—Fatih Karaman yazdı.



Önceki yazımızda Tony Cliff’in yazmış olduğu biyografi üzerinden Troçki’nin henüz Bolşevik olmadığı yıllarda Bolşevik hareketin lideri Lenin ile yaşadığı fikir ayrılıklarını incelemiştik. Özellikle devrimci partinin yapısı ve birinci dünya savaşı ile ilgili düşünceleri üzerinde durmuştuk. Bu konulardan ilki olan devrimci partinin yapısı tartışmasını devrim sonrası yılları için de önemli görüyoruz. Zira bu yazının devamında da göreceğiniz üzere Troçki’nin fikirleri ve tutumu bu tartışmalardakinin tam aksi yönde evrilecek ve yirmi yıldan uzun bir süredir düşlediği devrimle birlikte SSCB siyaseti içerisindeki siyasi hayatını da bir çıkmaza sürükleyecektir.
Genelde bürokrasi meselesi Troçki-Stalin ekseni üzerinde, şahıslara bağlı olarak incelenir. Troçkist veya Stalinist yazıma göre bazı şahıslar şeytanlaştırılıp karşı-devrimci gösterilir, diğerleriyse yüceltilir. Her konuda materyalist olanlar bu konuda materyalist yazımdan uzaklaşır ve sınıf mücadelesini şahıslar üzerinden getirdikleri yaklaşımlarla açıklama getirirler. Fakat bizce, kimin devrimci veya karşı-devrimci olduğu tespitini yapmaktansa devrimin kırılma noktalarını tespit etmek ve şahısların rolünü bu kırılma noktaları üzerinden okumak çok daha önemlidir. Bu yazıda da yapmaya çalışacağımız şey tam olarak budur: Bernard Lewis’in, amacına ulaşamayan Osmanlı modernleşmesi için sorduğu “What Went Wrong?” sorusunu bu sefer Bolşevik Devrimi için sormak.


Proleterya, iktidarı devraldığında önceki devleti tamamen ortadan kaldırmalıdır. Çünkü bu devlet burjuvazinin devletidir ve kurumları sadece çalışan sınıfı baskı altında tutmak için tasarlanmıştır der Marx ve ekler: Proleterya diğer sınıfları baskı altına alacak, onları mülksüzleştirecek yeni kurumlar kurmalıdır. İşte Rus devrimi, bir süre boyunca tam olarak böyle bir iktidara sahip oldu. Bolşeviklerin iktidarı tam olarak proleterler tarafından oluşturulmuş yerel işçi birliklerine, Sovyetlere dayanmaktaydı. Bir barış ortamında gayet demokratik kurumlar olan Sovyetler, Rusya’yı, belki idealize edilen sosyalist bir topluma götürebilirdi. Fakat İç Savaş, Sovyetlerden önce bir ordunun kurumsallaşmasını gerekli kıldı. Sovyetlerden ibaret olması gereken “proleterya diktatörlüğü” aslında bir nevi Kızıl Ordu’nun şahsında temsil edilmeye başlandı. Kötü bir şey gibi anlattık fakat buraya kadar her şey gayet normal. Olağan değil ama normal. Olağan koşullarda Sovyet iktidarından ibaret olması gereken proleterya diktatörlüğünün yerini iç savaş koşullarında Kızıl Ordu’nun almasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu mesele, devrimcilere farklı bir sorumluluk daha yüklemektedir: Olağanüstü koşullar son bulduğunda devrimi olması gereken kurumlarda kurumsallaştırmak. Yani Kızıl Ordu’nun diktatörlüğünü, proleteryanın diktatörlüğüne dönüştürmek.
Bu yazının konusu da aslında biraz bu. Çünkü göreceğiz ki, genel anlatının aksine Lenin’in ölümünden sonra birbiriyle çatışan karşı-devrimci ve devrimci taraflar yok. Zira karşı-devrim, Lenin ölmeden çok önce zaferini garantilemiştir. Hem de en çok Troçki’nin katkılarıyla…


İç Savaş ve Troçki


Troçki’nin Rus İç Savaşı’ndaki rolünün öneminde değinmemize gerek bile yoktur. Kendisi Kızıl Ordu’nun kumandanı olarak iki yıllık bir süreyi önünde kızıl yıldız bulunan bir trende, cepheden cepheye koşarak geçirmiştir. İç savaşta kumandan olmasının yanında bulunduğu konum yazının konusu açısından da çok önemli. Zira Kızıl Ordu, yukarıda da bahsettiğim üzere kurumsallaşması en acil olan devrimci kurumlardan biriydi ve iç savaş bittiğinde muhtemelen kurumsal bir yapıya sahip tek devrimci kurum olacaktı. Okuyucunun aklına, Bolşevik Parti veya Sovyetler yok muydu gibi sorular gelebilir. Varlardı. Fakat iç savaş süresince bu kurumlardaki devrimci kadrolar tasfiye oldular. Daha doğrusu 1917’nin Petrograd’ındaki ve Moskova’sındaki işçiler ve komünistler Kızıl Ordu’ya katıldılar ve Rusya’nın dört bir köşesinde savaştılar, öldüler. Ölmediyseler de, neredeyse üç yıl süren bir savaşın sonunda artık işçiden çok askerlerdi. Yani “tasfiye” derken politik olarak çözüldüklerine dikkat çekmek istiyoruz.
Alexander Rabinowitch’in Bolşevik Devrimi’ni incelediği üç ciltlik eserinin üçüncü cildi olan Bolşevikler İktidarda’da, hem Bolşevik Parti’deki devrimci kadroların hem Petrograd’daki işçilerin hem de Sovyetlerin iç savaşın ilk yılında nasıl çözüldüklerine ilişkin fazlasıyla veri vardır. 29 Ekim gibi erken bir tarihte bile bu çözülme komite raporlarına yansır. Petrograd’a bağlı Narva bölgesindeki komiteler “parti çalışması geriliyor, parti militanları Kızıl Muhafızlarda ya da başka yerlerde görevlendirildi” raporlarını verirken Nevski bölgesi komitesinden bir temsilci ise “parti çalışması durma noktasına geldi” diyordu. 1918 başında partinin Petrograd örgütüne kayıtlı üye sayısı 36.000’den fazla iken sadece 6 ay sonra bu sayı 13.472’ye düşmüştü. Haziran’dan Ekim’e kadar geçen süre zarfında da bu sayı 6.000’in altına inecekti. Tecrübeli devrimciler Petrograd ve Moskova dışında göreve gönderilirken parti kadroları ise “Ekim Bolşevikleri” diye anılan ve partiye Ekim Devirminden sonra katılanlarla doluyordu. Yani Bolşevik Parti kadroları iç savaş boyunca nicelik olarak küçülmenin yanında nitelik olarak da daha az devrimcileşti. Bolşevik Parti’den bağımsız olarak işçi sınıfının durumu da farklı değildi. Ocak ile Nisan arasında sadece Petrograd’da 134.000 işçi silah altına alındı ki bu sayı Petrograd’ın emek gücünün %50’si demek oluyordu. Buna bağlı olarak yine Petrograd’da 265 fabrika kapatıldı. Orduya alınanlar bir yana, fabrikalar kapandığı için işsiz kalan işçiler de taşraya göç etmeye başladı. İşçi iktidarının vücut bulduğu Sovyet kurumları, gücünü aldıkları sınıfın çözülmesiyle birlikte devrimci niteliklerini kaybettiler ve bürokratik kurumlara dönüşmeye elverişli bir yapıya büründüler.
İşçi sınıfındaki bu çözülmenin Lenin de farkındaydı. Ağustos 1919’da itiraf niteliğindeki şu satırları yazmıştı:
“Sanayi proleteryası… savaş, umutsuz bir sefalet ve yıkım yüzünden sınıf olmaktan çıkmış, sınıf geleneklerinden kopmuş ve proleterya olarak varlığını yitirmiştir… Bu sınıf zaman zaman istatistiklerde sayılmakla birlikte, ekonomik olarak bir arada durmamaktadır.”
Lenin, işçi sınıfıyla birlikte Sovyet kurumlarındaki çözülmenin de farkına varmıştı. Bolşevik Partinin Sekizinci Kongresinde kürsüden şu sözleri söylemişti:
“Çarlık bürokratları, Sovyet kurumlarına katılmaya başladılar ve kendi bürokratik yöntemlerini uyguluyorlar. Kendilerini komünistmiş gibi göstermeye, kariyerlerinde daha başarılı olmaya, Rus Komünist Partisinin üye kartlarını edinmeye başladılar…”
Özetle, iç savaşla birlikte Rusya’daki işçi sınıfı çözülmüş ve bir “sınıf” olmaktan çıkmıştı. Tabii buna bağlı olarak devrimci niteliğini de kaybetmişti. İşçi sınıfının devrimci niteliğini kaybetmesiyle birlikte hem Sovyet hem de Bolşevik Parti işçi sınıfına dayandıklarından dolayı bu niteliklerini kaybetmiş, iç savaşın da etkisiyle askeri ve bürokratik kurumlar olmaya başlamışlardı. Bu çözülme ve bürokratikleşme iç savaşta kaçınılmazdı. Fakat önüne geçilemez değildi.


İşçi Sınıfının Siyasi Aktör Olarak Tasfiyesi
Bürokratikleşmeyi engelleyecek olan şey işçi sınıfının, tıpkı 1917’de olduğu gibi yeniden devrimci bir nitelik kazanması, bir aktör ve özne olarak ortaya çıkmasıydı. Fakat iç savaşın ilerleyen yıllarında işçi sınıfının bir aktör olarak yeniden sahneye çıkmasını engelleyecek iki kırılma anı yaşandı. Bunlardan birincisi Bolşevik Parti’nin Onuncu Kongresinde kabul edilen ve parti içerisindeki tüm hizipleri yasaklayan karardı. Üstelik bu kararla birlikte Merkez Komitesine, disiplini korumak için sınırsız bir yetki de verilmişti. Böylelikle Bolşevik Parti, Merkez Komitesinin güdümü altına girmekteydi. Bolşevik Partiyi 1917’de ön plana çıkaran özgür tartışma ortamının, adem-i merkeziyetçiliğin ve parti içi demokrasinin içi böylece oyulmaya başlanmış, parti gittikçe Merkez Komitesi’nin güdümü altına girmeye başlamıştı. Parti içerisinde merkeziyetçiliğin ve otoriterleşmenin en ateşli savunucularından biri de Troçki’ydi. Hatta fikrin Troçki’nin başının altından çıkmış olma ihtimali de hayli yüksektir.
Diğer kırılma anı ise sendikaların askerileştirilmesi konusu olmuştur. 1920 yılının kasım ayına gelindiğinde, iki yıldır Kızıl Ordunun başında olan Troçki, sendikaların özerk yapılarını ortadan kaldıracak bir fikirle Bolşevik Parti’yi kızıştırdı. Sendikalar tarafından seçilen sendika idarecilerinin parti tarafından atanmasını önerdi:
“Proleterya diktatörlüğü varlığında… sendikalar ve Sovyet iktidarının organları arasında herhangi bir karşıtlık mümkün olamaz… Sendikalar, proleterya devletinin yardımcı organlarına adım adım dönüştürülmelidir. Başka bir yol yoktur.”
Böylelikle Troçki, işçi sınıfını bir aktör olarak ortadan kaldırmayı ve onun yerinde onun devleti olduğunu iddia eden bir yapıyı iktidara getirmeyi önermişti. Çünkü devlet onun devletiydi, neden aralarında bir çıkar uyuşmazlığı olsun ki? Lenin’in görüşleri ise gayet netti. Ona göre iç savaş zamanında meşru olan olağanüstü yöntemler artık savaşın sonlarına doğru meşru değildi. İşçiler, haklarını savunabilmek için gerektiğinde devlete karşı bile mücadele etmeli ve politik bir aktör olarak kalmalıydı. Hatta Lenin, yaklaşan bürokrasi tehlikesine de işaret etmişti:


“Troçki, bir işçi devletinde işçi sınıfının maddi ve manevi çıkarları için ayağa kalkmanın sendikaların işi olmadığını söyler gibidir. Yoldaş Troçki bir ‘işçi’ devletinden söz ediyor. Bu yanlıştır. Şöyle söylemek açıkça yanlış olur: ‘Bu, burjuvazisiz bir işçi devleti olduğundan, o zaman işçi sınıfı kime karşı ve ne amaçla korunacak ki?’
Bizim devletimiz bürokratik eğilimli bir işçi devletidir. Şimdi bir bütün olarak örgütlenmiş proleteryanın kendisini korumak durumunda olduğu bir devletimiz varken, biz de kendi payımıza bu işçi örgütlerinden işçileri, kendi devletlerinden koruyup onların da devletimizi korumasını sağlamak için yararlanmalıyız.”

Bu serinin ilk yazısını okuyanlar hatırlayacaklardır. Troçki’nin Bolşevik olmadığı zamanlarda Lenin’e yönelik en büyük eleştirileri tam olarak da bu konuyla alakalıydı. Troçki o yıllarda Lenin’in merkeziyetçi Bolşevik Partisini, kendini proleterya adına düşünmekle ve kendini siyasal olarak proleterya yerine koymasıyla eleştirmişti. Bunu da “Lenin’in sosyal demokrasi üzerindeki hegemonyası” olarak tanımlamıştı ve Lenin’i ben merkezcilikle itham etmişti:


“(Lenin’e göre) kurtuluş mücadelesinde Sosyal Demokrasi’nin hegemonyası, Lenin’in sosyal demokrasi üzerindeki hegemonyasıdır… Biz yenilgiye uğradık çünkü kader, merkeziyetçiliğin değil de ben merkezciliğin zaferine hükmetti.

“Partinin iç siyasetinde, bu (merkeziyetçi) yöntemler, parti örgütünün kendisini parti yerine koymasına, merkez komitesinin kendisini parti örgütü yerine koymasına ve sonunda da diktatörün kendisini merkez komite yerine koymasına yol açar.

“Bu örnekte (Bolşevik örneği), proleterya için düşünen, kendisini siyasal olarak onun yerine koyan bir partimiz varken, diğerinde tüm siyasal grup ve partilerin iradesi üzerinde rasyonel bir baskı uygulayacak proleteryayı siyasal olarak eğitip seferber edebilecek bir partimiz var.”
Dolayısıyla 1920’ye geldiğimizde 1904’teki tartışmaların bir benzeri yine başlamıştı. Fakat bu sefer roller değişmişti. Bu sefer, 1904’teki Troçki’nin deyimiyle, “kendini işçi sınıfının yerine koyan” yapıyı bizzat Troçki savunurken Lenin de onun karşındaydı. Bolşevik Parti ise tarihindeki muhtemelen en büyük fikir ayrılığını bu tartışma etrafında yaşadı. En nihayetinde Troçki, Buharin ve Dzerjinski’nin başını çeken grup galip gelmişti. Troçki, Lenin’e rağmen kazanmıştı. Sendikaların özerk yapıları böylece ortadan kaldırılmış ve sendikalar askerileştirilmişti. Böylelikle Sovyetler Birliği henüz doğum aşamasındayken işçi sınıfını siyasi bir aktör olarak tasfiye etmiş oldu. Artık kürsüde işçi sınıfı değil, işçiler adına ve onlara rağmen karar alan bir “işçi devleti” vardı ve bu devlet 1991’deki yıkılışına kadar işçi sınıfı adına karar verecekti.
Peki Troçki neden böyle bir yolu seçmişti? Tony Cliff’e göre savaş, yukarıda da bahsettiğimiz gibi işçi sınıfını nasıl bürokratlara ve askerlere dönüştürdüyse onun baş komutanı olan Troçki’yi de bir askere dönüştürmüştü. Soyutlamaya olan hevesi de onu “işçilerin zaten bir devleti var, neden sendikalara ihtiyaçları olsun ki?” gibi olaya teorik bir açıdan yaklaşmasına sebep olmuştu. Ona göre artık sınıf mücadelesi bitmişti. Sosyalist pek çok aydın gibi o da henüz bürokrasi-proleterya eksenindeki mücadeleyi keşfetmemişti. Bürokrasinin, proleterya diktatörlüğüne giden yolda bir başka tehlike olduğunu ilerleyen yıllarda zor yolla keşfedecekti.


Troçki ve İşçi Muhalefeti
Lenin’in ölümüyle birlikte gerek Sovyetlerde gerekse de parti merkez komitesinde Stalin ve onu izleyen kadrolar hakimdi. Dolayısıyla bürokrasi Stalinist bir niteliğe bürünmeye başlamıştı. Troçki ise bürokrasi tehlikesini fark etmiş biri olarak 1924’ten sonra gerek pasif bir şekilde gerekse de aktif bir şekilde bu tehlikeye karşı mücadele edecekti. Daha doğrusu mücadele etmeye çalışacaktı. Mücadele etmeye çalışacaktı diyoruz çünkü siyasi bir aktör olarak işçi sınıfının tasfiye edilmesiyle birlikte Troçki, bürokrasiyle mücadele edebilecek bir araca sahip değildi.
İlk olarak parti içerisinde bir mücadeleye başladı. 1924’te yapılan On Üçüncü Parti Konferansı’nda Stalin-Kamenev-Zinovyev ittifakına karşı muhalefeti örgütlemeye çalışırken yalnızca parti tabanından çok zayıf bir destek görmüştü. Merkez Komitesi, iç savaş yıllarında Troçki’nin önerisiyle kabul edilen ve parti içi hizipleri yasaklayan kararı uygulayarak muhalefete sempati gösteren partililer ve devlet görevlileri tasfiye etti. Bunun neticesinde muhalefet, 350 delegenin seçildiği On Üçüncü Parti Konferansına yalnızca 3 delege seçebilmişti. Kongredeki Merkez Komite seçimlerindeyse 52 aday içerisinden ancak 51. olabilmişti. Bu yenilgiden sonra Troçki kendini siyasetten uzun bir süreliğine izole etti. Zira partideki tüm itibarını ve desteğini yitirmişti. Daha doğrusu kendisini takip eden isimler, kendi getirdiği hizip yasağına dayanarak tasfiye edilmişlerdi.
1926’da, Stalin-Kamenev-Zinovyev ittifakının dağılmasıyla birlikte Troçki yeniden bir muhalefet örgütlemeye çalıştı. Bu sefer Kamenev-Zinovyev ile ittifak kuran Troçki uzun bir mücadeleden sonra yine yenildi. Zira parti içerisinde yine aradığı desteği bulamamıştı. Neticede ise On Dördüncü Kongre’de yalnızca bir muhalif delege vardı, o da Troçki’ydi. Parti içerisinde yenilen Troçki, bu sefer muhalefeti işçi sınıfına inerek örgütlemeyi denedi. Bu amaçla muhalefet pek çok fabrikada konuşmalar yaptı. Fakat sendikaların özerkliklerinin iç savaş yıllarında kendi önerisiyle ilga edilmesi sebebiyle tabana dayanan bir “işçi muhalefeti” oluşturmayı da başaramadı. Troçki, Kamenev ve Zinovyev şu açıklamayla yenilgilerini ilan ettiler:
“’Hizip ve gruplaşma özgürlüğü’ teorisi ve pratiğini kesinlikle reddeder; böyle bir teori ve pratiğin Leninizm’e ve partinin kararlarına aykırı olduğunu kabul ederiz. Hizip faaliyetlerinin yasaklanması konusunda parti kararlarına uymayı ödev biliriz. Aynı zamanda bizim ve yandaşlarımızın On Dördüncü Kongre’den sonra çeşitli vesilelerle görüşler ortaya koyarak parti disiplinini ihlal eden eylemlerde bulunduğunu ve partinin belirlemiş olduğu parti içi ideolojik mücadele sınırlarını aşan hizipçi bir yol izlediğimizi parti önünde açıkça itiraf etmeyi ödev biliriz.”


Birleşik muhalefet 1927 yılında bürokrasiye karşı bir kez daha baş kaldırırlar. Çin’de Çan Kay Şek’in darbe yaparak Çin Devrimini ezmesi üzerine muhalefet Stalin’in hatalı politikalar izlediğini açıkça ifade edip bildiriler yayınlayarak kitlelere duyurmayı amaçlar. Stalin’e karşı altına 84 muhalifin imza attığı Seksen Dörtler Deklarasyonunu yayınlarlar fakat istenen etkiye ulaşamazlar. Muhalefetin son başkaldırısı ise Wrangel Provokasyonu ile olmuştur. Muhalefet üyeleri kapsamlı bir program oluşturarak bu programı partinin On Beşinci Kongresine sunmayı amaçlamışlardır. Parti içi mücadeleyle birlikte kitlelere de ulaşmak isteyen muhalefet üyeleri pek çok fabrikada ve işçi mahallesinde konuşmalar da yapmışlardır fakat hiçbir şekilde istedikleri destekle karşılaşmamışlardır. Muhaliflerin On Beşinci Kongrede kürsüye çıkmalarına izin verilmemesi üzerine muhalefet eli kolu bağlı bir şekilde kaderine teslim olmuştur.


Sonuç
Devrim Bolşevik Parti’nin önderliğinde yapılmıştı. Bu devrimci parti ise daha 1904 yılında hizipçilik ile doğmuş ve Rusya Sosyal Demokrat Parti’nin diğer devrimci olmayan hiziplerinden ayrılmıştı. Dolayısıyla bir yerde hizipçilik, devrimi doğuran bir şeydi. Karşı-devrimin hortlamaya başladığı yerde devrimciler daima bir hizip kuracak ve Lenin gibi elbet bir gün devrim yapacaklardı. Fakat biz yine 1922 yılına ve sonrasına gelelim. Kimin devrimci kiminse karşı devrimci olduğundan bağımsız bir şekilde düşündüğümüzde Troçki, yukarıda bahsettiğimiz hizipleri yasaklayan ve sendikaların özerkliğini ilga eden kararların alınmasında en etkili isim olarak devrimi karşı-devrime karşı silahsızlandırmış oldu.

Kaynakça:
Troçki, Lev, The Report of the Siberian Delegation, 1903. https://www.marxists.org/archive/trotsky/1903/xx/siberian.htm‘dan alınmıştır
Troçki, Lev, Our Political Tasks, 1904. https://www.marxists.org/archive/trotsky/1904/tasks/ch03.htm ‘dan alınmıştır
Rabinowitch Alexander, Bolşevikler İktidarda, Yordam Kitap, 2013
Lenin Vladimir, Collected Works, cilt 32, Progress Publishers, Moskova, 1973
Lenin Vladimir, Collected Works, cilt 33, Progress Publishers, Moskova, 1973
Tony Cliff, Troçki, 3. Cilt, Marx-21 Yayınları, 2015
Tony Cliff, Troçki, 2. Cilt, Marx-21 yayınları, 2014