Hararet sitesinde gerçekleşen “Kemalizm ve Sosyalizm” tartışmalarını biraz geç fark ettiğim için haliyle bu tartışmalara bir katkı mahiyetindeki bu yazıyı da biraz geç bir vakitte yazıyorum. Fakat bu “geçliği” aynı zamanda bir fırsat olarak da değerlendirmenin daha iyi olacağını düşündüm. O yüzden burada yazılanların çerçevesine bağlı kalmadan, belirli yazılara cevap niyeti gütmeden, daha genel bir çerçeveden sosyalistler ve cumhuriyet meselesine değinmeyi düşünüyorum.

***

Sosyalizmin mütemmim cüzünün tarihle anlamlı bir bağ kurmak olduğunu bilmeyen yoktur. Nasıl ki değiştirmek için bir iradenin varlığı şart ise, iradeyi bir araya getirmek için de tarihsel kaynakları belirlemek bir o kadar şarttır.

Fakat Türkiye’de sosyalizmin tarihsel kaynakları denildiğinde genellikle sosyalist örgütlerin iç tarihleri anlaşılıyor. Hal böyle olunca, evrensel bir ideoloji olan sosyalizmin bu topraklarda nasıl yeniden üretildiği, nasıl bu topraklara ait olduğu sorunu da boşlukta asılı kalmaya devam ediyor. Bugün ne biçimde yeniden üretilmesi gerektiği de…

Sosyalizm ve cumhuriyet tartışmasını tam da bu nedenle önemli buluyorum. Solun içinde var olduğu tarihselliğin solu nasıl şekillendirdiğini ve dahası sosyalist bir iktidar yolunda nasıl bir dinamik haline gelebileceğine değinmeden, yapılan tartışmaların pek de anlamlı olacağını sanmıyorum.

***

Liberaller ve gericilerin tarih anlatılarında uzlaştıkları noktalardan biri cumhuriyetin köksüz olduğu tezidir. Gericilere göre cumhuriyet, bir grup dinsizin anlı şanlı Osmanlı Devleti’ni yıkarak kurdukları bir “reklam arası”dır sadece. Mütedeyyin tarihimizde bir anomalidir. Liberaller de bu anomali fikrine katılır; bir grup asker-bürokrat elitin, tepeden dayatarak kurmuş oldukları bir rejimdir onlara göre cumhuriyet. Toplumsal bir zemini veya kökü yoktur.

Fakat ilginç olan, bu iki gruba düşman olan bir üçüncü grubun da sık sık bu hatalı eğilime düşmesidir; Türkiye modernleşmesini yalnızca Kemalizm ekseninde, örnek olsun 1923-1938 yılları arasına sıkıştırarak tartışmasıdır. Kanımca bu platformda yazılan yazıların bir kısmının düştüğü temel hatalardan birini de bu oluşturuyor. Şüphesiz bunun böyle olmasında Kemalizm’in de bir etkisi var. Yalçın Küçük’ün de belirttiği gibi, her ihtilal kopukluğu vurgular. Gökten indiği izlenimini vermeye çabalar. Anadolu ihtilalinin aydınları da böyle yapıyor, önce Meşrutiyet aydınlarını sonra da en çok benzedikleri Tanzimat aydınlarını kötülüyorlar.[1] Fakat tarih ile anlamlı bir bağ kurmak istiyorsak, kopukluk kadar sürekliliği de görmemiz, bunların arasındaki diyalektik bağı açığa çıkarmamız gerekiyor.

O nedenle bu yazıda hem daha gerilere hem de daha ilerilere uzanarak, bir bütün olarak Türkiye’nin modernleşme sürecine odaklanmayı düşünüyorum. Modernleşme tarihimizi açığa çıkardığı problematikler, sunduğu ideolojik temalar ve devrettiği insan kaynağı ekseninde tartışmanın ilerletici olacağı kanısındayım.

***

İlk olarak yönteme dair bir parantez açmak gerekiyor. Burjuva devrimleri ile sosyalist devrim hedefi arasındaki süreklilik-kopuş ilişkisinden bahsedeceksek, sosyalist hareketin, tarihsel olarak var olan bütünün içindeki gelişimine odaklanmak gerekiyor. Fakat çoğunlukla yapılan bunun tersi oluyor. Sosyalist hareket, var olan bütününün kimi unsurları seçilerek bunlarla ilişkisi üzerinden tanımlanıyor. Sonuçta ise ortaya parçalı bir tarih tezi ortaya çıkıyor.

Bununla bağlantılı bir diğer sorun ise sosyalist hareketi, ülke tarihinin bir parçası, hatta ülkenin kurtuluşun mantıksal sonucu olarak görmeyen bir yaklaşımın sosyalistler arasındaki yaygınlığıdır. Her burjuva devrimi doğası gereği yarımdır. İçerdiği tüm umutları, talepleri ve iddiaları gerçekleştiremeden geleceğe devreder. Sosyalist devrim, burjuva devriminin gerçekleştiremediği ve aslında gerçekleştiremeyeceği taleplerini mantıksal sonuçlarına götürür. Bu anlamıyla burjuva devrimini hem gerçekleştirir hem de aşar. [2] O halde bir sosyalist devrim hedefinden bahsediyorsak, modernleşme sürecindeki temel problematikleri belirlemek ve bunlarla sosyalist devrim hedefi arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak gerekir. Yapılmayan ve fakat yapılması zaruri ikinci önemli nokta ise kanımca budur. Parantezi burada kapatıyorum.

***

O halde şimdi şu sorulara yanıt arayabiliriz; Türkiye modernleşmesi derken neyden bahsediyoruz, Türkiye modernleşmesinin temel problematikleri nelerdir?

Elbette modernleşme serüvenini daha gerilerdeki başka örneklerden de başlatmak mümkün ama bir dönemselleştirme içinde bahsedilecekse modernleşme tarihimizin ilk dalgasını Tanzimat’tan başlatmak yerinde olacaktır. Tanzimat’ın önemi, ülkenin içerisinde bulunduğu durumun sebebi olarak mevcut rejimi görmesinde ve ülkeyi kurtarma reçetesini modernleşmede bulmasında saklı aslında. Bu sebeple Tanzimat’ı sadece ve sadece çöken devletin kurumlarının iyileştirilmesi çabası veya dışsal bir müdahale olarak kabul etmek; değişen dünya düzenini, toplumsal dinamikleri ve ülkenin, bundan sonra gireceği yolu görmemize engel olur. [3]

Anayasacılık ve meşrutiyet deneyimleri ise Tanzimat’la açılan dönemin bir uzantısı olmakla birlikte aynı zamanda Tanzimat’ın yetersizliklerine de bir yanıt niteliği taşımaktadır. Bu dönemin ise modernleşme tarihimizin ikinci büyük dalgası olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye modernleşmesinin bu dönemlerinin temel meselesi, geri kalmış ve dağılmakta olan bir ülkeyi kurtaracak yolu ve yöntemi bulmaktır. Bu dinamikleri aramaya odaklanmış bir aydın kuşağı da ortaya çıkmış ve çözümü “birlik ve ilerlemede” bulmuştur. Bu iki temanın altını çizmek gerekiyor çünkü bugüne değin bu iki tema Türkiye’nin en temel problematikleri arasında yer almıştır.

Tanzimattan anayasacılığa oradan da meşrutiyete uzanan süreç, modern merkezi devletin inşası ve yurttaşlık temaları üzerinden kazanımları ve oluşturduğu kadro birikimiyle birlikte Cumhuriyet deneyiminin zeminini hazırlamıştır. Cumhuriyet devrimi ise hem bunları daha ileriye taşıyarak hem de “emperyalizme karşı bağımsızlık” mücadelesini Türkiye devrimci programına kazandırarak, kendinden önceki modernleşme dalgalarının zirvesini oluşturmuştur.[4] Buna çeşitli rezervlerle birlikte “kalkınmayı” da eklemek mümkün.

Yani şöyle özetleyebiliriz; Türkiye modernleşmesinin ilk dönemi çareyi “birlik” ve “ilerleme” de buluyor, Cumhuriyet devrimi ise buna “emperyalizme karşı bağımsızlık” ve “kalkınma” temalarını ekliyor. Diğer bir deyişle, Türkiye modernleşmesinin temel problematikleri kabaca bu dört tema üzerinde şekilleniyor. Haliyle iktidar alternatifi olacak bir öznenin bu temaları “içerip aşacak” bir stratejiyi oluşturması da gerekiyor.

***

Sırası geldiği için şu soruyu sorabiliriz: peki sosyalizmin bu temalarla bir bağlantı kurması olanaklı mı?

Bana kalırsa sosyalizm, tüm bu temalarla tarihsel bir süreklilik içerisinde tutarlı bir ilişki kuracak yegâne siyasal akımdır. Eğer ilerleme deniyorsa, sosyalizm, bugün ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak burjuvaziyi ve onun devlet aygıtını yok etmeyi işaret ederek tarihin en büyük ileri atılımını hedefler. Söz konusu birlikse, sosyalizm, eşit yurttaşlık temelinde ve emekçilerin kardeşliğini temel alan tek gerçekçi birlik projesine sahiptir. Eğer bağımsızlıktan bahsedeceksek, emperyalizm çağında bağımsızlık ancak sosyalizm ile mümkündür. Benzer biçimde eğer kalkınma deniyorsa, halkın refahını temel alan planlı bir kalkınma yalnızca ve yalnızca sosyalizm ile sağlanabilir.

Yani özetle sosyalist hareketin kendi tarihsel hedefi ile Türkiye modernleşme tarihinin dinamikleri arasında bağlantı kurması başka hiçbir siyasal akımda olmadığı kadar olanaklıdır. Bunun yolu ise sosyalist hareketin tarih tezini kendisini bu tarihin uzantısı olarak konumlandırarak yeniden inşa etmesinden, pratikte ise kendisini bu tarihin son ve çözümleyici halkası haline getirmesinden geçiyor.[5]

Üstelik tarihimizde bunun olumlu bir tarihsel aralığı da mevcut.

1960’lı yıllardaki sol yükseliş, tam da bu bahsettiğim anlamda doğru bir “içerip aşma” ilişkisi kurarak, önemli bir yükseliş gerçekleştirmiştir. Burada biraz uzun bir alıntı yapmak istiyorum:

“1960’lı yıllarda ortaya çıkan olanakları farklı unsurlarıyla iyi değerlendiren sosyalist hareket, Cumhuriyet başta olmak üzere Türkiye modernleşmesinin genel birikimiyle “içerip aşma” hedefine yönelik verimli bir ilişki kurmuş ve bağımsızlık, kalkınma, anayasa gibi temalar etrafında bir siyasal canlanma yaşamıştır. Bu siyasal canlanma sayesinde sosyalist hareket; ülkenin siyasal gündemlerine sosyalist ideoloji ve siyasete dayalı yanıt verebildiği, Cumhuriyetçiliğin organik bir parçası ve en ileri unsuru haline gelebildiği ve toplumsal tabanını genişletebildiği ölçüde siyasal alana girebilmiştir. Sosyalist hareket bu sayede iktidar alternatifi ve devrimciliğin tek temsilcisi haline gelerek Türkiye modernleşmesinin dördüncü dalgasını yaratmıştır.” [6]

Fakat 60’lı yılların sol yükselişi, kendinden önceki deneyimlerden farklı olarak bir iktidar deneyimi yaşamamıştır. Haliyle geleceğe devrolmuştur. Bugün bu dalganın bir devamı olarak, sosyalist hareketin yerine getirmesi gereken yegâne devrimci görev, bu ilişkiyi günümüz şartlarında yeniden üreterek bu siyasal çizgiye iktidar deneyimi yaşatmak olacaktır.

Cem İnan

Notlar:

[1] Yalçın Küçük: Aydın Üzerine Tezler 1, Mızrak yayınları, 2010, sf.90

[2] György Lukacs: Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, Belge yayınları, 1979, sf.52

[3] Dursun Doğan, Cumhuriyet’in Kökleri Nerede?, Devrim Dergisi, Sayı: 7
https://dsosyal.com/devrim/sayi-7/cumhuriyetin-kokleri-nerede/

[4] Devrim Hareketi – Devrim ve Cumhuriyet: 100. Yılda 100 Madde, 18. Madde https://devrim.org.tr/genel/100madde/

[5] Devrim Çetinocak, Sosyalist Hareket Köksüz Mü?, Yeni Yazılar, Sayı:17 https://yeniyazilar.org/sayi-17/sosyalist-hareket-koksuz-mu/

[6] Devrim Hareketi – Devrim ve Cumhuriyet: 100. Yılda 100 Madde, 43. Madde https://devrim.org.tr/genel/100madde/