemsiyorum. Herkesin bildiği üzere Meclis’in açılışı önce 21 Nisan diye açıklanıyor, sonra 23 Nisan’a çekiliyor, amaç Cuma gününe denk getirmek. Buraya kadar ki hikâyeyi herkes biliyor, ya sonrası?

Gazi’nin emriyle yayınlanan ve yurdun dört bir tarafına gönderilen altı maddelik  genelgede özetle şunlar yapılacağı söyleniyordu, İslami unsurların sıklığına dikkat buyurun: “Allah’ın yardımıyla Nisanın yirmi üçüncü Cuma günü, Cuma namazından sonra Büyük Millet Meclisi açılacaktır. (…) Yurdun bağımsızlığı, yüce Halifelik ve Padişahlığın kurtarılması gibi en önemli ve ölüm kalımla ilgili görevleri yapacak (…) Kutlu Hacı Bayram camisinde Cuma namazı kılınarak Kuran’ın ve namazın nurlarından ışıklanılacak ve güç kazanılacaktır. Namazdan sonra, Peygamberimizin kutsal sakalı ve kutsal sancak alınarak özel yere gidilecektir. Toplantı yerine girilmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir (…) Bu ünün kutsallığını pekiştirmek için bugünden başlayarak il merkezinde (…) hatim indirilmeye ve Buhari okunmaya başlanacak ve hatmin son bölümleri, uğur için Cuma günü namazdan sonra Meclisin toplantı yeri önünde okunup bitirilecektir (…) Hutbe okunurken Halifemiz ve Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin şanlı adı anıldığı  sırada, kendisinin ülkesinin ve büyük uyruklarının bir an önce kurtulmaları ve mutluluğa ermeleri için ayrıca dua edilecek (…)”[5]

Genelge o kadar taassupla doluydu ki Kazım Karabekir bile şöyle eleştiriyordu açılışı “Tarihimizde bu kadar koyu bir taassuplu dini merasimle hiçbir meclis açılmamıştır. Fetvaları takip eden bu muazzam törenler… Acaba yer yer başlayan ayaklanmalara karşı bir sigorta mı olacağı düşünüldü? Ne olursa olsun inançla taassubu Milli Meclis’in başlangıcı gününden ayırmak daha ihtiyatlı olurdu. Yani ne Cuma gününü seçmeye ne de bu kadar velveleye lüzum yoktu. Güzel bir dua daha iyi tesir yapardı. Gösterilen bu taassubun devamı mümkün olmayacağından , aksi tesiri daha tehlikeli olabilir. Milli Meclis 23 Nisan Cuma günü pek dindarâne bir merasimle açılıyor…”[6]

Bu örnekte Gazi,  Meclis’in meşruiyetini arttırmak için sosyolojiden yardım alıyor. Muhafazakâr çevrelerin sıklıkla referans verdiği Karabekir bile Meclis’in açılışını yukarıdaki ifadelerle eleştiriyor ama Gazi yapılanı gerekli görüyor. Bu örneği o gün gereken ‘aşırılıkları’ bugün de harfiyen tekrarlayalım diye değil ama siyasetin ruhunu biraz daha anlayalım diye buraya almak istedim. Gazi hilafet ve saltanat için mi savaşıyordu? Elbette hayır ama muhtaç olduğu güce erişmek için dönemlik söylem geliştirmesi gerekiyordu, işte bu pragmatizmdir. Bu iki kurumu kaldırıp, bu aşamaları geçeceğini ve sonunda ‘modern bir ulus devlet/cumhuriyet’ yaratma amacını ise bir program dahilinde kendisinin bilmesi ise idealizmdir, bunu unutmamalıyız. Biz bugün bu denli bir pragmatizme gerek duymayabiliriz ama siyaset budur, siyaset hakikat aramaz, siyaset arınma; mutlak iyilik ya da kötülük aramaz. Siyaset güce ve iktidara ulaşıp hedeflerinizi uygulama mücadelesinin adıdır, iktidarla sınanmak isteyen kişinin uğraşıdır.


[1] Bu muhalefette olma/iktidarda olma ikilemini Atatürk’ün bürokrasiyi tam hakimiyet altına alması, muhalefeti neredeyse tamamen bitirmesi ve devrimlerin neredeyse tamamlandığı dönem olarak görüyorum. Bu da ortalama 1919 ile 1930 arasına denk geliyor. Aslında tam tarihlendirme çok önemli değil, burada vurgulanan Atatürk’ün sosyolojiden bağımsız yönetme olanağına kavuşması ve ‘yeni insanı’ doğurma aşamasına gelmesi/sosyolojiye tabii olduğu dönem olarak ikiye ayırıyorum.

[2] Karlsbad Anıları, s.39, http://www.silkland.eu/ataturk.pdf,

[3] Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, Dücane Cündioğlu, s.2-3

[4] Nutuk, s. 567

[5] Nutuk,  s. 356-357

[6] Ama Hangi Atatürk, Taha Akyol 139.