Erica Simone & Jaci Berkopec

II.BÖLÜM

İçinde yaşadığımız “gerçeklik”, tek tek iç savaşlarımızın toplamından; yani içimizde vuku bulan çatışmaların dışavurum kolektifinden başka bir şey değildir. Uygarlık, insanın iç savaşını meşrulaştıran ve güçlendirerek sürdürülmesini sağlayan bir insansal doğadır. Onun yapaylığı, insan eliyle üretilmiş olmasından itibar insana doğadan daha doğal gözükmesini sağlamaktadır. Çünkü o insan ürünüdür, insana aittir ve insana dairdir. Doğa ise insan ürünü olmadığı ölçüde gerçek ve gerçek olduğu ölçüde insana başkadır. Bu oldukça doğaldır, çünkü insan doğayla karşıtlık ilişkisi kurmak suretiyle benlik sahibi olmuş, uygarlığı üreterek benliğini meşrulaştırmış ve ona bir ev inşa etmiştir.
Duyusal temasın düşünsel temasa dönüşmesiyle birlikte zihne yansıyan maddesel gerçeklik, düşünsel temasta cereyan eden düşünceleşme ile birlikte toplumsal gerçekliğe dönüşerek başka bir gelişme momentine ilerlemektedir. Böylece maddesel gerçekliğin birincil düzeyi, toplumsal gerçeklikle ikincil düzeye gelişmektedir. Doğa, duyumsayışımızda içselleştirildiği gibi düşünüşümüzde de içselleştirilmektedir. Keza düşünüşümüz, duyumsayışımıza bağımlıdır. Onun eşzamanlılıktan artzamanlılığa gelişmesi, duyumsayıştan koptuğu anlamına gelmez. O, artzamanlılaşarak sadece düşünüşün bilincine vakıf olmuş, bu dolayımla düşünüşünü ikincilleştirmiş; yani onu soyutlamanın soyutlanmasına eriştirmiştir. Somut, duyumsanarak soyutlandığında düşünsel temas gerçekleşmiş olur. Gerçekleşmiş olan soyutlamanın, tıpkı duyumsama gibi düşünmenin konusu edilmesi ile o kendisini aşar ve düşünceleşmeye başlar. Düşünceleşen düşünme, düşünce dediğimiz, bilinçli düşünmedir ki bunun da anlamı, doğada olmayanın tahayyülü/varsayımıdır. Bu da tasarı dediğimiz şeyi karşılamaktadır.

“Düşünce, maddesel süreçlerin ürünü yeni bir maddesel süreçten başka bir şey değildir.”
Doğanın duyusal gerçekliği başka bir şeye, düşünsel bir gerçekliğe doğru gelişirken bu noktada doğa bir değişime tabi tutulmamakta, sadece insan varoluşu tarafından içselleştirilmekte ve böylece başka türlü bir momentte, gelişme anlağında gerçekleştirilmektedir. Bu da doğayı duyusal gerçekliğinin dışına çıkartan, fakat asla tözde ondan başka bir şeye dönüştürmeyen yeni bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu yeni durum, doğanın metafizikte üretilmesi ve bu üretime içkin olarak metafiziğin, yani spekülasyonun açığa çıkartılmasıdır. Burada gözden kaçırılmaması gerekilen, spekülasyonun maddesel gerçekliği algılayışımızın her safhasında değişken derecelerde de olsa var olduğudur. Ayrıca maddesel gerçekliğin toplumsal gerçekliğe gelişiminde ve düşüncenin açığa çıkışında maddenin aşılarak başka bir şeyin vuku bulduğuna dair her türlü görüşün reddedildiği de dikkate değer bir başka husustur. Çünkü töz, maddeseldir ve o düşünce ile aşılmamakta, sadece başka bir gelişim durağında yine maddesel olarak gerçekleşmeye devam etmektedir. Düşünce, maddesel süreçlerin ürünü yeni bir maddesel süreçten başka bir şey değildir. Zihnimize yansıyan maddesel gerçeklik, zihnimizin ikincil bilinç düzeyi dolayımıyla dolaylı, yani araçsal olarak ele alınabilmekte ve bu sayede dolayıma/vasıtaya/araca dönüştürülebilmektedir. İnsan dışı canlılık soyutladığı gerçekliği, soyutladığı nesneler arasında ilişkiler kurmak suretiyle ilişkilendirebilirken insan, eriştiği bu ilişkilendirmede kurduğu ilişkileri de birbirleriyle ilişkilendirebilmekte; eriştiği bu ilişkilendirme üzerine düşünebilmektedir. Nesneleri algılayışımızın ilk aşaması olan soyutlama, onları duyumsayışımızla başlayan sürecin düşünsel temasa dönüşümü ile gerçekleşir. Bu dönüşüm, ilk elden maddesel gerçekliği kavrayışımızdır. Fakat bu kavrayış da asla insan dışı canlıların birincil düzeyde maddesel gerçekliği içselleştirmeleri biçiminde gerçekleşememektedir. İnsan, her hâlükârda ikincil/dolaylı kavrayışa mahkûmdur. Çünkü bir kere o duvar aşılmıştır. Nasıl ki canlılık, bir daha dünyayı cansızlık deneyimi ile deneyimleyemez; aynı şekilde insan da dünyayı insan dışı canlı bilinciyle deneyimleyemez.
Üretim aracı, üretici ile üretim konusu arasındaki dolayımı ifade ederken insan zihni de doğa ile insan arasındaki dolayımı, üretim aracını ifade etmektedir. Burada idealist felsefenin iddia ettiği gibi zihnin yapıcı bir belirleyiciliği yoktur, burada materyalist bir yapıcı belirleyicilik fonksiyonu/vasfı söz konusudur. Nasıl ki insan üretimi/kültür, doğanın doğal akışına müdahale olup onu insansallaştırır ve böylece olağanlığından kopararak yapaylaştırır ama onu kendisinden koparamaz, yani onu kendisinin dışına çıkaramazsa, aynı şekilde düşünce de maddeyi kendisinden koparamaz. Düşünce, maddeye müdahale eder, onu insansallaştırır ve olağan akışından kopararak yapaylaştırır; fakat düşünce, maddeyi tözde aşamaz, onu kendisinin dışına çıkartamaz. Kültür, bir ağaçtan sandalye yapar ve böyle o ağacı olağan akışından çıkartır; fakat kültür, o ağacı ağaç olmaktan çıkarttığı hâlde var olmaktan çıkartamamış, var olmanın kanunlarını değiştirememiştir. Ağaçtan elde ettiği tahta, ağacın başka bir gelişime insan eliyle geçişini ifade eder. Bazı işlemlerden geçmiş ağaçtır o. Bu işlemler neticesinde sandalye olmuştur. Doğada ağaç olarak devam etseydi, doğanın olağan akışına tabi olacak, en nihayetinde bu akış içinde yok olacaktı. Fakat insan ona müdahil olarak onun sorumluluğunu da almış oldu. Artık sandalye gelişimine geçirilen ağaç, insansaldır ve insanın bakımına muhtaçtır. Burada insan şu ayrımla karşı karşıya kalır: Ya ağacın sandalye gelişimine geçirilişini bir efendi-köle ilişkisi bağlamında görecek ve gerçekleştirecek/sürdürecek ya da bu gelişimi insanın kendisini gerçekleştirmesi olarak görüp bunun sorumluluğunu üstlenerek durumu bilince çıkartacaktır. İkinci seçeneği seçtiği kertede insan, idealizmden ve mekanik materyalizmden uzaklaşarak devrimci materyalizme yaklaşacaktır. Aksi hâlde insan kendi varlığını ıskalamak mecburiyetindedir. Efendi-köle ilişkisi (kısaca ve en temelde sınıfsallık), insan varlığının toplumsal gerçekliğe gömülüşünden başka bir şey değildir. Çünkü insan, kazanımlarını kuruntuları için heba etmektedir. Sınıflı toplum, insanlığın var olma savaşımındaki en büyük kazanımı olan artı-değere ihanetidir. Bu ihanete rağmen söz konusu kazanımın insanlığı geliştirmiş ve geliştirmekte olup aynı zamanda da ihaneti adım adım ortadan kaldırmaktadır. Ona ihanet eden hainler, onun gelişmesinin semeresini yerken kendi sonlarına hızla koştuklarının hem farkında hem de aymazlığı içinde garip bir hâlde, zalimliklerle örülü bir dünyanın nesneleri konumuna düşmektedirler. Öznesi olduklarını zannettikleri zulüm, onları ele geçirmiştir. Artık onlar kör ve sağırdırlar; fakat yaptıkları her şeyden de sorumludurlar.

“İnsan kendi kuruntusuna gömülü bir zihne sahip olma potansiyeliyle doğar ve yaşar.”
İnsan kendi kuruntusuna gömülü bir zihne sahip olma potansiyeliyle doğar ve yaşar. Korkunç bir biçimde hayatının birçok anında da bu gömülmeyi ya yaşar ya da anımsatacak süreçler içinde bulunur. Spekülasyonun toplumsal gücü, dayandığı/temellendiği toplumsal hayatımızın altyapısından kaynaklanmaktadır. Fakat spekülasyonun tesir gücü, toplumsal altyapıdan bağımsızdır. Spekülasyonun tesir gücü, onun var olma direncinden kaynaklanmakta olup toplumsal altyapıdan temelle var olmasına rağmen ona dair, tıpkı insanın kendisini meydana getiren doğaya karşı takındığı tutuma sahiptir. Spekülasyon, toplumsal altyapı üzerinde hakimiyet iddiasındadır. Onu örter, anlamsal olarak başkalaştırır ve onu belirlediği iddiası ile hareket ederek kendi kendisine gömülür. Spekülatif yapısına gömülen toplumsal formasyon, altyapısını üstyapısıyla ezmeye, onu örterek görünmez kılmaya ve asıl belirleyenin üstyapısı olduğunun iddiasına öylesine bağlıdır ki bütün varlığını bu iddianın gerçekliğe bağlamaktadır. Spekülasyonun bu yönelimi, onun temellenişinde açığa çıkan bozulmayla ilgilidir.
Spekülasyon, insanın doğayla ilişkisinin eylem diziminde ve bu dizimin niteliğinde temellenmektedir. İnsan, doğayı kendi varoluşuna (insanın varoluşu kendisini içerişidir ki bu da doğanın kendisini yadsıyışından başka bir şey değildir) içselleştirirken elde ettiği kazanımı, gelişiminin bir parçası saymak ve buna göre onu kullanmak, yani ona içsel bağlamda teslim olmak yerine, ona dışsal bağlamda teslim olarak onu dış bir kuvvet biçiminde ele almayı seçtiği anda bu seçiminin eylem diziminde kendisini yapılandırmakta; seçimine uygunlaşarak kendi gerçeğini, ürettiği gerçeklikle baskılamaktadır. Bu da insanın iç savaşını doğurmaktadır. İnsan, iç savaşını sürdürmek hususunda irade gösterdiği anda, içsel bağlamda kavrayıştan sıyrılarak dışsal bağlamda kavrayışa yanaşmakta, dünyayla ilişkisini bu minvalde içermektedir. Eylem, eylemcisi tarafından gerçekleştirilişinde eylemcisini kendisinde içerir. Çünkü eylemi eylemcinin kendisini yadsıyışından başka bir şey değildir. Eylem, eylemsizlik olan eylemcinin kendisini eyleme dönüştürmesi; yani içe yığılı hareketin hareketidir. Nihayetinde insanın yapıp-etmeleri, onun düşünme biçimlerini doğrudan belirlemektedir. Düşünme niteliğinin belirlenimi, insanın eylemsel varlığının onu yapılandırmasıyla gerçekleştirmektedir. Sürdürülen eylem, sürdürülen belirlenim anlamına gelmektedir. Bir noktadan sonra insan, sürdürmekte olduğu eyleme bağımlılaşarak onun kendisini yapılandırışına; yani belirlenimine bağımlılaşmaktadır. Bu da toplumsal gerçekliğin kendi içine gömülüşü anlamına gelmektedir.
İnsan varlığında içerilen dünya, insansal dünyadır ve o artık saf değildir. İnsan toplumsallığının bir parçasıdır. Bir üretim konusudur. Böylelikle doğa, kendi gerçekliğini aşarak başka bir gerçekliğe dönüşmekte ve bu yolla kendisini daha önce deneyimlemediği bir biçimde deneyimlemektedir. Bu deneyim eyleme, yani maddesel gerçekliğe dönük yeni bir şeyin, emeğin açığa çıkışının mümkün kılıcısı olan ve ancak emeğe eriştiğinde gerçekleşebilecek, tamamlana bilecek düşüncede taşınan bilinçtir. Söz konusu deneyimin kendi gelişimini ve varlığını sürdürebilmesi için emeğe erişmesi şarttır. Toplumsal formasyonun üstyapısı ile altyapısı arasındaki ilişki de tıpkı bu şekildedir. Spekülasyon, kendisini altyapıda, yani üretim-tüketim faaliyetlerinde gerçekleştirebildiği ölçüde toplumsal güce sahip olmaktadır. Aynı zamanda tıpkı düşüncenin açığa çıkışında duyusal temasın oynadığı rolün aynısını, üstyapının açığa çıkışında altyapı oynamaktadır. Yani üretim-tüketim faaliyetleri toplum hayatının spekülatif faaliyetlerinin yapıcısı konumundadır. Altyapı, üstyapıyı yapar ve bunu müteakip üstyapı tarafından yapılandırır. Üstyapı, altyapıyı kendi yapılışı içinde yapılandırır, fakat altyapının yapıcı fonksiyonunu üstlenemez. Altyapının üstyapıyı belirlemesi, onu yapması biçiminde kesinkes gerçekleşmektedir. Üretim-tüketim faaliyetleri içinde gelişen ilişkiler son kertede kendilerini üstyapıya vurmaktadırlar. Bu ilişkilerin toplum dolamıyla sanat, felsefe, siyaset, hukuk gibi spekülatif edimlere geliştiği artık inkâr edilemez bir gerçektir. Görülmektedir ki toplumun üretim-tüketim faaliyetlerine katılımı, bu faaliyetlerin ilişkiselliği içinde kendi anlamına yürüyüşüdür. Toplum hayatımız içinde nerden geldiklerini çoğu kez kestiremediğimiz kaidelerin binlere yıllık üretim-tüketim faaliyetlerinden süzülerek günümüze ulaştığını net bir biçimde belirtebiliriz. Aynı şekilde kişisel düşünce dünyamızın bu faaliyetlere katılımımız kertesinde geliştiği su götürmezdir. Çünkü en nihayetinde toplumun yapıp-etmeleri, üretim-tüketim faaliyetleridir. Dolayısıyla insan zihninin belirleniminde nasıl ki insanın yapıp-etmeleri yapılandırıcı anlamda etkinse toplum hayatımızın yapıp-etmeleri olan üretim-tüketim faaliyetleri aynı biçimde etkindir. İnsan eylemleri, insanı yapılandırır; insan ise düşünceyi yapar. Dolayısıyla eylem, insan dolayımıyla düşünceyi yapmaktadır. Aynı şekilde altyapı da toplumu yapılandırır ve toplum da üstyapıyı yapar. Dolayısıyla altyapı, üstyapıyı toplum dolayımıyla yapmış olur.
“Felsefe, sanat, bilim vs. bunlar toplum edimleridir”, denildiğinde, “hayır, bunlar birey edimleridir”, diyerek itiraz edenler, bireylerin toplum tarafından yapılandırıldıklarını göremezler. Toplumu yapanlar bireylerdir. Bunu müteakip toplum da bireylerin yapılandırıcısıdır. Dolayısıyla bireyin düşünsel faaliyetleri, toplumun birey dolayımıyla üstyapıyı üretmesinden başka bir şey değildir. Bu nedenden ötürü insanın ilk elden üretim aracı her zaman için zihnidir. Bununla birlikte insan zihninin ilk elden ürettiği ve bütün üretim süreçlerinin membaı kıldığı şeyse toplumsal gerçekliktir. Toplumsal gerçeklik, toplumsal formasyonu/uygarlığı da içeren bir anlamda insan varoluşunun eylemsel yığılmasıdır. Toplumsal gerçeklik, insansal bütün olguların eylemsel yığılması; insanın kaçınılmaz varoluşsal yığınıdır. Söz konusu kavram üretim-tüketim faaliyetleri de dahil olmak üzere bütün insansal edimleri içermekte; insanın dünyayı yaşayış biçimini ifade etmektedir.
Gerçeklik kavramı, gerçeğe dair inanç ve kabulleri ifade eden bir kavramdır. Toplumsal gerçeklikten kasıt, insan ediminin gerçekle ilişkisini belirleme kuvvetidir. İnsan, yapıcısı olan doğayı yapılandırarak diyalektik dönütünü oluşturur. Bununla birlikte insan, doğayı yapılandırması içinde kendi varlığını da teşkil etmekte; doğayı, onu yapılandırması içinde bilme, anlama, eylemde bulunma; kısacası bütünüyle yaşama fırsatına sahip olmaktadır. İnsanın, özünü, varoluşunu başka türlü yaşaması mümkün değildir. İnsan, doğanın kendisini içerişidir. Bu bağlamda doğa, tıpkı maddede olduğu gibi kendisini ardılından koparan bir içeriş (yadsıyış) içinde değildir. Onun kendisini içerişi, kendisini deneyimleyişinin momentleri arasındaki yadsıyışları kapsamaktadır. Keza insanın kendisini içerişinde her ne kadar doğanın yadsıyışı söz konusu olsa da burada doğanın aşışı söz konusu olamamaktadır. Söz konusu olan doğanın kendisini deneyimleyişinde yeni bir anlağın ortaya çıkmasıdır. Bu kertede doğa-insan ilişkisinde asıl aşış nesnesinin insan olduğu, bu ilişkide meselenin insanı tanımak/tanımlamak olduğu aşikardır.
Uygarlığın açığa çıktığı ve insansal doğa biçiminde insana, doğadan daha “evde olmak” hissi verdiği nokta, toplumsal gerçekliğin kurumsallaşarak kendisini insanda ve insan ortamında gerçekleştirmesidir. Çünkü insanın doğası üreticilik vasfı ile belirgindir. İnsanın belirlenim vasfı üreticiliğidir. Dolayısıyla insan için doğal olan, ürettiğidir. Yapay alan, doğal alandan daha güvenlidir; çünkü insansaldır. Esasında o insansal gerçek ve gerçekliktir. Bir toplum yaratığı olan insan, kendi yapıcısı olduğu toplum tarafından yapılandırılması sonucu toplumsallık kanalında kendi bireyselliğini, insansal/kültürel varlığını inşa edebilmektedir. Bu bağlamda toplum, insanın ihtiyaç duyduğu alanı mümkün kılan biricik araçtır. Türdeşlik bağlarıyla birbirine bağlanan insanlar, eşsizliklerinin laneti olan yalnızlıklarını ve yabancılıklarını bu yolla aşabilmektedirler. Fakat bu yol, onları aşmakta oldukları yalnızlıklarına ve yabancılıklarına gömmekte, onları bir aldanışın nesneleri hâline getirmektedir. Toplum hayatının zorunluluğu, ona aldanma zorunluluğu değildir. İnsan, bir toplum yaratığıdır ve toplumsallık olmadan öz varoluşunu sürdüremez. Bununla birlikte insan, diyalektik olarak öncülü olan maddesel gerçeklikten kopmuş, ona muktedir olmuş, onun dışına çıkabilmiş de değildir. İnsan, maddesel gerçekliğin gelişiminde eşsiz bir deneyim olduğunu metafizik/formel biçimde yadsıyarak kendi deneyimine gömülerek ürettiği yanılgıya kapıldığında, muazzam bir ahmaklaşma ve yıkıma doğru yürüyüşten başka hiçbir şey elde edemeyeceğini anlamalıdır.
Nasıl ki kültür, doğayı yapaylaştırsa da kendi tözünden, nihayetinde doğa olmaktan alıkoymaz, onu sadece insana uygunlaştırırsa; aynı şekilde, toplumsal gerçeklik de maddesel gerçekliği (ışsal/formel anlamda) yadsımaz/aşmaz. Onu diyalektik olarak yadsır/aşar ve başka bir anlakta/momentte kavrar. Bununla birlikte toplumsal gerçeklik insan deneyiminde kategorik olarak aşılamayacağı için insanın maddesel gerçekliğe, onu diyalektik anlamda aşmadan; yani onu toplumsal gerçeklik anlağında üretmeden ulaşması mümkün değildir. Bu da doğayı insan için ilelebet “son tahlilde” yabancı kılmaktadır. Çünkü o, artık kavranırdır. Bu sayede insan, onun varlığına binaen düşündüğünü değil de düşünmesine binaen onun var olduğunu iddia edebilmektedir. Çünkü onu kavrayışı, onu fethettiği zannını doğurur ve insan bu zanna teslim olduğu ölçüde kendi varlığını gerçeğin özü biçiminde anlamaya; kendisini gerçeğin ölçütü ve her şeyin merkezi olarak görmeye imkân bulur. Kazanımlarına ihanet eden insan için madde aşağılıktır. Oysa kendisi de dahil her şey maddedir, fakat insan için bu durum korkunç olup asla kabul edilemez. Bu durum ille de klasik idealizm biçiminde açığa çıkmaz. Günümüzde insanın sahte benlikler üreterek hapisliğini gizlemeye çalıştığı birçok pratik mevcuttur. Maddeyi toplumsal gerçekliğe kurban etmek, onun gerçeğini inkâr etmek ne yeni ne de eski bir şey değildir.

“Mistisizmin akıl-dışılığı seküler anlamda yeniden kurgulanarak toplumsallıkta yeşertilmiştir.”
Maddenin toplumsallığa kurban edilmesi, gerçekliğin öznel boşluklarda yaratılabilir bir şeye dönüştürülmesiyle çığırından çıkmış olup insanlığı modern öncesinin mistik dünyasına geri götürmüştür. Buna bugünlerde post-modernizm denmektedir. Modernizm denilerek özünden çarpıtılan toplumsal gidişatın sınıfsızlaşmacı tutumundan rahatsız olan hâkim sınıflar, onu gölgeleyerek zihinleri toplumsal gidişata kör etme yolunu tutmuşlardır. Toplumsal gidişata körelen zihin, onun yasalarını da anlamını da kavrayamaz ve kendi içine çöken uğraşlar dizisi içinde debelenmeye başlar. Oysa modernizm adı altında modernite kavrayışına aykırı bir biçimde dondurulmak istenen bilinci özgürleştirmek edimi olabilecekken onu muğlaklığa mahkûm eden postmodernizm, toplumsal gerçekliğin eleştirisini gerçeğin eleştirisi zannetmenin feci sonuçlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu ve başka bir biçimde özgürleşmek mümkün olamadığı için umursamayışı özgürleşmek addeden postmodernizm, absürdü pesimist çehresinden sıyırıp insanlığın eline veren bir garabete dönüşmektedir. Özgürleşmek isteyen modern insan, özgürleşememenin ızdırabına dayanamadığı için kendisini ondan kaçıracak metafizik kurgulara ihtiyaç duymaktadır. Seküler mistisizm böylece ortaya çıkmış, “hayat bir simülasyondur” söylemi minvalinde söylemlerle yarattığı akımlar sayesinde güçlenmiş, dinin erişemediği seküler noktalara da sirayet ederek bireyleri toplumsal meselelere karşı uyuşturmuştur. Mistisizmin akıl-dışılığı seküler anlamda yeniden kurgulanarak toplumsallıkta yeşertilmiştir. Bu durum yeni bir mekanik düşünüşün açığa çıkmasına neden olmaktadır. Değişime karşı şiddetli bir karşı çıkış biçiminde gelişen bu direnç, toplumsal gerçekliğin maddesel gerçekliğe karşı direncinin gerici bir çehresinden başka bir şey değildir.
Toplumsal ilişkilere gömülen insan için başka türlüsü asla mümkün olamaz. Bu ilişkiler ağı içinde kalmak, ona evde olmak hissi verecektir; çünkü bir noktada onun zihni bu ilişkiler ağı tarafından yapılandırılmaktadır. Fakat onun doğası maddesel gerçekliği bu biçimde yadsıyamaz. Bu nedenden ötürü o, mutlaka toplumsal gerçekliğe tepkili olmak zorundadır. Bu tepki, gerçek bir değişime onu götürecek kararlılığa sahip olsa bile, eğer yeterli bilince sahip değilse asla başarılı olamayacaktır. Bilinç ise devrimci teoriye dönüşmedikçe asla devrimci pratiğe yol açamayacaktır. Hayata karşı geliştirilen itirazların bulandırılması bu nedenden ötürü düzen açısından hayati öneme sahiptir. Seküler mistisizmin anlamını buradan kavramak gerekir. İnsan dünyayı anlarken onu değiştirmektedir. Dünyaya verdiğimiz anlam, kendi toplumsal gerçekliğimizin bir tezahürüdür. Bu yüzden düzenin egemenleri ve onların sözcüleri sürekli olarak dünyayı anlamayı telkin etmektedir. Çünkü bilmektedirler ki her anlama teşebbüsü bir anlamlandırma çabasıdır ve insan zihni içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler ağı tarafından yapılandırıldığı müddetçe düzenin zehrini dünyaya, onu anlamak adı altında kusmaya mahkûmdur. Bu yüzden sınıflı toplum düzenini tehdit etmeyen hiçbir anlamı kabul etmiyoruz. Maddeye değil de kendi zihinsel tatminlerimize dayanarak geliştirdiğimiz hiçbir harekete değer vermiyoruz.
Bugün sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Toplumsal gerçekliğimiz bu toplumun sınıflı yapısına dayanmaktadır. Sınıflı topumun ilişkiler ağı içinde üretilen değerlere, normlara göre düşünüyoruz. En muhalifimiz, en marjinalimiz dahi bu durumdan kaçamamaktadır. Çünkü onu henüz yadsımadık, onu içererek aşamadık. Fakat bu, onu aklayıp paklamaya yeterli değildir, olmamalıdır. Sosyal gerçekliğe gömülü zihinler, onun kaidelerini kutsayarak meşrulaştırmak isterler. Bunun için doğayı bu arzularına göre yorumlar, insanın değişmez yasalarının bu durumu doğurduğunu ilan ederler. Dünya düzeni budur diyerek geçiştirdikleri şey, insan gelişiminin bir anlağının putperestçe kutsanmasıdır. Bundan daha âlâ gericilik yoktur. Gidişatın üzerini örtmekten, ilerlemeyi görülmez kılmaktan, tarih denilen şey sadece bir zaman akışıymış gibi davranmaktan daha tehlikeli bir gericilik yoktur. Sığ akılcı pragmatik çözümlerle geçiştirilen sorunlar, sınıfsal yapının engellenemez hareketinin delilleridir. Onlar yama tutmuyor. Mesnetsiz bir biçimde inkâr etmeye çalıştığımız sorunların mahiyetini ıskalıyoruz. Bu, affı olmayan bir hatadır. Toplumsal gerçekliğin maddesel gerçekliğe baskın gelmediğini, toplumsal gerçekliğimiz içinde sıkışarak kendi sonumuzu getirdiğimizde, inkâr edilemeyecek bir biçimde göreceğiz.
Toplumsal gerçekliğin kategorik olarak aşılamayacağı kesindir. Bununla birlikte o diyalektik bir süreç olup pratikte, yani kendi işleyişinde kendisini sürekli bir biçimde içererek aşmaya mecburdur. Bu da insanın özgürleşebilmesi ve gerçekle sağlıklı ilişkiler kurabilmesi adına önemli bir imkân anlamına gelmektedir. Toplumsal gerçekliğin kendisini içererek aşış pratiğini bilince çıkarmak, insanı bu sürecin nesnesi olmaktan kurtardığı gibi, aynı zamanda onu bu sürecin öznesi hâline getirecektir. Toplumsal gerçeklik kategorik olarak kaçınılmaz bir olgudur. Fakat o, zannedilenin aksine statik değildir. Maddesel gerçeklikten bir kopuş olmadığı için maddesel gerçekliğin gelişim sürecine tabidir. Evrim/gelişme, toplumsal gerçeklik için de geçerlidir. Hayat akmakta, madde değişmektedir ve bunu müteakip toplumsal gerçeklikte değişmektedir. Makro ölçekte görülebilinenle birlikte söz konusu değişim mikro ölçekte de gerçekleşmekte, derinlemesine bir bakışla kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Değer yargılarımız, tahayyül biçimlerimiz vb. aynı kelimelerle ifade edilseler dahi değişmekte ve bu değişim kavramsal düşünüşümüzde kendisini olanca çıplaklığıyla göstermektedir. Davranışlarımızın, olayları ve durumları algılayış, kavrayış, anlayış biçimlerimizin tarihsel olarak değiştiğini ve değişmekte olduğunu görmemek için kendimizi zorlamamız gerekmektedir. İnsanların sırf kan bağından ötürü kendileri gibi olan birinin iktidarına, o kişiyle aynı kan bağına sahip bir başka kişiyi desteklemek dışında ses edemediği bir toplumsal gerçeklikten bugün gelinen nokta dahi ifade edilmek isteneni anlamayı kolaylaştırmaktadır.

Özkan Bakioğlu.

Devam edecek.