Geçtiğimiz dönem dünya tarihini post kolonyalizm teorileri çerçevesinde incelediğimiz bir ders aldım. İzlenceyi heyecanla incelerken zaten sınırlı sayıdaki haftalardan birinin Haiti Devrimi’ne ayrıldığını gördüm. Haiti Devrimi diye bir şey olduğunu daha önce hiç duymamıştım. Ne yalan söyleyeyim, bayağı bir dalga geçtim. “Haitiliye sorsan bilmez” şeklinde söylendim durdum. Hayat terse yatırmayı sever. En etkilendiğim hafta bu oldu. İzlencenin dışına çıkmaya, konuyu daha derin araştırmaya sevk etti beni. Hatta her zamanki romantik tutumumla yine mevzuyu abartıp kendimi aynı zamanda Haitili saymaya, devrimin mirasını sahiplenmeye, “Atatürk bu devrimi duysa Fransız Devrimi’nden çok buna atıf verirdi herhalde” demeye başlarken yakaladım. Bu sebeple, konuyu popülerleştirmek adına, yalnızca Türkiye’de değil dünyada da görmezden gelinen bu devrim üzerine biraz konuşmak istiyorum. Ansiklopedik bilgilerin ötesinde, hatta devrim sürecini hemen hemen hiç anlatmadan devrimin önemine değineceğim çünkü beni ilgilendiren yer orası.
Haiti Devrimi 1791’de yani Fransız İhtilali’nden hemen 2 yıl sonra başlar. Haiti, köleleştirilmiş siyahilerden oluşan, Fransız sömürgesi bir ülkedir. Köleler ayaklanıp ve bağımsızlıklarını kazanırlar. Köleliğin kaldırıldığını, tüm insanların eşit olduğunu iddia ederler. Bu kadar. Bu kadarı bile yerleşik Aydınlanmacı burjuva tarih anlatısında koca bir delik açar. Kendisi de bir Haitili olan Michel-Rolph Trouillot, Haiti Devrimi çerçevesinde tarih yazımı tartışmalarına kıymetli bir katkı sağladığı “Geçmişi Susturmak” adlı eserinin “Tasavvur Edilemez Bir Tarih” bölümünde çarpıcı bir gerçekliğe işaret eder. O dönemin Avrupalı insanı için kölelerin örgütlenerek Fransız ordularını mağlup etmeleri ve bağımsızlıklarını kazanmaları tahayyül edilemez bir olguydu. Köle isyanları münferit olaylar olarak anlatılıyordu ve toplumsal şartlara değil psikolojiye indirgeniyordu çünkü Aydınlanmacı rasyonel akıl ile köleliği uyuşturabilmek için köleleştirilen insanları insan-dışı, gelişimini tamamlayamamış alt türler olarak görmeleri gerekiyordu. Avrupalının zihniyet yapısı, buna uygun inşa edilmişti. Eric Williams “Kapitalizm ve Kölelik” kitabında “ilerlemeci, özgürlük yanlısı” burjuvaların köleliği nasıl meşrulaştırdıklarının örneklerini sergilemekte.
Bu noktada, sosyal bilimler kurumsallaşırken kurguladıkları modern Batı’yı sosyoloji ile, geri kalmış olarak gördükleri toplumları ise antropoloji ile incelediklerini biliyoruz (Bkz: Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın). Bunu delip, hiç hazzetmediklerini bilerek ve bundan keyif alarak Avrupalı modern insanın zihniyet yapılarını, ön kabullerini ve kör noktalarını tartışmaya açan antropologlara bayıldığımı söylemem gerekiyor. Bunlardan biri, yukarıda değindiğim Trouillot ise bir diğer önde gelen isim de James Morris Blaut’tur. Blaut, Avrupa merkezci zihniyeti sistematik bir şekilde eleştirir. Burada birkaç noktada ondan besleneceğiz. Tünel tarih anlayışı olarak tanımladığı bakış açısını anlamamız gerekiyor. Buna göre, büyük harfle ve Hegelyen anlamda ‘Tarih’ bir tünelin içinde ilerler, dışarısı ise sabittir. Orada hareket yoktur. Bu tünelin içinde sürekli ileriye doğru akan tarihin öznesi Batı’dır. Antik Yunan’dan Rönesans’a, Aydınlanma’dan Sanayi Devrimi’ne kadar dünyadaki tüm ilerici adımları o atar. Hepsini de kendi iç dinamikleri sayesinde başarır. Dışarısı ise durağandır. Batı’dan dünyanın geri kalanına (Stuart Hall’ın deyimiyle: West and the Rest) ilerleme, aydınlanma, akıl ve bilim taşınır. Çevreden Batı’ya ise yalnızca hastalıklar, terör ve cehalet gelir. Dünya tarihi olarak okuduğumuz metinlere bakın. Avrupa tarihi okuduğumuzu göreceksiniz.
Haiti Devrimi kendi özneliğini ortaya koyan, örgütlenen, özgürlük için savaşan ve bunda başarılı olan kölelerin tarihidir. Bununla da kalmaz, Amerika ve Avrupa’dan önce dünyada ilk kez köleliğin kaldırıldığını ilan eder. Eh herkesin ilericiliği kendi değerleri çerçevesinde belirlenir nihayetinde. Burjuva ilericiliği sermayenin palazlanmasına yol açacak kadardır. Köleler ise daha fazlasını ister. Burjuva olmayan bir yerde eşitlik, özgürlük ve ilerleme ideallerinin olamayacağını savunan görüşe vurulan önemli bir darbedir bu.
Blaut bir başka önemli noktaya daha değinir. Biz öğrenirken öncelikle yeni öğrendiğimiz verilerin gerçekliğe uygunluğuna bakmayız. Ön kabullerimiz ile uyuşup uyuşmadığı çok daha önemlidir. Rasyonel değil, bilinçaltında gelişen süreç böyledir. Haiti Devrimi de bu çerçevede hasır altı edilmiştir çünkü Aydınlanmacı burjuva devrimleri anlatısına uymaz. Nitekim Christopher Hill ve Rodney Hilton gibi tarihçilerin eserleri incelendiğinde Burjuva Devrimi olarak adlandırdığımız “ilerici ve özgürlükçü” hareketlerin esasında daha da özgürlükçü ve eşitlikçi halk hareketlerini şiddetle bastırarak özgürlük çerçevesini kendilerine kadar genişlettiklerini rahatlıkla görebiliriz.
Eric Hobsbawm, yukarıda adı geçen iki tarihçinin de dahil olduğu İngiliz Marksist Tarihçiler (öneri okuma: Harvey J. Kaye, İngiliz Marksist Tarihçiler) ekolüne dahildir. 20. yüzyılın önde gelen tarihçilerinden biri olduğu yansınamaz ancak gariptir ki onun Devrim Çağı 1789 – 1848 başlıklı kitabında dahi Haiti konu edilmez. Dipnotlara baktığımızda C. L. R. James’in Haiti Devrimi’ni konu eden The Black Jacobins kitabına atıf verdiğini görebiliriz. Yani haberdardır bu süreçten. Avrupa üstünlükçü olmayan, Marksist bir tarihçinin bile menziline giremeyebiliyor Haiti Devrimi. Yukarıda değindiğimiz kitap ise işin başka bir boyutunu yansıtır. Haitili devrimciler “Siyahi Jakobenler” olarak adlandırılarak yine Fransız devrimcilerinin bir uzantısı, aslının bir kopyası gibi tanımlanırlar. Halbuki üstüne basa basa söylememiz gerekir ki insanların eşitliği konusunda Jakobenlerden öteye gitmişlerdir.
Bu meseleyi şöyle toparlıyor Trouillot: Evrenselci “Aydınlanma” iddiaları ile köleliği uyuşturabilmek için Avrupalı entelektüeller, köleleri insanlıktan soyutlamak durumunda kalmışlardı. Batı Avrupa, insanlık evriminin son halkasıydı bu zihniyete göre. Köle isyanları toplumsal değil münferit olaylar olarak aktarılıyordu ve Avrupalılar, bir isyan dalgasını tahayyül dahi edemiyorlardı. Direniş başladığında dahi bu direnişin Fransız askerleri tarafından rahatlıkla bastırılabileceğinden emindiler. Haitili siyahi kölelerin işgal ordularına karşı koymaları, bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Batı Avrupa’nın tüm dünya algısını yerle bir etmişti. Dolayısıyla Batı, algılayamadığı şeyi tarihselleştiremezdi. En konforlu yöntem, tarihsel anlatılardaki bu anomaliyi görmezden gelmekti.
Böylece ortodoks tarihin kör noktasında kalan bu bağımsızlık mücadelesi, hasır altı edildi. Kültürel anlamda, Batılı insanın kolektif bilinçaltında Haiti daimi bir öcü olarak kaldı. Blaut’un belirttiği gibi çevreden merkeze, dünyanın geri kalanından Batı’ya ancak karanlık ve kötülük yayılabilirdi. Popüler kültürün vazgeçilmez “kötü yaratık” imgesinin başında gelen zombiler, Haiti çıkışlıdır. Yamyamlık, ilkellik, Aydınlanmış insanın “ötekisi” ve bir tehdit unsuru olarak daima oradadır. Ayaklarını sürüyerek yürüyen, sıska, aç ve “medeniyetsiz” kölelerin, Fransız ordularını alt etmesi adeta bir tür zombi kıyameti anlatısıdır. Roger Luckhurst’ın “Zombiler: Kültürel Bir Tarih”başlıklı kitabını inceleyebilirsiniz. David McNally’nin kaleme aldığı “Piyasanın Ucubeleri: Zombiler, Vampirler ve Küresel Kapitalizm” kitabı yine konuyu bu çerçevede ele alan ve politik ekonomik düzleme oturtan eserlerin başında gelir. Uzatamadığım için içimde kalan bu bölümü, ilgilileri oraya yönlendirerek telafi etmek isterim.
Bir diğer mesele, Haiti ile ilgili Türkçe’deki sayılı kitaplardan biri olan, Susan Buck Morss’un kaleme aldığı “Hegel, Haiti ve Küresel Tarih”kitabında anlatılır. Batı’nın dışından Batı’ya hayırlı bir şey gelmez zihniyetini yansıtan bir örnektir onun eseri. Hegel’in meşhur köle – efendi diyalektiğini kurarken Haiti Devrimi pratiğinden ilham aldığını belgelerle ispata kalkışır. Ona göre tarihsel bağlam, felsefeye nüfus eder. Haklıdır, fikirler boşlukta oluşmaz. Metni hakkıyla anlayabilmek için yalnızca literal bağlamında değil, tarihi ve toplumsal bağlamında da incelemek gerekir. Bu sebeple meslektaşlarının Haiti tarihini görmezden gelmelerine sinirlenir. Meslektaşlarının yaklaşımı “Hegel buradan etkilendiyse bile ne önemi var?” şeklindedir. Halbuki Haiti Devrimi, yalnızca Hegel’e yaklaşımımızı değil, genel olarak tarihe bakışımızı etkileyecek bir süreçtir. Gerçekliği olduğu gibi görmez, anlatılar kurarız. Tarihi böyle okuruz. Ön kabullerimiz, genelleştirmelerimiz vardır. Bu mercek bir şeylere odaklanırken diğerlerini dışarıda bırakır. Haiti Devrimi’ni dışarıda bırakmak, Aydınlanmacı burjuva tarihsel ilerlemeci anlatısı için hayati öneme sahiptir.
Ben de bunu baltalamak istediğim için yazıyorum.
Buraya kadar okuyabilen geek takipçiler için küçük bir dipnot. Black Panther 2’nin sonunda müteveffa panterimizin yeni doğan oğluna koyulan isim Toussaint. Sahne Haiti sahilinde geçiyor ve Haiti Devrimi’nin önde gelen kahramanının ismi: Toussaint L’Ouverture. İlk filmden beri sömürgecilik karşıtı temaları pop kültür içerisine yediren bir seri için kıymetli bir dokunuş.
Bir Tartışmanın Düşündürdükleri: Sosyalizm, Cumhuriyet ile Nasıl İlişki Kurmalı?