Demokrasi kelimesinin anlamı üzerinde durmayacağız, onun tarihsel arka planıyla da ilgilenmiyoruz. Demokrasi bize göre iki şeydir ya ithal bir mekanizma ya da bir halk kültürü. Demokrasi bu iki şeyden başka hiçbir şey değildir. Onunla bütün ilişkimiz bu iki şeyden hangisi olduğuna göre belirlenmekte, biçimlenmektedir.

            İthal demokrasi, seçim mekanizmasına indirgenmiş bir iktidar aklama organizasyonudur. Mevcut iktidarın veya iktidara gelmeye çabalayan yapının meşruiyet sağlamak adına giriştiği seçim mücadelesi, sonucu önceden belirlenmiş yahut belirlenmemiş olsun, hiç fark etmez, en nihayetinde halkın bir tasdik memuru olduğu, gayet sıkıcı ve bürokratik bir süreci ifade etmektedir. Burada özgürleşme yoktur, çünkü üretim yoktur; burada olan şey gayet basit bir tüketim çılgınlığıdır. Verili seçenekler arasından birini seçmek insanın değil, insan olmayan canlılığın yapmakta ustalaştığı bir hayatta kalma yöntemidir. İnsansa evrimini kendi yapıp etmelerine öylesine bağlamıştır ki o, bilinen evrende doğanın var olma sorumluluğunu kendi ellerine alan yegâne canlı türü olmuştur. Kültür dediğimiz şey de tam olarak budur. İnsanın doğaya sarsıcı müdahalesi, doğada olmayanı doğada var etmesi. Şimdiyse insan, kendi yapay dünyasının verili seçenekleri arasında kendisini kaybetmekte; üretmeyi, değiştirmeyi, cesareti, kısacası ipleri eline almayı unutmaktadır. Fakat hayat bu ya, mutlaka hatırlatacaktır. Umarız ki insan, hatırlaması gerektiğinde zorlanmaz. Çünkü evrimin en bilindik yasalarından biri de kullanılmayan uzvun, yetinin körelmeye yüz tutmasıdır.

            Demokrasinin diğer veçhesi ise bir halk kültürü olarak kendisini halkın değerlerinde, yaşantısında sürekli olarak üretmesidir. Özgürleştirici olan demokrasi budur. Çünkü burada tüketim değil, üretim söz konusudur. İnsanlar, kendilerine verili seçenekler arasında tercih yapmak gibi bir tüketimin içinde debelenmemektedir. Hayır, insanlar doğrudan hayatlarını üretmektedir. Onlar özgürleşmek için yaşayan erdemli kimselerdir ve mutlaka özgür olarak öleceklerdir. Bu demokraside kelle hesabı yoktur. Bu demokraside meclisler, bürokratik aygıtlar, siyasal mekanizmalar halkın üstünde değil, açıkça hizmetindedir. Çünkü başka çareleri yoktur. Halk, varlık anlamının hakkını vermektedir; yaratmaktadır. Ancak yaratım, yaratma eyleminin kendisi özgürlük dediğimiz şeyi tecelli ettirebilir. Yoksa özgürlük, bir iki oyalanma, bir iki kendinden geçme, bir iki zevk ve mutluluk kırıntısından başka hiçbir biçimde yaşanamaz. Onu gerçekleştiren edim, üretici edimdir; ancak yaratım özgürleştirebilir. Halkın üretmediği bir değer, istenildiği kadar var kabul edilsin, hiçbir biçimde yaşanılamaz. Yaşanılamayan bir şeyin anlamı yoktur. Anlam, tadı olan şeydir. Tadı olmayan, tadılamayan şeye yalan denir.

            Yalan, aldatır; fakat hiçbir aldanış sürdürülemez. Tat, gerçeğe dairdir. Sahte tatlar sürdürülemeyen zevklerdir ki bitimlerinde acı verirler ve pişmanlık yaratırlar. Bu sahteliği aşamayan toplumlar kendi kendilerine gömülen, yarattıkları kültüre aldanan ve bu aldanışın bitiminde duydukları acıdan kaçmak için daha fazla afyona ihtiyaç duyan bağımlılar yığınıdır. Anlama bağımlılaşan insanların bağımlısı oldukları şey anlam değil, onunla kurdukları çarpık ilişkidir. Demokrasinin sahteliği, en nihayetinde insanların onu suçlamaya başlamasına neden olmaktadır. Kendi elleriyle yaptıkları putları yiyen putperestler. Trajikomik olansa bu kimselerin zaman zaman kendilerini devrimci sanmalarıdır. Devirdikleri putların hakikatini göremeyenler, onları değil, sadece temsillerini devirmektedirler. Çocukça bir öfkeyle putlara sallanan baltalar devrimci edimin özgürleştirici anlamını içeremezler. Meselemiz putlar değil, onların temsil ettikleri vakalar. Toplumun takılıp kaldığı anlakları aşamıyorsak, toplumun o anlakları aşması için nasıl bir özveride bulunabiliriz? Sırf biçimsel algılamaların eşiğinde durmuş demokrasiyi, liberalizmi, sosyalizmi, kapitalizmi, özgürlüğü ve modernleşmeyi tartışıyoruz ama onların içeriğine dair hiçbir bilgiye vakıf değiliz. Çünkü bütün bilgimiz görüngülerin yüzeysel dünyasına dair. Diyalektiğin büyük hikayesine dalıp derinlerden bize inciler getirecek dalgıçlarımız nerede? Vico’nun da dediği gibi, yapmadığımız bir şeyi bilemeyiz. Yapmamız gerekiyor. İşte sırat köprüsü burasıdır.

            Yapan, yaptığı şey tarafından yapılandırır. Buna yapma-yapılandırma diyalektiği diyoruz. Bir insan, tahtayı yontmadan, onu ölçüp biçip kesmeden, parçaları birbirine monte etmeden marangoz olamaz. Her eylem, eylemcinin yapılandığı bir süreçtir. İnsan kuşkusuz bir şey olarak doğar. Fakat öldüğünde doğduğu şey olarak ölmez. Aradaki farkı yaratan yapıp etmeleridir. Üretimin (ya da daha geniş anlamıyla eylemin) şeytani yanı burasıdır. Kapitalizm insanlık adına iyi bir şeydi. Rekabet gelişmenin ihtiyaç duyduğu bir şeydi ve kapitalist sistem rekabeti temin ediyordu. Fakat zamanla rekabet tekelleşmeye neden olmaya başladı. Yaratılan zenginlik, teknoloji, refah… azınlığın çoğunluğu sömürüne hizmet etmeye başladı. Tekelci kapitalizm, rekabetçi kapitalizmin zorunlu bir aşaması mıydı? Yoksa tekelci kapitalizm, rekabetçi kapitalizmin egosu muydu?

            İnsanlık tarihine bakıldığında iki şey net bir biçimde görünmektedir biri akıl, diğeri ego. Akıl ve ego aynı şeyden, kültürden, yani insansal edimden yapılanmaktadır. Biri için iyi, diğeri için kötü demek doğru değildir. Eylemde örülen birer örgü olarak akıl ve ego eylemin gerçekleşebilmesi adına da olmazsa olmaz iki şeydir. Aklın egoya, egonun da akla ihtiyacı vardır. Rekabetçi kapitalizm, toplum aklının ön plana çıktığı bir aşamadır. Tekelci kapitalizm ise toplum egosunun ön plana çıktığı bir aşamadır. Toplumsal gelişme rekabetçi kapitalizmi inşa etti. Bu aklın ürünüydü, çünkü gidişata uygundu. Rekabetçi kapitalizmin beslediği toplumsal ego, aklın önüne geçmeye başlayınca tekelcileşme bir sorun olmaktan öte, normal bir durum biçiminde algılandı ve toplumsal gelişme gerici bir yola girmekte tereddüt içinde olmadı. Elde edilen kazanımlar egonun akla baskın gelmesine neden olmuştu. Varlığın iki çehresinden biri olan akıl ve ego arasındaki ilişkinin bozulduğu dönemler zulmün ve sömürünün normalleştiği dönemlerdir. Bu dönemler gerici tahakkümün dönemleridir ve devrimci karşı mücadeleyi meşru kılmaktadır. 

            Akıl, güçlü bir egoya ihtiyaç duyar ve aynı şey ego için de geçerlidir; fakat ego, kazanımların kendisine verdiği güçle bazen idareyi ele almak istenciyle hareket eder. Burada irade çok önemlidir. İrade, akıl ile ego arasındaki dengeyi kurman faktördür. İradenin zayıflığı, idarenin akıl ile ego arasında sıkışmasına neden olur. İrade, olgunlukla sağlanabilir. Aklın ve egonun oyun sahası olmaya terk edilmiş bir birey veya toplum için her şey son derece dışsal belirlenimlerle ve belki de gören göze göre olmak kaydıyla tesadüflerle gelişmeye mahkûmdur. Eğer ki olgunlaşmayla birlikte irade dengeyi sağlayacak yeterliliği ve kararlılığı gösterebilirse, işte o zaman birey veya toplum için gelişmeler kendi çabasının bir sonucu olacaktır. Çünkü dışsal olan her koşul, içsel birliğe boyun eğmeye mecburdur.

            Toplumsal ve bireysel varlığın olgunlaşması için demokratik gelişme sürecine ihtiyaç vardır. Çünkü demokrasi, işin sorumluluğunu üstlenmektir. Hayatın sadece yaşanılacak bir şey olmadığını bilen tek canlı insandır. İnsan, hayatın sorumluluğunu üstlenmeye sadece muktedir değil, aynı zamanda mecburdur. Sorumluluk, yetkiyle gelir. İnsan etkinliği, insanın doğa içinde yetkin bir konumda olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu insanın doğasının/evriminin bir zaruretidir. İnsan, kendisini gerçekleştirme yetkisine ve sorumluluğuna sahip tek türdür. Demokrasinin anlamı ise toplumun ve bireyin kendisini gerçekleştirmesidir. Aksi hâlde demokrasi basit bir kelime oyunundan başka hiçbir şeydir. Bugün seçim mekanizmasına indirgenen demokrasinin insan evrimine ters yapılandırma sürecine karşın gerçek demokrasinin anlamı, insanın kendisini kendi yapıtı olan uygarlık içinde gerçekleştirmesi; dolayısıyla kendisini yapıtının nesnesi olmaktan kurtararak öznesi konumuna getirişidir. Bu nedenden ötürü demokrat tutum, insan olma ilkesinin doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. İnsanlar kendi yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmelidir, kendi yapıp etmelerinin anlamına ermelidir; rasyonel birey ve rasyonel toplum ancak bu şekilde tesis edilebilir. Aksi hâlde duygusal boşluklar içinde debelenen depresif, mutluluk bağımlısı irrasyonel yaşamlarla boğuşmak kaçınılmazdır.

            Eşitlik talebi farklılıkların yok sayılması ya da haksızlıklarla örülü tozpembe bir dünya ütopyası değildir. Eşitlik, uyum içinde bir yaşam arzusunun dışavurumudur. Farklı meziyetlerin, farklı işlevlerin bir bütün hâlinde hayatı üretmesi ve paylaşması düsturudur. Eşitlenmekten kastımız adaletsizlik değildir. Eşitlenmekten kastımız bütünlenmek, bir arada yaşama kültürünü inşa etmektir. Gelir farklılığına düşman değiliz. Fiziki veya zihinsel farklılıkları yok saymıyoruz. Eşitlikçiyiz, çünkü her ne olursa olsun aynı gerçeğin birer parçası olduğumuzu biliyoruz. Eşitlikçiyiz, çünkü birliğin gücüne inanıyoruz. Özgürlük, ancak özgürleştirici dayanışmayla mümkündür. Çünkü bir insanın, bir toplumun, bütün bir insanlığın özgürlüğü ancak dayanışmayla tesis edilebilir. İnsan en başta kendisiyle dayanışma içinde olduğunda vardır. Aksi durumda var olan sadece bir gölgedir. Bütünlüğüne erememiş insan, arzularının kontrolünü kaybetmeye mahkûmdur. İrade, ancak dayanışmayla; dayanışma, ancak eşitlenerek bütünlenmeyle mümkündür. Çünkü eşitlenme, pazılın her bir parçasının kusursuz karelere dönüştürülmesi değildir; eşitlenme, pazılın her bir parçasının doğru bir biçimde birleşerek bütünlenmesidir.

            Eşitliğin demokrasisi, insan hak ve özgürlüklerinin gerçek anlamlarıyla var oldukları bir düzenin tohumudur. Eşitlikçi demokrasinin insanlığa vaat ettiği tek şey insanca yaşamak adına düşünmek, eylemde bulunmaktır. Kendisi için doğru olanı ifade etmekten çekinmeyen bireylerin ülkesinde doğrular ve yanlışlar, üzerlerine konuşulabilen şeylerdir. Konuşmanın yasaklandığı ya da çekinilecek bir şeye dönüştüğü günümüz toplumlarında insanlar mutlu olabilmek için yaşamaya programlıdır. Kâr güdümlü toplumda amaç verilidir. Tüketime adapte edilen yığınların umut etmek gibi meziyetleri de olamaz. Çünkü kendi ellerine olan inançlarını yitirmişlerdir. Onlar ancak bir kurtarıcı bekleyebilir ve öne atılan herhangi birini ilk kendileri parçalarlar. Arzuları, ilkeleri, fikirleri, duyguları ve eylemleri birbirine zıttır. Çelişik varlıklara dönüşmüşlerdir. İçsel bütünlükleri yoktur, tutarsızdırlar. Mantıklı çıkarımlarda bulunamazlar. Bu nedenden önce eşitlikçi demokrasinin ilk meselesi halk devrimidir. Eşitlenmek ve demokratik bir süreç içinde ipleri ele almak ancak halk olmakla, halk olmanın hakkını vermekle mümkündür. Halk devrimi, halkın kendi kendisini idare edebilme olgunluğunun tesis edilebilmesinin ön koşulu, ilk adımı ve kararlılığıdır. Halk yoksa demokrasi de yoktur. Demokrasi yoksa eşitlik de yoktur.

            Halkın dağılış çağında yaşıyoruz. Egonun aklı baskıladığı, onu sömürdüğü bir çağdayız. Halk, komün (yani özgürleştirici/zenginleştirici dayanışma) çekirdeğinin sömürüsünde dağılmaktadır. Hayatı yaşamakta ortaklaşmanın yitirilmesiyle birlikte paylaşımdaki adaletsizlik de anlamsızlaşmaktadır. Artık insanlar adaletsizlik karşısında huzursuz olmamaktadır. Bireysel sınırlarına çekilmiş yığınların şaşkınlık içinde yürüttükleri yaşamlar kendilerinin irade yitimleriyle verilidir. Birer lütuf gibi. Hakları ve özgürlükleri tanımlanmış, ne oldukları belirlenmiş ve uzun eğitim-öğretim süreçleriyle kendilerine aktarılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla açığa çıkan “tarihin sonu geldi” söylemi boşa değildir. Elbette tarihin sonu gelmedi ama artık öyle yoğun bir tek tipleşme sürecine girildi ki artık insanlar biçimsel olarak ne kadar farklı ve renkli olursa olsun içerikte aynı şey olmanın bunaltıcı atmosferine hapistir. Çünkü üretim yoktur, tüketim bireyin kendiliğini sönümler. Kendisi olmayan, olamayan, çünkü kendisini üretemeyen tüketici bireylerin kendilerini birer bulantı olarak tanımlamaları tesadüf değildir. Tarihin sonu aslında Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla değil, çok daha önce, tekelci kapitalizmin emperyalizm aşamasına derinden ve sakince ilerleyişinde geldi. İlkin kendisini faşizm biçiminde dışa vurdu, çünkü faşizm, aslında bu duruma bir tepkiydi. İnsanlığın içine düştüğü bu cenderede delirmemek için yaşadığı son derece kontrollü bir çılgınlık, çığırından çıkış sürecidir faşizm. Bazıları faşizmin bir erkeklik krizi olduğundan bahsederler. Oysa faşizm açıkça bir insanlık krizidir. İnsanlık, ayağının altından kayıp gitmekte olan zemini hissedebilmek için çılgınca tepinmiştir. Neticede ise zeminin yok oluşu daha da hızlanmıştır.

            Bugün hâlâ birileri zeminsizlikten kaynaklanan hissizliğin çözümünü tepinmekte aramak niyetindedir. Faşizm hâlâ geçerlidir. Kendisini açığa vuracak uygun koşulları aramaktadır. Çünkü insanlığı delirten koşullar henüz değişmemiştir. O koşulları değiştirecek olanlar bizleriz. Tepinmek ya da razı gelmek zorunda değiliz.

Özkan Bakioğlu