Komünist Hipotez, Alain Badiou.

Hararet’in notu: Alain Badiou’nun Komünist Hipotez kitabının 56 ile 59. sayfaları arasından alıntıdır.


“Öncelikle belirleyici olan, kâr düzeni yasalarından ve özel çıkarlardan kurtulmuş bir dünya varsayımına yeniden sahip çıkmaktır. Dünyanın düzeninin bu olduğu ve bunu değiştiremeyeceğimiz kanısına boyun eğen zihinsel tasavvurlar içinde kaldığımız sürece, hiçbir özgürleşme siyaseti mümkün değildir. İşte ben bu olasılığa komünist hipotez demeyi öneriyorum. Bu hipotez büyük ölçüde olumsuzlayıcı, çünkü dünyanın böyle olmasının zorunlu olmadığını söylemek başka bir dünyanın mümkün olduğunu ‘içi boş’ biçimde söylemekten çok daha güvenli ve önemli. Burada modal mantıkla ilgili şu soru politik olarak kendini dayatıyor: Zorunlu-olmayandan olasılığa nasıl geçilir? Çünkü oldukça basit biçimde söyleyecek olursak, zincirlerinden boşanmış kapitalizmin ve onu destekleyen parlamenter sistemin zorunlu olduğunu kabul edersek bu durumun barındırdığı diğer olasıkları göremeyiz.

İkinci olarak kendi dilimizin sözcüklerine sahip çıkmaya gayret etmeliyiz, nicedir onları telaffuz etmeye cesaret edemesek bile. Onlar 68’de herkesin kullandığı sözlerdi. Şimdi bize “dünya değişti dolayısıyla artık bunları kullanamazsınız ve biliyorsunuz ki onlar yanılsamaların ve terörün diliydi” diyorlar. Ama hayır! Kullanabiliriz! Ve kullanmalıyız! Sorun hala aynı yerde duruyor, o halde o sözcükleri telaffuz etmek zorundayız. Onları eleştirmek, onlara yeni anlamlar katmak bizim elimizde. Kendimizi demode hissetmeksizin hala ‘halk’, ‘işçi’, ‘özel mülkiyetin kaldırılması’, vs. diyebilmeliyiz. Kendi payımıza, kendi tarafımızda bunları tartışmalıyız. Bizi düşmanlarımızın eline teslim eden, dildeki bu terörizme son vermeliyiz. Bu dilden el etek çekmek, hakim duyarlılığı inciten bu sözcükleri bize sıkı sıkıya yasaklayan teröre razı olmak dayanılmaz bir cefadır.
Son olarak, farkına varmalıyız ki, hiç şüphesiz 1968’den beri çok çeşitli biçimlerdeki denemelerin çözmeye uğraştığı en zor soru, ihtiyacımız olanın ne tip bir örgütlenme olduğu sorusudur ve bütün siyaset bunun etrafında düzenlenmektedir. Zira toplumsal farklılıkları arasında mücadeye dayanan klasik parti düzeneğinin en önemli vurgusu olan mücadeleyi seçimlere saklama doktrini bize verebileceği her şeyi vermiştir. Her ne kadar, 1900-1960 arasında büyük işler başarsa ya da tanıtsa da artık eskimiştir ve çalışmaz haldedir.
68 Mayısı’na olan sadakatimizi iki düzeyde tartışmamız gerekir. Öncelikle sosyalist devletlerin başarısızlığının ardından kendi yirminci yüzyıl bilançomuzu çıkarmamız gerekir ki, kurtuluş hipotezini bugünkü koşullarda ideolojik ve tarihsel düzlemde yeniden formüle edelim. Diğer yandan da üzerinde yerel denemelere, politik mücadelelere girişilen o zeminde yeni örgütlenme biçimlerinin yaratılmış olduğunu unutmamalıyız.
İçinde bulunduğumuz dönemi, karmaşık ideolojik ve tarihsel çalışmalarla, politik örgütlenmenin yeni biçimlerini içeren teorik ve pratik verilerin biraraya getirilmesi tanımlanmaktadır. Bu benim seve seve komünist hipotezin yeniden formüle edildiği dönem olarak tanımladığım dönemdir. O halde bizim için en önemli olan erdem nedir? 1792-94 devrimcilerinin “erdem” kelimesini kullandığını biliyorsunuzdur. Saint-Juste şu temel soruyu sormuştu: “Ne erdemi ne de terörü istemeyenler ne istiyor acaba?” ve şöyle cevaplamıştı: Onlar yozlaşma istiyorlar. İşte bugünkü dünyanın bize dayattığı budur: Metaların ve paranın boyundurduğu altındaki ruhların çürümesine sonuna kadar razı olmak. Buna karşın cesaret de günümüzün temel politik erdemdir. Sadece polisin önünde gösterilen cesaret değil, şüphesiz o da önemlidir ama düşüncelerimizi, ilkelerimizi ve sözlerimizi savunma, ne düşündüğümüzü ne istediğimizi, ne yaptığımızı kesin olarak, yüksek sesle söyleme cesaretidir. Bir cümleyle söyleyecek olursak bir ideamızın olmasına cesaret etmeliyiz. Hem de büyük bir ideamızın olmasına. Büyük bir ideaya sahip olmanın ne gülünç ne de suç olduğuna ikna olalım. İçinde yaşadığımız kapitalist ve kibirli dünya bizleri adeta Guizot’un ‘zenginleşin’ buyruğunda formülleşen kapitazmin doğduğu 1840’lı yıllara geri götürüyor. Bugün aynı buyruk ‘ideasız yaşayın’ şeklinde tercüme edilebilir. İdeasız yaşanmayacağını söylemek zorundayız. “Bir fikri savunmaya cesaretiniz olsun ki bu fikir genel hatlarıyla komünist fikirden başkası olmayacaktır’ demeliyiz. İşte bu nedenle Mayıs 68 bizim çağdaşımızdır. O, ideasız bir hayatın tahammül edilemez olduğunu kendi kendi tarzıyla açıklamıştı. Sonrasında ise uzun ve dayanılmaz bir tevekkül gelip yerleşti. Günümüzde çok sayıda insan, kendisi için, kendi çıkarları için yaşamanın dışında alternatifi olmadığını düşünüyor. Kendimizi o insanlardan ayırma cesaretini gösterelim. “İdeasız yaşam” buyruğunu 1968’deki gibi reddedelim. İçimdeki filozof sizlere Platon’dan beri sürekli yenilemekte olan son derece basit bir şeyi söylüyor. Sizlere ait bir idea ile yaşamamız gerektiğini ve asıl politikanın buna inanmakla başlayacağını söylüyor.”